bildirgec.org

Donnie Darko

infuscoare | 01 November 2003 10:23

. Bir-th

Yirmi yıl öncesinin çocukları, hayal güçlerini daha fazla kullanmak zorundalardı belki. Belki dünyayı TV ve bilgisayar monütöründen değil de, kendi tecrübe ve gözlemleriyle anlamaya çalışmak için daha fazla zamanları vardı. Ya da belki sadece daha aptaldılar. Süslü hikayelere kolayca inanırlardı.
Bütün çocuklar doğum günlerini sever. Fakat yirmi yıl önce, doğum günlerinden nefret eden çocuklara rastlamak daha kolaydı. Pek tabii onlar, ilk doğum günlerinde yalnız kalanlar, her bir diğerinde yeniden ve yeniden ilkokula başlayan çocuklardı. Onlar, karınlarında kelebekler, kızgın öğretmenlerinin kendilerine ders vermesini bekler…
Ben onlardan birini tanırdım. Hep kızgındı, biraz da ürkütücü. Çocukluğundaki güneşin, tıpkı bütün diğer bebekler gibi annesinin kanıyla boyalı, kırmızı ışıklar çıkararak gölün içinden doğuşunu anlatırdı. Gölün ışıldayarak akşam olmasını bekleyişini ve geceleri sevgili güneşini yine koynunda saklayışını. Bir de, geceleri gölün dibinde uyuyan güneşi aradığını. “Akşam olacak bir gün” derdi…
Bir de fotoğraf albümü vardı. “Annemle birlikte çekilmiş fotoğraflarımız var daha çok içinde” demişti. İçinde olan şey ise sadece, yerlerinden oyulmuş ve başka bir fotoğraftaki annenin yanına yapıştırılmış çocuklardı.
Öldü sonra. Ya da akşam oldu sonunda, uykuya daldı o da. Unutuldu tabii. Neden kızgın olduğunu hiç kimse merak etmedi, her şey ortada değil miydi zaten… Ben yine de merak ederdim, çünkü en çok bana kızardı.

Cumhuriyet Bayramı geçti gitti…….

bluenote | 01 November 2003 04:21

cumhuriyet bayramını geçtik.. eskisi gibi sönük sıradan değilde kutlamalarla geçmesi güzel. ama gece gündüz haber veren bir kanalımızın hazırladığı “canlı kokteyl diycem” programı seyrederken gerçekten hüzünle karışık sinirlendim.. bir kere şu irtica başladığından beri Atatürk’ü dinsiz peygamberi gibi lanse eden sözde modern kesime illet oluyorum. sonuna kadar milliyetçiyim ve Ataya minnettarım. ama programda fransızca kantolar şarkılar söyleyerek bayramı kutlayan modern (!)sanatçıları kınıyorum.. ne alaka ya.. yurt dışında ses getirmiş o kadar sanatçımız var.. idil biret, suna kan , tuluyhan uğurlu, fazıl say, tarkan, hatta mustafa sandal. beğen, dinle, beğenme dinleme ama adam türk ve başarmış.. Atatürk’te bunu istemiyor muydu?.. neydi o şarkılar falan ya.. fahir çıktı neyse.. herşey göstermelik..fransızlarda milli bayramlarını asenayla kutluyor zaten. madem milli bayram, yok mu bizim milli değerlerimiz artık ya.. hele gazetecinin biri atayla ilgili bir masal anlattı sanki o da ordaymış gibi sanki çok milli olayda tüylerimiz diken diken olarak dinlemeliymişiz gibi.. “ata bulgaristandayken operaya gitmiş.. carmen dinlemiş.. güzel giyinen ata, hiç pijamasıyla gezmezmiş.. neyse gece yarısı pijamasıyla yanındaki üst düzey adamın odasına gitmiş ve ona ben bu savaşı niye kaybettiğimizi anladım.. çünkü bizim operamız yok ve carmeni halkımız dinlemiyor” gibisinden bişey söylemiş. aman ya tüylerim diken diken oldu.. o devirde ayakkabısını yiyip doyan halk napsın carmeni. eminim ata da öyle bişey dediyseyde öyle değilde “bizde kültüre ve sanata önem verelim falan demiştir. ve hiç sanmıyorum ki savaşı o nedenle kaybettiğimizi asla söylememiştir. çünkü operamız yok.. lafa bak ya.. üstelik atatürk sanat müziğini, halk müziğini çok severmiş ve zeybek oynarmış. annesi türk olduğundan (sözde türk avrupa maymunu modern kesime duyrulur bu.. atatürk türktü..)başı kapalıydı, hatta eşi türbana benzer bişey takıyordu.. millet abartıp soyunsun diye kıyafet devrimini yapmadı. kültürü ve eğitimi özümüzü türklüğümüzü kaybetmemiz için getirmedi.. japonların başarıları asla ama asla özlerini geleneklerini kaybetmemelerinden geliyor. ortada ki dava zaten başörtüsü değil onu alet edenler, bahane edenler. sanki müslümalığın tek simgesi başörtüsü. biz hala didişip duruyoruz. esas davalar bir yanda gündem bekliyor. bir taraf lale devri manyaklığında bir taraf hala aykkabı yiyor doymak için.. Atatürk ve ilkelerini dinsizlik ve avrupa maynunluğuyla karıştıranlarda ne yazık ki medyadalar. burada kasdettiğim devlet değil.. din devlet ayrı olmalı.. yoksa afganistan, iran olur sonumuz. sezer çok duyarlı ve cesaretli davrandı. benim anlatmak istediğim ve kızdıklarım smokinli medya maymunları.. incecik mini minileriyle modern türk kadını gözüken o insanlar. ya bari ramazan ayına saygı gösterin çünkü beğenmesenizde türkiye de yaşıyorsunuz.. ve geleneklerimizi ulusal kanallarda ayaklar altına almayın lütfen. hele milli bayramımızda..

