bildirgec.org

Remziye’nin Şerefine

llus | 06 August 2003 00:27

Olay şu: Bu ara fazla verdik kendimizi alkolün sarısına ve de kırmızısına. Bir bakiyorum Pano’da Kırmızı olmuşum gecenin sonun da Caravan’da sarıyım. Ertesi gün Victor Levi’de yine kırmızıyım sonra Nevizade’de sarı. Bu da yetmiyor Caravan’da yine sarı oluyorum. İçelim hadi! Gece oluyor simsiyah aslında rakı ile yarmak lazım gecenin siyahını rakının beyazıyla. Sabah uyanıyorum sürünerek işe gidiyorum gün boyunca ayılma teşebbüslerime kahve rengi Nescafe yardım ediyor.eee tabii o kahve ya rengide kahvenin rengi olacak. Bunu da pek düşünüyorum…

Daha çökmedim, yolun yarısına geldim.İçince eğleniyorum ben n’apayim? Nevizade gelen gidene bakıp eğleniyorum, düşünüyorum hatta tartıp yetmiyormuş gibi biçiyorum. Eee bunları yaaparken milk shake mi içççem? Dönüyorum galiba yine kendime ama başkalarını da yanımda sürüklüyorum.

Gölge 8 » Vişne Reçeli

pinkfloyd | 05 August 2003 15:28

Mert, uyandığında dünkü serin havadan eser yoktu. Gece pencere kendiliğinden kapanmıştı ve Mert, gündüzün sıcaklığı ve odanın havasızlığında, sıcaktan kavruluyordu. Uyanır uyanmaz, ilk iş olarak üzerindeki battaniyeyi attı ve hemen ardından pencereyi açtı. Tabi pencereyi açtıktan sonra yatağına geri döndü ve uyanmayı bekledi. En sevdiği şey buydu; uyandıktan sonra yatağında yapacağı miskinlik. Çalıştığı zamanlarda, sırf bu miskinliği yapabilmek için, gece kaçta yatarsa yatsın, sabahları kalkması gerektiği saatten yarım saat erken kalkardı. Uyumayı pek sevmezdi zaten, ama miskinliği çok severdi.

Yatağında öylesine yatıyordu ve sıcaktan nefret ettiğini bir kere daha fark ediyordu. Sürekli, soğuktan korunabilirsin, ama sıcaktan asla diye düşünür ve sıcağı seven insanların neden sıcağı sevdiklerine bir türlü anlam veremezdi.

Dün, tüm gün boyunca yaptıklarını düşünüyordu. Tüm gün boyunca, hayatının en önemli anını yazmıştı. Aklından bu yazdıklarını bir kitap haline dönüştürmek geçmişti. Belki de kendine itiraf edemediği bu düşünce, onu yazmaya itmişti, ama o bunun farkında değildi. Yazarken zaman su gibi akıp geçmişti oysa. Bir çırpıda yazmış gibi hissetmişti yazmayı bıraktıktan sonra. Bugünse hiç yazası yoktu. Ama yapacak bir işi de yoktu. Annesi öldükten sonra, ondan kalan ve daha öncesinde babasından kalan paranın kalan kısmıyla geçinmeyi tercih etmişti. Bunu başarabilirdi de, çünkü hatırı sayılır bir para kalmıştı ailesinden. Bu para ona, hatta çocuklarına bile yetebilirdi.

Üniversite yıllarındaki maddi durumu, şimdiki kadar iyi değildi. Bu para, sonradan, annesine çıkan bir piyangodan kalan paraydı. Babasıysa, kendi babasından ona kalan paraya dokunmamayı tercih etmiş ve o parayı Mert’e bırakmayı yeğlemişti.

Okulu bitirdiğinde, artık bir Arkeologdu Mert. Mesleğini yapmayı denedi, çok denedi. Birçok kazıya katıldı. Hatta bir keresinde Girit’e gidip uzunca bir süre orada kalmıştı. Ama sonrasında Arkeolog olmanın, kendi miskinliğiyle yürümeyeceğini anladı ve bu işten vazgeçti. Türkiye’ye geri döndü ve irili ufaklı birkaç işte çalıştı. Sonrasında annesine çıkan piyango zaten zorla yaptığı işinden hemen vazgeçmesine sebep oldu. Trilyoner değildi Mert, ama çıkan para ile orta boy bir ev, ufak bir araba ve her ay, faiziyle rahatça geçinebileceği bir paranın sahibiydi artık. Bu para ona yeter de artardı. Hayattan istediği neydi ki zaten? Bira, sigara, müzik, film, Internet. Onun için bunlar hayattı, ve yeterdi.

