bildirgec.org

Kargolama

winmaker | 02 December 2002 17:35

Yurdumun kargo şirketlerinden içler acısı bir görüntü. Birisi kaymazlar.com‘u hatırlatır nitelikte bi vaka. naras kargocular arkadaşın maaşını vermeyip, tersleyince haklı olarak o da tepkisini göstermiş. Bir diğeri ise Yurtiçi kargo, sitesi heklenmiş ve haberleri yok gibi. gerçi büyük ihtimalle com.tr‘ye yönledirme görevi görüyodur. başına buyruk bırakmamak lazım tabi.

Ecevit’in sindirim sistemi

Vivaldi | 02 December 2002 17:34

Özkan’ın ayrılmasınısindiremedim. Seçim tarihini içime sindiremedim. Son muayeneleri içime sindiremedim. FP‘yi sindiremedim. Koşullu adaylığı içime sindiremedim Deprem felaketinde gelen dış yardımların geri çevirmesini içime sindiremedim. İçtüzüğü ulusal açıdan içime sindiremedim. Business Class‘ı içime sindiremedim Sezer’in tavrını içine sindiremedim. Bildiriyi içime sindiremedim. çikarilan yasalari içime sindiremedim. Nükleer enerjiyi içime sindiremedim Giresun’un sahipsiz bir il gibi gösterilmesiniiçime sindiremedim. Kıbrıs’ta gelinen son durumu içime sindiremedim. Talat Şalk’ın sözlerini içime sindiremedim. Bu affı içime sindiremedim