Son Gün

plumprune | 01 November 2003 00:57

Bugün son gündü, “işte son gün…” diyerek sahile indim önce, otelin suni havasından kurtulmak için, yaklaşık elli metre uzaklıkta olan balıkçı iskelesine gözümü diktim, oraya doğru yol aldım. Yan site sakinlerinden sevgili Cafer Ağa’nın üç köpeğinin tatlı haykırışları ile yolum kesildi, onlarla oynaştım. Denize taş attım, getirdiler; taş kaydırdım, durup beklediler. Her tarafım köpek koktu, tokamı ve ufak çantamsı şeyimi ellerinden zor kurtardım. Evlerine dönmelerini sağlamak olası değil, boş arazide otlayan atları kovalıyorlar, ben nereye gitsem peşimden geliyorlar. E benim ayak bastığım yerler, onların da mülkiyeti sayılır. Tatlı mı tatlı Suzie’ye teslim ettikten sonra iki azman ve bir bidillağı, belirlemiş olduğum hedefime tekrar yönlendim, iskelenin ucuna gidecektim. Deniz, balık ve köpek kokusu sardı etrafımı. Derin derin içime çektim. Sürat motorları, kayıklar, ufak restoranlar derken sonunda uçtaydım. Deniz, yaz sezonunda olmadığı kadar berrak ve davetkar, havanın soğuk olması umurumda değil, ancak altımda bikinim yok, atlayamadım. Hayıflandım, sözde evlerine teslim ettiğim köpekler de burnumun dibinde bitti ansızın. Oturduk üç köpek bir de ben yanyana, bekledik belki yunuslar gelir diye. -Heyecana gerek yok, gelmediler. Zaten hikayemin sonunda da enteresan bişii olacağı yok, herhangi bir beklenti içine girmeyiniz.- Otelde son gündü, son müşteriler de yarın ayrılıyordu; ben de sezonu bitirmenin tadına, balıkçı iskelesinde varıyordum. Yalan söyleyemeyeceğim, geldim geleli bi tane bile kitap okumadım, ama çok yakında gireceğim bir sınava, az buçuk hazırlandım. Çalışma kitabında salak hatalar vardı, sıkıldım, bir kenara attım. Alkol tükettim, saçmaladım, taş topladım. Sabah akşam yoğurt yemeyi ihmal etmedim, sağlam kafa, sağlam kemiklerin üzerinde ikamet eder. 29 Ekim’de İzmir’de olmak istedim, Fransız Bayramında balonlar şişirilip, özel kutlamalar düzenlenen otelde, 29 Ekim için bi bok yapılmadı, rüzgar gibi geldi geçti. Bingo yaptık, allem ettim kullem ettim, çıkan rakamlarla bağlantı kurup, bayramı kutladım. Bu arada sahildeki iskeleden yola çıkıp, bingo (tombala) mevzuuna ben nasıl daldım? Neyse… İskele o kadar muhteşem kokuyordu ki, görselliği geride bıraktı. İçime çektim bol bol kokuyu, belki saklayabilirim diye, ama otel restoranına yaklaştıkça, büyü kayboldu, asabım bozuldu. Odaya çıktım, sukunet, kendim ile başbaşa bir iki saat geçiririm ümidiyle, elime de aldım kitabımı, okuyacağım. Heyhat ne mümkün, odaya daldı, elimdeki kitaba bakmadan, salak muhabbetler açtı. Sustum… cevap vermedim… sallamadım… anlamadı. Israrla uğraşıp, kafamı dağıttı. Attım kitabı, ona baktım. “Son gün, son gün…” diye sayıkladım.

Şimdi öğrendim, son gün değilmiş, bi gün daha varmış…