Zaman zaman düşünüyordu. Onca olaydan sonra hala nasıl bu kadar umursamaz olabiliyordu. Tanrı bilir, bu olaylar başkalarının başına gelseydi, şimdiden tahtalı köyü boylamışlardı, kesin. Ama onun ekstra bir özelliği vardı. O umursamayabiliyordu. Zaman zaman bayılıyordu ve ayıldıktan sonra geçmişte olanların üzerindeki korkusunu yenebiliyordu. Sanırım onun tek kalkanı buydu. Ama bu kalkana nedense hiç güvenmiyordu. Belki de korkulardan kaçmak, onun için kurtuluş yolu değildi. Ama korkularının üzerine gidebilecek kadar cesareti de yoktu. Aslında olayların akışına göre tepkisi vardı ve belki de net bir karakteri yoktu Mert’in. Net bir felsefesi de…

Zaman ilerliyordu, güneş Mert’in yatağına, bir kadın gibi süzülmeye başlamıştı. Ve O hala yataktaydı. Karnı çok açtı ve canı çok sigara istiyordu. Ama açken sigara içmek en nefret ettiği şeylerden biriydi. En sevdiği ise, sabahları kahvaltıdan sonra içilen sigaraydı. Arabayı çalıştırmak için anahtarı çevirmek gibi, onun anahtarı da sigaraydı, güne başlayabilmek için.

Yatağından zorla doğruldu ve gözleri kararmaya başladı. Ne yaparsa yapsın, yıllardır bu tansiyonunun düşüklüğünden kurtulamamıştı. Hele zaman zaman yataktan doğrulduktan sonra hiç beklemeden ayağa kalkıyorsa, bayılması an meselesiydi.

Bir süre bekledikten sonra ayağa kalktı ve aynada kendine baktı. Birden kendine çok yabancı geldi Mert. Sanki yıllardır aynaya bakmıyormuş gibiydi. Saçları nasıl bu kadar çabuk beyazlayabilirdi? Şakaklarındaki beyazlar gittikçe artmaya başlamıştı. Gözlerinin altı hafif şişti, ama bu yeni uyandığı içindi. Ama Mert, o an bunun yaşlılık belirtisi olduğunu düşündü. Hatta televizyonda gördüğü gençleştirici kremler bile geçti aklından. Sonrasında bu düşünce hemen kafasından siliniverdi.

Yatağını topladı, özenle. Çift kişilik yatağındaki tek yastığı, yatağın ortasına yerleştirdi. Yatağın yanında duran boş iki bira şişesini aldı. Hangi gün içtiğini anımsamıyordu onları, ama dün uyumadan önce içmediğinden emindi. Muhtemelen iki veya üç gün önce içmiş olmalıydı. Boş bira şişelerini, dolu kül tablasını ve yarısı su ile dolu olan bardağı alıp odasından çıktı ve mutfağa doğru yürümeye başladı.

Mutfağa girdi ve elindekileri lavabonun içerisine bıraktı, ardından bira şişelerini ve kül tablasını yeniden eline alıp balkona çıktı, külleri çöplüğe boşalttı, bira şişelerini ise yanına bıraktı ve yeniden içeri girdi.

İçeri girdiğinde mutfaktaki masanın üzerindeki ufak yeşil saate baktı ve gülümsedi. “Bunu bilgisayarın yanına koyarsam belki de daha fazla şey hatırlarım” diye düşündü ve saati alıp bilgisayarın olduğu odaya yürümeye başladı. Tuvaletin önünden geçerken, tuvalete girmeye karar verdi ve saati çamaşır makinesinin üzerine koydu. Çeşmeyi açtı ve yüzünü yıkamaya başladı. Elini suyla doldurdu ve ellerini yüzüne çarptı. Kafasını kaldırdığında karşıda ayna vardı. Bir an her şey karardı zihninde. Ama bu az sonra bayılacağı anlamına gelen karartılardan biri değildi kesinlikle. Sanki ayna, zihninde pek çok şeyi canlandırmıştı. “Şimdi aynada kendini tanı”… Böyle diyordu Noel Baba sürekli. Bu sözü ilk duyduğunda, ne kadar aptalca gelmişti ona. Ama sonrasında gelişen olaylar, aslında en önemli sözün bu olduğunu ifade ediyordu belki de. “Şimdi kalk ve aynada kendini tanı…”

Mert ıslak elini aynanın üzerinde gezdirdi. Görüntü bulanıklaşmıştı böylece. Belki de hatırlamak istemiyordu olanları. En azından şimdi bunun ne yeri, ne de zamanıydı. “Lanet olası saat” diye düşündü. Tüm olanları anımsatan aslında bu saatti. Gerçi saat, çok uzun zaman önce durmuştu. Saate yeniden pil almayı hiç düşünmemişti Mert. Ama zaman zaman saati sallardı ve saat bir süre daha çalışmaya devam eder, sonra yeniden dururdu. Birkaç ay sonra, saat sallayınca da çalışmamaya başladı. Bir gece uyumadan önce saate bakıyordu. Sadece ona bakıyordu, ama hiçbir şey düşünmüyordu. Koyunları saymak gibi bir şey. Gözleriyle saniyenin akışını izliyordu. Her seferinde saniye 6’nın üzerine gelince uyuyacak gibi oluyor, ama saniye yükseldiğinde tekrar gözleri açılıyor ve böylece uyumamış oluyordu. Bir süre sonra da uyku ağır bastı ve saniye 6’nın üzerine geldiğinde de Mert uyuyakalmıştı. Sabah uyandığında şaşkınlıkla saate bakmıştı çünkü uyuduğu zaman saat durmuştu, saniye tam 6’nın üzerindeyken. O gün bugün, saat 01:53:29’u gösteriyordu.

