bildirgec.org

Bir uyku fakirinin hezeyanları ve öykü denemesi

escape | 07 February 2006 07:29

Geceyarısını iki küsür saat geçe uyandım. Bir saat boyunca tekrar uyumak için boşa uğraştım. Uykum kaçtı yine işte. O kaçıyor, ben kovalıyorum. Peki yakalayabiliyor muyum? Hayır! Ne zamandır şöyle deliksiz, derin bir uykuya hasretim. Beden yorgunluğum önemli değil de, beynim her zaman gereğinden fazla dolu. Öyle ülke meseleleri falan değil düşündüklerim. Karlı, buzlu yollarda yürümek zorunda kalmadan, günlük yaşantısına devam etme kaygısında olanlardanım işte.

Güzel bir müzik, mesela Apocalyptica ya da Gregorian ya da Bülent ortaçgil dinlerken Nazım Hikmet şiirleri ya da Kemal Tahir romanı gibi bişiler okusam? Müzik dinlemek çok iyi bir düşünce değil gibi, sessizliği hep sevmişimdir, bu saatte bu sessizlik sabit kalmalı… Karanlığı da sevmişimdir. Işığı ise, sadece gerekli olduğu anlarda karanlığa tercih ettim hayatım boyunca.

bıktım kapitalizminizin vahşetinden!

cenkcenkcenk-bildirgec | 06 February 2006 22:40

ey günlük daha ilk defa yazıyorum sana bunu bilesin. attığım başlığın ciddiyetine bakma aslında bahsedeceklerim ufak bir ayrıntıdan ibaret. ne zamandır kendime söz vermiştim tv izlemeyeceğim diye. sözümde de duruyordum hani. lakin bu akşam şeytan mı dürttü bilinmez evde ses olsun diye açtım televizyonu. kanal d’de gönül yarası filmine rastladım. gerçi daha önce sinemada izlemiştim ama insan psikolojisi olsa gerek tv’de sevdiğin birşeye rastlayınca sanki daha farklı oluyormuş gibi bir de orada izlemek istiyorsun. film gerçekten güzel. keşke gözlerin olsaydı da sen de izleseydin. hayatında tüm defterleri kapattığına inanan idealist bir öğretmenin başına gelenler anlatılır filmde. herneyse. filmin en duygusal sahnelerinden biri geldiğinde (kızının nazım hocaya içindekileri döktüğü sahnedir) birden reklam giriverdi araya! tamam girsin ona lafımız yok ama reklam davut güloğlunun başrolde olduğu laçka bir dizinin reklamı olunca filmin tüm etkisi bi anda siliniverdi, tahmin edersin. herşey mi bu kadar yapay be günlük! hiçkimse kusursuz değildir tamam ama… anladın sen.

microsoft’un google’dan çekeceği var…

asdsa | 06 February 2006 21:39

Ben bilgisayar dünyasında önümüzdeki yıllarda yaşanacağını düşündüğüm birkaç gelişmeden bahsedeyim de varın siz katılın ya da katılmayın bana. Bence Microsoft bu Longhorn mudur vista mıdır yeni işletim sistemini çıkartacak ve gene insanlar acaba arayüzde temel bir değişiklik var mı diye merak edecekler, bir heves kurcalayacaklar yeni işletim sistemini. Ama görecekler ki yine klasik Microsoft resmiyetli bir ara yüz, yine heyecan verici bir gelişme yok. Yine bazı programlarda yeni tip yuvarlak düğmeler bazılarında kazık gibi eski tip dikdörtgen düğmeler karışık vaziyette v.s v.s…. ve sonra google bir anda ücretsiz bir işletim sistemi çıkarttım diye patlatacak bombayı. E tabi googledan beklenen şekilde “parlak” bir işletim sistemi olacak bu. Hızlı, şıkır şıkır bir şey, mesela google’ın satın alıp üstünde oynamalar yaptığı Picasa gibi… Ben tıkır tıkır çalışmak için yazıldım diye bağıran bir işletim sistemi. Sonra arkasından Open Office benzeri bir Office seti… o da ücretsiz…. Microsoft iki güçlü kalkanını kaybedip kan kaybetmeye başladı mı artık zaten google alır başını gider. (Unutmamak lazım ki Microsoft firefox’un alıp yürüdüğü günümüzde hala internet explorerda tab olayı olur mu olmaz mı falan gibi işlerle uğraşıyor.)

site adresi arıyorum!

junip | 06 February 2006 18:01

Arkadaşımdan duymuştumda adres aklımda kalmadı hiç. Bir site varmış dünya haritası içinde ülkeler ve nüfüs bilgileri . İsteyen siteye girip istediği ülkenin üzerine tıklayarak insanları tek tek öldürüyomuş, yani nüfus her tıkta bir azalıyormuş. hatta amerika yok olmuş bile. Bu adresi bilen duyan varmıdır acaba ?

