Sait Faik’in Öyle bir Hikaye’sini “dinlediğim” zaman, çocuk aklımla bir kurmaca yazmanın ne kadar zor olduğunu düşünmüştüm. Büyüdükten sonra bunun zor mor değil, basbayağı imkansız olduğunu idrak ettim. Bambaşka bir durumdu.
Hele bu hikayenin girişi… Alman, İtalyan, İspanyol, Amerikan, Japon, Arap, Çin ve Hint edebiyatı hariç biraz bilirim. Ve bu mükemmellikte bir hikaye girişi görmedim:
“Sinemadan çıktığım zaman yağmur yine başlamıştı. Ne yapacağım? Küfrettim. Ana avrat küfrettim. Canım bir yürümek istiyordu ki… Şoförün biri, ‘Atikali, Atikali’ diye bağırdı. Gider miyim Atikali’ye gecenin bu saatinde, giderim. Atladım şoförün yanına. Dere tepe düz gittik. Otomobilin buğulu, damlalı camlarında, kırmızı, sarı, yeşil türlü ışıklar görerek, bir renk dalgası içinde Atikali’ye vardık.”