Ellerini kuruladı, saati aldı ve tuvaletten çıktı. Bilgisayara doğru ilerliyordu. Yürürken karnından büyük bir gurultu geldi. Karnı gerçekten çok açtı Mert’in. Saati bilgisayarın yanına bıraktı ve mutfağa gitti. Aslında güzel bir kahvaltı etmesini gerektirecek bir sebep yoktu, ama Mert, en yakın arkadaşı Erkan gibi kahvaltıya “Altın Öğün” derdi. Ne kadar uzun zaman olmuştu Erkan’ı görmeyeli oysa. Ama her kahvaltıya oturuşunda, aklına sürekli Erkan gelirdi. Onunla çok uzun yıllar beraber olmuşlardı. Mert, İstanbul’da, ailesinin yanında, İlkokul, Ortaokul ve Lise’yi bitirmişti. Ve her seferinde, her eğitim yılının başlangıcında, ne tesadüftür Erkan’la aynı sınıfa düşerlerdi.

Erkan, Mert’ten daha çalışkan biriydi. Mert, üniversiteyi ilk birkaç yıl kazanamamıştı, oysa Erkan, daha ilk senesinde üniversiteyi kazanmıştı ve İstanbul’da üniversiteye başlamıştı. “Her ne olursa olsun, öğrenmek zorundayız” derdi sürekli Mert’e. Mert biraz haylaz bir çocuktu, zaman zaman sınavlara hiç çalışmadan girerdi. Eğer Erkan olmasaydı o zaman Mert’in sınıfta kalma ihtimali bile vardı. Sınavlarda Erkan’ın yardımlarıyla yüksek not almayı başarırdı.

Aralarında bölünmesi mümkün olmayan bir dostluk vardı. Her gün beraberlerdi. Aileleri birbirlerini iyi tanıyorlardı. Dolayısıyla birbirlerinde kalmasında herhangi bir zorluk çıkmıyordu. Birbirlerinin her şeyini biliyorlardı. Her şeylerini. Mert’in, Gizem ve çevresinde oluşan olayları yaşadığı sırada ve sonrasında Erkan’a o kadar çok ihtiyacı vardı ki. Ona sarılıp ağlamayı ve olanları ona anlatmayı, dünyada başka hiçbir şeyle değişmezdi.

Sonrasında Mert üniversiteyi kazandı ve İzmir’e yerleşti. İzmir, Mert ve Erkan’ın arasının biraz açılmasına sebep olmuştu. Erkan okulunu bitirip İstanbul’da çalışmaya başlamıştı. Haftanın 6 günü çalışıyordu. Dolayısıyla İzmir’e gelme ihtimali olmuyordu. Mert’se üşengeç bir adamdı. Her ne kadar konu Erkan olsa da İstanbul’a gitmeye üşenirdi. Buna rağmen birkaç kere gitmişti İstanbul’a. Her gidişinde, bir önceki gidişiyle arasındaki süre, gittikçe açılıyordu. Bir süre sonra sadece telefonla konuşmaya devam ettiler. Sonrasında da doğum günleri, yılbaşları gibi özel günlerde konuştular. Daha sonrasında ise, bu da olmamaya başladı. Yılda bir kez ya konuşurlar, ya da konuşmazlardı. Ama ikisi de çok iyi biliyordu ki, birbirlerine hala çok bağlıydılar.

Erkan evlendiği zaman Mert’i aramış ve düğününe çağırmıştı. Mert’in Erkan’ı en son gördüğü zaman bu zamandı. Ki bu da yaklaşık 10 yıl öncesiydi.

Dün gece Mert uyumadan önce olanlardan habersiz, kahvaltısını ediyordu. Evet Erkan ölmüştü, öldürülmüştü. Hem de Gizem tarafından. Mert’in hayatının bir bölümünü mahveden Gizem tarafından. Evet, kabul ediyorum bu şaşırtıcı bir rastlantı ama dünya çok küçük, bunu kabul etmemiz lazım.

Mert televizyonu açtı, bir yandan da ekmeğine reçelini sürüyordu. Tam bir vişne reçeli delisiydi. Evinde hiçbir şey olmaz, ama mutlaka vişne reçeli olurdu. Vişne reçelinin olmadığı kahvaltılardan nefret ederdi.

Televizyonda, hava durumu vardı. Hava durumu, sıcak havaların habercisiydi bu aralar, bu kötüydü. Ama kışın hava durumları soğuk havaları haberdar ederdi, işte bu çok iyiydi. Mert vişne reçeli sürülmüş ekmeğinin bir parçasını ağzına attı ve ağzında bıraktığı mayhoş tadı hissederek çiğnemeye başladı. Her seferinde inanılmaz bir tat alıyordu vişne reçelinden. ‘Acaba ne zaman sıkılacağım bu reçelden’ diye düşündü ama sonra gülümsedi ve bir lokmayı daha ağzına attı. Hava durumu sona erdi ve ardından haberler başladı. Mert, uzun zamandır haberleri seyretmediğini fark etti bir an. Genelde haberleri seyrettiği televizyon kanalının haberler için hazırlanmış jenerik müziği değişmişti. Belki de bundan dolayı haberleri çok uzun zamandır seyretmediğini düşündü. Halbuki dikkat etmediği bir şey vardı. Bu bir son dakika haberiydi:

“Sevgili seyirciler, şu anda elimize geçen bir haberi aktarıyorum sizlere. İzmir’in Güzelyalı semtinde, dün gece, balıkçılar ağlarını toplamaya gittiklerinde hiç beklemedikleri bir şeyle karşılaştılar. Ağlarına takılan üç kişinin cesedini gördüklerinde ne yapacaklarını bilemeyen balıkçılar, o sırada gördükleri başka bir balıkçı teknesinden yardım istediler. Bu balıkçı teknesinde bulunan telsizle polislere haber veren balıkçılar, ‘…ilk başlarda büyük bir balık yakaladığımızı sandık. Ama sonra gerçeği gördüğümüzde ne yapacağımızı bilemedik. Böyle bir duruma şahit olmayı istemezdik. Ailelerine başsağlığı diliyoruz’ açıklamasında bulundular. Sorgulanmak üzere Merkez Karakolu’na götürülen balıkçıların buldukları cesetlerse, incelenmek üzere Adli Tıp Morgu’na kaldırıldı. Cesetlerden biri tanınmayacak halde olduğu için henüz kimliği tespit edilemedi. Kimliği tespit edilenlerin isimleri ise şöyle: Murat Deniz, Berkant Karakurt. Ailelerine başsağlığı dileriz.

Öte yandan yine İzmir’in Güzelyalı semtindeki 1528 numaralı sokakta başka bir kişinin cesedine rastlandı. Bu sabaha karşı saat 3 sularında çığlık sesleriyle uyanan sokak sakinleri, sokaktaki bir kişinin cansız bedenine rastladıklarında polislere haber verdiler. Olay yerine gelen polisler, daha önce eşine pek rastlanılmamış bir cinayet olayıyla karşılaştılar. Kalbine saplanan bir iğneyle yerde cansız olarak yatan bir kişinin üzerinde ‘Geliyorum…’ yazan bir notla karşılaştılar. Üzerindeki kimlikten, adının Erkan Caneroğlu olduğu anlaşılan kişinin cesedi de incelenmek üzere Adli Tıp Morgu’na kaldırıldı. Olay sonrasında yapılan açıklamada, 39 yaşındaki Caneroğlu’nun kalbine vişne reçeli enjekte edildiği anlaşıldı. Bu tuhaf cinayet sonrasında polisler, sahilde balıkçıların ağına takılan cesetlerden de yola çıkarak, bu olayların bir seri cinayet olmasından şüphelendiklerini açıkladılar…”

Mert, haberleri dinlediği zaman istemsizce, yutmaya hazırladığı vişne reçeli sürülmüş ekmek lokmasını tükürdü. Midesi birdenbire bulanmaya başlamıştı ve bunu engelleyemiyordu. Az sonra kusacağını düşünüp tuvalete doğru koşturdu ve tuvalette, midesindekileri boşalttı. Artık zamanı gelmişti, vişne reçeli yiyemeyecekti…

Öylece duruyordu Mert. Aklına bu cinayeti Gizem’in işlediği gelmemişti, gelemezdi, çünkü Gizem ölmüştü. Mert öyle biliyordu. Bir araba kazasında hayatını kaybetmişti ve yine Televizyonda Gizem Sarnıç’ın öldüğü haberini öğrenmişti eskiden. Aslında araba kazasını geçiren, Mert’in sandığı Gizem değil, başka bir Gizem’di. Haberlerde gösterdikleri resim Gizem’e çok benziyordu, ama o Gizem değildi. Belki de Mert, Gizem’in öldüğünü duyduğunda hissettiği sevinçten resimdekine dikkatle bakmamıştı. Keşke baksaydı, ama bakmamıştı. Eğer baksaydı, eminim Gizem’in peşine düşerdi. Ama bu cinayetle kendisine bir mesaj gönderildiğinden emindi. Vişne reçeli, Erkan, evinin yakınları, “Geliyorum…” mesajı. Sanki bir şeyler anlatıyor gibiydi, ama olanların kesinlikle bir cevabı yoktu.

Yüzünü yıkadı, derin bir nefes aldı ve mutfağa geri döndü. Masanın üzerindeki vişne reçeline baktı. Midesi bulanıyordu yine, olanlar aklına geliyordu. Aslında o kadar yakındı ki Erkan’a… Onun sesini duymuştu, belki onu kurtarabilirdi. Gece uykusunda duyduğu çığlığı önemsemedi. Keşke önemseseydi, keşke umursasaydı. Vişne reçelinin bulunduğu kaptaki vişne taneleri, birer göz gibi Mert’e bakıyorlardı sanki. Kahretsin, eski günler geri geliyordu, geçmişin gölgesindeki yaşantısı, geleceğini belirlemişti. Tıpkı dün bilgisayarına yazdığı gibi: “…Süregelen geleceğimin var olduğum ana denk gelmesi, var oluşumun daima beni geçmişe götürmesi, geleceğimin mi geçmişim yoksa geçmişimin mi geleceğim olacağı konusunda derin bir kararsızlık içine sürüklüyordu beni… (*)

Şimdi ne yapmalıydı Mert? Erkan ölmüştü. En yakın dostu. Aslında normal bir insan ağlardı. Yo hayır, belki de ağlamazdı, çünkü çok uzun zaman olmuştu Erkan’ı görmeyeli. Hala bunları düşünmesi bile çileden çıkarıyordu onu. Kahretsin, Mert, onun tek dostuydu, bir zamanlar. Anıları tazelemesine gerek yoktu.