Çağrı merkezi dialogları

ap | 06 February 2006 15:57

Bana gelen bir email:

Çağrı merkezlerindeki görevlilerin, sorunları çözmeye çalışırken “mavi ekran” vermesine sebep olan bazı Çağrı merkezi dialogları:

Bir müşteri internete erişme konusunda birtakım sıkıntılar yaşıyor:

Çağrı merkezi: Doğru şifreyi girdiğinize emin misiniz?
Müşteri: Evet eminim. Hatta bunu bir arkadaşımdan gördüm.
Çağrı merkezi: Peki bana şifrenizin ne olduğunu söyleyebilir misiniz?
Müşteri: Beş tane küçük yıldız

**********

Çağrı merkezi: Ne çeşit bir bilgisayar kullanıyorsunuz?
Müşteri: Beyaz !

Bildirgec’de neyi, nasıl yazma(ma)lıyım?

elfiya | 06 February 2006 12:39

7-8 ay kadar önce Bildirgeç’de yazmaya karar verdim. Okuyucularını bilmem ama Bildirgeç yazarları benden çok farklı düşünüyor, farklı referanslara başvuruyordu. Bu benim için, belki de onlar için de bir fırsattır dedim. Çünkü bugüne kadar görüş bildirdiğim platformlarda bulunan kişilerin değerleri, referans noktaları ve düşünce tarzları benimkine çok benziyordu. Eleştiriler o kadar fasit dairede dönüp duruyordu ki, ben de Bildirgeç bir fırsattır dedim. Farklı görüşler ile görüşlerim buluşsun, eleştirilsin dedim.

Bu kısa sürede Bildirgeç yazarlarının yapıcı ve nezaket dairesindeki eleştirileri niyetimi tasdik etti ve yazmaya devam ettim. Arkadaşlar daha çok sanat, teknoloji, deneme denilebilecek türde yazılar yazıyordu ki bu da benim için ayrı bir kazanç noktasıdır. Ben de dedimki politik meselelerde yazayım. Hem Bildirgeç’de buna engel bir beyan görmemiştim. Aradım taradım en uygun bölüm günlük geldi. Dedim ki burada yazayım. Ve yazmaya başladım. Neyi? Düşüncelerimi. Düşünceleri anlatmak için ne kullandım? Bazı kavramları ve değerleri.

Babam ve Oğlum

escape | 06 February 2006 09:17

Sevgili günlük,

Arkadaşlarımın aylarca “babam ve oğlum” filmini övmesine kulak asmadım, direndim ve filmi izlemeye gitmedim. Ama ben de insanım. Sabır da bir yere kadar! Gittim sonunda..

Ortalık yerde en son dokuz yaşındayken ağladığımı hatırlıyorum. Yaramaz ve söz dinlemez bir çocuk olduğum için, deliler gibi koşardım ve sık sık düşerdim. Sonra da “anneeeea” diye ağladım her çocuk gibi… Aradan onca yıl geçti ve ben, yazılı olmayan, herkesin içinde ağlamama sözleşmesini, tek taraflı bozmanın verdiği sıkıntıyla, bir sürü insanın içinde ağlamaya başladım. Genellikle ağlarken; ben, kendim ve şahsım dışında dördüncü bir kişinin bulunmamasına dikkat eder(d)im. Ama heyhat, bir sinema salonunda, beyaz perdede resimler gözümden beynime, beynimden gönlüme doğru hızla akıyor, kulağıma sözcükler takılıyor ve ben ağlıyordum. Diğer izleyenlerin üzerinde de izledikleri film, benzer etkiyi bırakmış olacak ki, oradaki herkes ağlıyordu. Güya “cool” takılacaktım. Filmi izledikten sonra, elimi çeneme koyup, “Hmm, minimalist yaklaşımlar ana temayı ön plana çıkarırken; optimist ve pesimist düşünceler kaotik bir sarmalla sentezlenerek sürrealizme yaklaşmış. Bu bağlamda izleyenin tepkileri hededir.” gibi anlaşılmaz sözcükler kullanıp kendime “entel kuntel” dedirtecektim. Ama ne oldu? Babam ve oğlum filminin neredeyse başlarında ağlamaya başladım. İlk ağlama ihtiyacının ardından önce gözlerimi yukarı çevirip içimden, “la la la la, seni duymuyorum. hem acımadı ki, acımadı ki!” dedim içimden arsızca. Ardından dikkatimi dağıtmak için olsa gerek, “yeni nesil gençlik ne yapıyor, film onları da ağlatıyor mu?” sorusuna cevap bulmak düşüncesiyle, çaktırmadan arkaya baktım. Daha sonra kaçacak bir yerim kalmadığından olacak, iki sıra önde oturan teyzenin acı hıçkırıklarına dayanamayarak ben de ağlamaya başladım. Sonra da film boyunca hep ağladım. Anneme, babama, küçüklüğümde tv’den hayal meyal duyduklarımdan hatırladıklarıma, bir devrin başlamasından bitimine kadar hep acı çekmiş insanlara, geçmişe, hatalara, zihniyetsizlik yüzünden ağır bedeller ödeyenlere ağladım, ağladım. Tüm bulara ağlarken aslında kendime de ağladığımı farkettim. Kaybettiğim aile büyüklerime ve kaybedeceklerime ağladım. Meğer ne çok gözyaşım varmış da, benim haberim yokmuş. Sonra işi abartıp ailemi her şeye rağmen çok sevdiğimi düşünüp yine ağladım. Hızımı alamayıp, neden artık “Donald Duck” gösterimde değil diye ağlamaya devam edecektim ama, ne yazık ki film bitti.