Telefon çaldı. Mert ilk başta telefonu duymadı, ancak ikinci kez çaldığında telefonun çaldığını fark edebildi. Telefonun yanına gidip telefonu açtığında, karşı tarafta kimse yoktu. Sadece sinyal sesi vardı. Telefonu kapattı. Kapatır kapatmaz yeniden telefon çaldı. Hiç beklemeden telefonu açtı.

“Alo?”

Karşı taraftan hiç ses gelmiyordu. Mert yeniden seslendi, ama yine ses yoktu. Tam telefonu kapatacakken karşı taraftan bir ses duyuldu. Mert;

“Alo?”

Çok uzaklardan, pek anlaşılmayan sesler duyuyordu. Kesik kesik sesler…

“Pardon, sesiniz kesik kesik geliyor. Söylediklerinizi anlayamıyorum.”

“…en…. …in …v. …se… .eğ..sin….”

“Alo, sesinizi net alamıyorum. Telefonu kapatıyorum. Tekrar arayın” dedi ve telefonu kapattı. Bir süre telefonun başında bekledi, ama tekrar telefon çalmadı. Bunun üzerine Mert, telefonun yanından ayrıldı ve dolaptan aldığı bir kutu kolayla beraber salona geçti.

Bilgisayarının başına oturdu ve bilgisayarını açtı. Ardından oturduğu koltuktan kalktı ve bir CD alıp, müzik setinin yanına gitti. CD’yi müzik setine yerleştirdi ve bilgisayarının başına geri döndü. Müzik başladığında yerinden fırladı. Ses o kadar yüksekti ki, Mert’in kalbi duracak gibi olmuştu, korkudan. Halbuki klasik müzik takmıştı mert, ama çalan müzik Primus grubuna ait bir müzikti. CD’yi kutusundan alırken içeriğine bakmamıştı. Maurice Ravel CD’sini Primus’un kutusuna, Primus’unkini de Ravel’in kutusuna yerleştirmişti, yanlışlıkla. Ama o klasik müzik dinlemekten vazgeçti. Gürültülü bir şeyler, kafasını dağıtmaya yardımcı olabilirdi. Müziğin sesini biraz kıstı ve bilgisayarının yanına geri döndü. Bu karmaşa sırasında yaşlı bilgisayarı açılmayı başarabilmişti. Mert, bilgisayarında Erkan’ın resimlerini arıyordu. Çok dağınık bir içeriği vardı bilgisayarının. Mert’in evine gelenler, onun bu huyundan hep şikayet ederlerdi. Bir dosyayı bulmak, samanlıkta iğne aramaya benziyordu onun bilgisayarında. Ama neyin nerede olduğunu çok iyi biliyordu Mert. En azından bugüne kadar öyle sanıyordu.

Dakikalar boyu Erkan’ın bir resmini aradı, ama bulamadı. Anıları tazelemeye gerek yoktu evet, ama Mert bunu çok istiyordu. Uzun bir süre geçti. Mert hala resmi arıyordu. Sonunda baktığı klasörlere tekrar bakmaya karar verdi ve en baştan, resmin, içerisinde olabilme ihtimali olan klasörlere baktı. Sonunda istediği resme ulaşabildi. İstanbul’da çekilmiş bir resim. Yanlış anımsamıyorsa, 1973 kışına ait bir resimdi. 1974’te olabilir. O gün tamamen canlandı zihninde Mert’in.

Okuldan çıkmışlardı. Mert, gizlice fotoğraf makinesini almıştı evden. Kaliteli bir fotoğraf makinesiydi, o zamanlar için. İlk başta babasından izin istemişti, ertesi gün fotoğraf makinesini almak için. Ama babası, bu konuda Mert’e güvenmiyordu. Mert her ne kadar yalvarıp yakarsa da, babası yapmıştı yapacağını. Fotoğraf makinesini ertesi gün okula götürmesine izin vermemişti. O gece Mert, ertesi gün makineyi okula götürmenin planlarını yapmıştı kafasında. Sabah herkesten önce uyandı ve fotoğraf makinesini alarak evden çıktı. Daha fotoğraf makinesini eline aldığında, bir ara düşürecek gibi oldu. O an çocuğun kafasından onlarca düşünce geçti. “Ya fotoğraf makinesini okulda düşürürsem ve parçalanırsa. O zaman bir yerlerden borç para bulur, makineyi tamir ettiririm. Ama ya biri bir şekilde çalarsa makineyi? O zaman ben babama ne diyeceğim? Yeni bir makine satın alamam ya…” Bu düşüncelere rağmen, makineyle beraber evden çıktı.

Düşündüğü gibi olmamıştı. Makinenin başına bir şey gelmemişti okulda. Çünkü yanından hiç ayırmamıştı makineyi. Hatta çantasından çıkarmamıştı bile. Zaten Mert’in istediği, okulda resim çekmek değil, Erkan’la beraber okul dışında birkaç resim çekilmekti.

Okuldan çıktıklarında, okulun 200 – 250 metre ilerisindeki bir parka oturdular. O vakte kadar fotoğraf makinesinden Erkan’ın da haberi yoktu. Mert makineyi çıkardığında, Erkan büyülenmişçesine makineye baktı.

“Oğlum, nasıl aldın bunu evden?”

“Ya sorma. Alana kadar canım çıktı. Dün babamdan istedim makineyi, vermedi ama. Ben de sabah kimse uyanmadan erkenden kalktım ve makineyi alıp evden çıktım.”

“Akşam seni bir güzel azarlayacaklar desene.”

“Umurumda değil açıkçası. Ne olursa olsun. Biz şimdiyi düşünelim. Makine için yeni bir film aldım. Bugün bu filmi tüketir ve tab ettiririz. Makineyi de akşam, aldığım yere bırakırım. Belki de kimse fark etmez.”

“Sen bilirsin. Ama akşam fark ederlerse, o zaman başına gelecekleri biliyorsun.”

“Öf, amma uzattın. Hadi söyle, nerede çekeyim resmini? Şurada büyük bir ağaç var. Onun yanına gitmeye ne dersin?”

“Hadi gidelim.”

Çocuklar gibi sevinmişlerdi. Bu soğuk kış gününün acımasız soğuğuna aldırmadan, bir sürü fotoğraf çekiyorlardı. Hatta parkta, çocuklarının güvenliğinden sorumlu ailelerinden bile istemişlerdi resim çekmelerini.

Mert’in bilgisayarında baktığı resim, işte o gün çekilmiş resimlerden biriydi. Mert kolunu Erkan’ın omzuna atmış, parkın sınırlarını belirleyen demirlerin üzerine çıkmışlardı. İkisi de kocaman gülümsüyordu. Erkan’ın diş telleri, resimde pek belli olmamıştı. Mert’in şimdi dökülmek üzere olan saçları, o zamanlar hafif uzundu bile. Okuldan, uzun saçlarına dair sürekli uyarı almasına rağmen bunu umursamıyordu. Yoldan geçen birinden, bu resmi çekmesini istemişlerdi.

Mert, resme dikkatlice bakıyordu. Birden, İstanbul’u özlediğini fark etti. Çok uzun zaman olmuştu İstanbul’a gitmeyeli. “Bir yolunu bulup gitmeliyim” diye düşündü. Bunu söylerken gidemeyeceğinin o da farkındaydı. Uzun yolculuklardan nefret ederdi çünkü. Ama şu an bunu düşünmeyi istemiyordu. Zaman zaman hayallerde yaşamak, yapamadıklarımızı yapabilmenin verdiği heyecana değer değil mi?

Resimde, ikisinin arasındaki boşluktan, parkta oynayan çocuklar görünüyordu. “Kim bilir, bu çocuklar neler yapıyorlar şimdi?” diye düşündü. Çünkü o çocukların birçoğunu parkta görürlerdi sürekli. Çocukların arkasındaki banklarda anneleri oturuyordu. Kimisi dedikodu yapıyor, kimisi çocuğunu biri öldürmesin diye, gözlerini çocuğundan ayırmıyordu. Parkın bazı -kuytu- köşelerinde de, gençler duruyordu. Belki de bazıları, kardeşlerini getirmişti parka, ve kardeşlerine güveniyorlardı. Belki de güvenmiyorlardı. Nasıl olsa onların yerine güvenecek, başka anneler de vardı parkta. Doğal denge…

Resimde, Mert ve Erkan’ın durduğu bölümün sağ tarafındaki biri dikkatlice Mert’e bakıyordu. Mert, resme bakıyordu şu an, ama o kadın, dikkatini çekmemişti, henüz. Mert, bir süre sonra o kadına baktı. Kadın bir yerlerden tanıdık geliyordu, ama nereden olduğunu bir türlü çıkaramamıştı. 20’li yaşlarda güzel bir kadın. Kadının masmavi gözleri, sanki resimden dışarı çıkacak kadar gerçekti. Mert o kadına bakıyordu. O kadınsa resimdeki Mert’e bakmaya devam ediyordu. Sanki bir şey olmuştu ve Mert, o kadından gözlerini alamıyordu. Birden kadın gözlerini resme bakan Mert’e çevirdi. Mert ilk başta göz yanılması zannetti. Gözlerini kapattı, yeniden ovuşturdu ve yeniden resme baktığında kadının hala kendisine bakmaya devam ettiğini gördü. Şu an olanların tek açıklaması, resme ilk baktığında da o kadının, Mert’e bakıyor olması gerektiğiydi.

Bu karmaşadan uzaklaşmak için, resmi kapatmak istedi. Ama bilgisayarı isteğine cevap vermiyordu. Resmi kapatmak için tuşa basıyordu, ama resim kapanmıyordu. Resimdeki kadınla hala göz gözeydiler. Tam monitörü kapatacaktı ki, resimdeki kadın ayağa kalktı ve Erkan’ın yanına doğru yürümeye başladı. Erkan hala resimdeki görevini başarıyla yerine getiriyordu, hareket etmiyor ve gülmeye devam ediyordu. Kadın yürümeye devam ederken, Mert olanları izliyordu. Kalbi az sonra yerinden fırlayacaktı sanki. Tüm vücudu kan pompalıyordu. Mert, kadını tanıdı sonunda. Kadın Gizem’di. Başka kim olabilirdi ki? Gizem, Erkan’ın yanına geldi ve yanında durdu. Çantasından içi kırmızı bir sıvıyla doldurulmuş iğneyi çıkardı ve Erkan’ın kalbine sapladı. Erkan hala hiçbir tepki vermiyordu. Gizem’se, hala Mert’e bakmaya devam ediyordu. Gizem, iğnenin içindeki sıvıyı Erkan’ın kalbine boşalttı ve ardından objektife doğru yürümeye başladı. O kadar gerçekti ki, sanki monitörün içinden ellerini uzatabilecekti. Mert, donmuştu. Hiçbir şey yapamıyor, sadece olanları seyrediyordu. Gizem objektife yaklaştı, yaklaştıkça görüntüsü bulanıklaşıyordu. Şimdi resimde daha büyük bir yer kaplıyordu ve başı, Erkan’ın resimde görünmemesini sağlıyordu. Sol üst tarafta ise Mert, hala gülümseyerek, objektife poz veriyordu. Bir an gözlerini Gizem’den ayırıp, resimdeki kendisine baktı. Hala gülümsemeye devam ediyordu. O gülümseme, çok korkutucu görünüyordu Mert’e. İmkansızdı çünkü. Beyni, gerçekle sahte arasındaki ayrım kurallarına uymayan görüntülere karşı ne tepki verebilirdi ki? Resimdeki Mert, gülümsemesini değiştirdi ve gözlerini resme bakan kendisine doğru çevirdi. Artık gülmüyordu. Gizem; objektife, monitöre, yani Mert’e yaklaşmaya devam ediyordu. Mert’in aklına monitörü kapatmak gelmiyordu. Gizem, ellerini kaldırmaya başladı. Sanki az sonra monitörün içerisinden çıkaracaktı ellerini. Mert daha fazla dayanamayıp bilgisayarın başından kalktı ve koşarak odadan çıktı. Mutfağa kadar ilerledikten sonra, arkasını döndü ve bilgisayarına baktı. Az sonra Gizem’in monitörden çıkacağından emindi. Ama öyle bir şey olmadı. 10 dakika kadar bekledikten sonra bilgisayarının yanına gitti. Monitöre baktığında, her şey eskisi gibi duruyordu. Kadın hala oturmuş, sırıtarak objektife poz veren iki çocuğa bakıyordu, mavi gözleriyle.

Az önce olanların aslında olmadığını sandı Mert. “Dün gece bu kaltağa çok kafayı taktım” diye düşündü. Ama bir yandan da yazısına devam etmek istiyordu, içindeki anlamlı ama sebepsiz dürtü, onu buna zorluyordu. Hayatın olması gerektiğinden çok daha hızlı aktığını düşündü birden. Fotoğraftakileri dün gibi hatırlıyordu ama aslında olanlar dün olmamıştı.

‘Keşke bu sabah uyanmasaydım’ diye düşündü. Daha uyanalı birkaç dakika olmuştu ve bir sürü olay gelmişti başına. Neden oluyordu bunlar? Mert, bir ara delirmek üzere olduğunu düşündü. Bilgisayarındaki resmin hareket etmesi olanaksızdı, ama her ne olduysa, resimdekiler hareket etmişti işte.

Mert, tekrar banyoya gitti. Her öğenin, farklı bir geçmişi vardı aslında. Mert’in başı ağrıyordu, bu kadar çok anıyı kaldırabilecek kadar genç değildi, bunu çok iyi biliyordu. Yeniden yüzünü yıkadı, ardından ecza dolabından iki aspirin çıkardı ve onları yuttu. Banyodan çıktı ve balkona doğru ilerlemeye başladı.

Yeniden telefon çaldı. Mert, cevap verdi.

“Alo?”

“Mert Bey ile görüşecektim…”

“Buyurun benim?”

“Mert Bey. Merhaba. Benim adım Hüseyin Lütife. Güzelyalı Karakolu’ndan arıyorum sizi. Erkan Caneroğlu’nun ailesinden aldım sizin telefon numaranızı. Olanları biliyorsunuzdur. Başınız sağ olsun.”

“Teşekkür ederim.”

“Sizinle görüşmemiz gerekiyor. Uygun mu?”

“Ne zaman?”

“Sizin için ne zaman uygunsa. Ancak kısa bir süre içerisinde olsa iyi olur. Sormak istediğim birkaç soru var size. Bu cinayet olayı ile ilgili araştırmalarımız kapsamında, sizden de alacağımız bilgilerin faydası olabileceğini düşündük.”

“Tabi ki. Yalnız bugün değil de yarın olsa, sizin için uygun olur mu?”

“Önemli değil. Yarın sizi bekliyoruz. Yeri biliyorsunuz değil mi?”

“Evet biliyorum.”

“Tamam o zaman. Hoşça kalın.”

“İyi çalışmalar.”

Yeniden her şey sırasıyla gerçekleşiyordu. Belirli olaylar karşısında önceden planlanmış karşı tepkiler dizisi… Biri ölür, diğerleri sorgulanır. Biri sorgulanır diğerleri merak eder. Biri merak eder, diğerleri de bunu sorgular. Hayat böyle sürer gider ve biz en sonunda ölür gideriz.

— — — — — — — — — — — — — —
DEVAM EDECEK
— — — — — — — — — — — — — —

  • 1 » Başlangıç
  • 2 » Gizem
  • 3 » Saat
  • 4 » Yanılgı
  • 5 » Kremalı Kahve
  • 6 » Dar Oda
  • 7 » Çığlık
  • Yazarın Notu: Şimdi “nereden çıktı bu 8. Bölüm, en son 5’i yazmamış mıydın?” diyeceksiniz. Gölge 5’i yazdıktan bir süre sonra kendime bir site yaptım. Hafif’teki günlük misali, sıkıldıkça yazıyordum oraya. Oraya Gölge serisini aktarmaya karar verdiğim zaman, hikayenin elden geçirilmesi gerektiğine karar verdim ve başta, ilk iki bölüm olmak üzere, tüm bölümleri elden geçirdim, bazı eklemeler yaptım. Ayrıca bölümlendirmelerde de değişiklikler yaptım. Gölge’nin, birdenbire 8’e atlaması, ilk iki bölümün son halinde 4 bölüme çıkmış olması idi. Tüm bölümlerde bazı eklemeler yaptım. Tüm hikayeyi, yukarıda verdiğim linklerden, yeniden okumanızı öneririm. Gerçi okumasanız da bu bölümü anlarsınız, olay örgüsünde bir değişiklik yok. Ama bazı materyallerin, kafanızda daha iyi şekillenmesi için ve olayları yeniden hatırlamak için, okusanız iyi olur. Ayrıca fark edeceğiniz üzere, bölümlere isimler de vermeye başladım. Ayrıca buraya tıklayarak, Gölge hakkındaki bilgilere ulaşabilir, dilerseniz doc/zip formatında hikayeyi bilgisayarınıza indirebilirsiniz. Umarım beğenirsiniz.

    Tarihi elinde tutmak

    WeaponX-hafif | 05 August 2003 14:28

    Dün akşam kütüphanedeyim. Geleneksel iş çıkışı, kütüphane kapanana dek tez yazmak işin eşinme maratonuma devam ediyorum. 13’ünde haftasonu kapanacak kütüphane ve ben yan basacam… bileğim burkulacak.

    Terörist politika uygulamaları araştırıken, soykırım ile ilgili bir kitapta Melos ve Atina meselesini araştırıyordum.Merak ya işte bakayım dedim direk Thucydides ne yazmış birebir. Aradım katalogdan bir kitap çıktı. Gittim aldım. Okurken garip geldi dili. Biraz eski bir İngilizce idi.

    O ne!!!! Kitap 1900’de basılmış! Vay be ilk defa bu kadar eski bir kitabı elimde tutuyordum. Acaip bir enerji hissettim kitaptan. Daha evvel elimle değebildiğim en eski kitap 1921 basımıydı.

    Acaip bir şeydi. Okudum ve bir hoş oldum. Demek tarihle ilgili işler yapan insanlar bunun bilmem kaç katı eneji hissediyor. Paleantolog olsam ve dinozor kemiği bulsam mesela. Vay be! Megalodon dişi bulsam mesela. Mesela dedik tabi, Türkiye’de paleantolog olup sürüneyim mi? Varsayalım İsmailişte. Caz yapma küllük.

    sabah

    Cartouche | 05 August 2003 13:18

    sabah… ter ile boğulmuş uykusuzluk… fazla kaçan sofra şarabının akşamdan uzanan küfürü… işe gitmek everest’e tırmanmakla ilişkili… zihinsel hazırlık lazım, uzun bir süre… o süre yok… acele, hep acele, çabuk, hep çabuk… çok zor!

    Duş almayı bırak, yüz yıkayacak hal yok. Dişler iş yerinde fırçalanabilir. Bir adet diş bakım takımı da orada konuşlandırılmıştı ya! Tembelliğe yatak ol(sun)du.

    Kahvaltı ne? Hiç sırası değil. Kan şekeri sabahları şeker ister. Kesme şeker… İşte kahvaltı sana. Nescafe eşliğinde poğaçaya kadar kan şekerini besler. Vitamin hapı da alınabilir… Manganese falan.

    Mezun oldum…

    trouble | 05 August 2003 13:06

    içim içime sığmıyor. Bir garip oldum.. 8 sene sonra mezun olmak… Anlatılacak gibi değil.