TRAJEDİYİ ANLAMAK VE YAŞAMAK-I

vayvayli | 02 December 2002 14:08

Yaşamak, büyük oyunun içine girmektir; bazen iyi bir aktör olarak, bazense kamera önünden geçen zavallı bir figüran. Yaşamak bazılarının gerçek oyunu; bazıları ise sadece dublör. Bazı dublörler şanslıdır, bazılarının zordur işi; yaşamak bazen seçeneksiz kılar onları. Bazı sahnelerin çekiminden hoşlanırsınız, bazıları sıkar sizi, bazıları sinirlendirir, seti terk etmek istersiniz; terk edersiniz de nihayet. Yaşamak öyle bir şey; büyük oyunun içine girmektir. Bazen bu oyunda çıplak kalırsınız, bazen kimsesiz, bazen soyut, bazen bir hayali oynarsınız. Sık sık rollerinizi karıştırırsınız. Evinize döndüğünüzde sizi takip eder takındığınız yalancı maskeniz, uyduruk rolleriniz. Bazen asıl oyuncu siz olursunuz, güzel bir dublör kadını öpersiniz sıcacık dudaklarından. Oysa asıl kadın perdenin gerisinde izler sizi. Bazen yerinize dublör kullanılmasını istersiniz. Kendiniz olmaktan korkarsınız. Kenan Işık’la Hülya Avşar’ın oynadığı Yeşil Işık filminde öpüşme sahnesi için Hülya’nın yerine dublör kullanıldı biliyorsunuz. Benim hep beynimi kurcalar durur. Acaba Kenan Işık neden dublör kullanılmasını istemedi? Acaba neden? Bu dünyada erkekler biraz daha fazla mı kendi rolünü oynuyor? Racon mu kesiyorlar birazcık? Bizde mi böyle, diğer toplumlarda nasıl bu? Kenan ışık da dublör kullanabilirdi pekala. Bunun için talipli de çok olurdu. Sevinirdi garibanlar. Hülya Avşar kendisi oynasa idi kızar mıydık ona? Ailesi dağılır mıydı veya Kaya’nın son kabahatinden daha mı ağır olurdu bu? Biz ona Berlin in Berlin’de kızmamıştık. O zaman ailesi yoktu, hiç değilse bir kızı yoktu ama. Bilmem ki… Her ne ise. Büyük bir oyunun içine girmişiz belli. Kimimiz yalancıktan, kıyısından köşesinden tutmuş, kimimiz sıkıca sarılmış, kavramış bir kere tüm benliğiyle yaşamı, şaşırmıyor, ıskalamıyor hiç. Bazen büyük adamı oynuyoruz, bazen zavallı bir Marin’i. Bazen lordu taşıyoruz, bazen bir köy çobanını. Sağlıklı, umutlu ve hür kimi zaman, bazense kızgın, kırgın kahpe bir gençliği. Yalan rüzgarı gibi geçiyor günler, gerçek bir tokat gibi iniyor bazense yüzümüze zaman. Durmadan yağmurlar yağıyor, akıl almaz sıcaklıklar oluyor, kaynıyor gövdemiz, içimiz içimize sığmıyor. Çatırdayan ağaçların altından hızla fırtınadan kurtulmak için kaçıyoruz. Oysa yolumuzun sonu deniz; bitiyoruz, tükeniyoruz. Kaçtığımızdan bizi sürüklemesi için fırtınaya iş de düşmüyor hem, biz istiyoruz ayrılığı, biz istiyoruz uçurum düşünceler yaratmayı beynimizde. Çılgınca sevişiyor, salakça bakışıyor ve akıl almaz bir şekilde ölüyoruz günlük kendi setimizde. Bitirmeliyiz diye sözler veriyoruz kendi kendimize bu oyunu ama her yeni günle birlikte ışık tutuyor ve dokunuyoruz yaşamın olağan düğmelerine, tıkır tıkır işlemeye başlıyor yeniden. Karışıyor her zaman oyun, kabalaşıyor, orta oyununa dönüşüyor; ebenin kim olduğu belirsiz, mele taşı kayıp! Durmadan sızlanıyor denizler, durmadan hüznü boğuyor avuçlarında bir küçük kız. Minicik benliğinde tonlarca ipuçları taşıyor bu kısacık hayattan. Birer benek her adımı, her dokunuşu dağılan kristallerle koca bir yığına dönüşüyor. Bir bakışı yeniden bir yangın başlatıyor kurdelesi sökük yamaçlarda. Sevgili nüveylâ, çıkmalıyız bu oyunun içinden. İncecik ayaklarında önce sen terk etmelisin buraları. Yüreğimizi ve ince yaşam ustalıklarımızı emin bildikten sonra ben de ağlamaklı gelmeliyim ardından. Aslında nüveylâ, biz bu oyuna hiç girmedik ki! Hep kenarda ısındık. Koca kalabalıkları şaşkın bakışlarla seyrettik. İkiyüzlülükler, anlayışsızlıklar, alınganlıklar gördük. İçeriye girmek için attığımız her adımımızda derin sancıların içine düştük. Kendimizde kaldık birazcık, kendi içimizde. Role soyunmadık, birbirimizin olmadık. Birer adacık gibi kaldık açık denizlerin, kalabalık balıkların arasında. Bazen ayıplandık, bazen ayrı tutulduk, “ateşin ışığına getirilmedik,” hürriyetten mahrum bırakıldık, soyutlandık ama oyuna da gelmedik, bir oyunun ortasındaydık aslında. Yaşam koca bir sahne, yaşam çılgınca benlikleri sıyırıp kapıda öyle alıyor aktörlerini içeri. Yanımızı anlamsızlıkların, hürmetsizliklerin, sevgisizliklerin sardığını gördüğüm an, aslında bu oyunun ortasında olduğumu gördüğüm andı. Ya devam edecektim, ya terk edecek. Binlerce seyircinin çılgınca alkışını kesip terk etmek zordur bu oyunu. İnandığın ve güç bulduğun kaynakla bağlantı damarının koptuğu anın yaşamın sonu olduğu varsılından hareketle oyuna fazla devam etmemem gerekiyordu. Terk ettim; yerime dublör de kullanmıyorum. Demek ki büyük oyuncu değilmişim. Büyük oyuncuların ayrılması çok zor olur. Bülent Ecevit gibi. Ben büyük oyuncu değilim; fazla da kaptırmadım kendimi bu oyuna., her şeyin bir yerde oyun olduğunu biliyorum ve rolümü oynuyorum. Biliyorum hala kimse yalanlamadı; yaşamın mağaranın duvarındaki gölgeden ibaret olduğunu. “Tüm gördüklerimiz ya da gördüğümüzü sandığımız birer düş değil mi?” diye soruyor Edgar Allen Poe. Keşke düş olsaydı diyorum. Ona düş kadar değer verir, düş gibi tutardık aklımızda. Bu kadar incitmezdik gururu, bu karartmazdık onuru belki o zaman. Belki de yaşamak mağara duvarındaki gölgemize dokunmak; onun yokluğunu bilmek ve bu yokluk bilgisi üzerinde “bilge” olup öyle yaşamaktır. Yada onun görselliğiyle, mağara duvarının dokunduğumuzda hissettiğimiz varlığını tümleyip, beynimizde yeni bir varoluş determinizmi yaratmaktır. Sonrada delirmektir. Yol, oyunu terk etmekle bitmiyor; yolu buluncaya kadar çeşitli yolları denemekten geçiyor anlaşılan. Evet, evet bu bir oyun; ne yazık ki türü: Trajedi !!!

AİDİYET DUYGUSU VE MÜKEMMELE ERİŞMEK

vayvayli | 02 December 2002 14:04

Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var. Sizleri nelerin beklediğini bilmeden yaşamak, ardında büyülü bir dünyanın olduğuna inanılan kapının önünde günlerce beklemek kadar heyecanlı ve can sıkıcı olsa gerek. Yaşamın içinde filizlenip büyümeden olgunluğu tatmanın tecrübesi, kalkmakta olan gemilere yetişmeye çalışmanın da telaşı içerisindeyken, farklı kulvarları zorlamak, bazen sahayı enine kat etmek, bazen bir Beyoğlu zoralımından sonra batan güneşi Şişhane sırtlarında yudumlamak gibi yenilikçi kılınmayı bir itiraf saymak nevinden de olsa yaşamı keşfetmenin olası yollarını araştırma çabamız, bizi biraz daha yorgun düşürüyor. Ne günler eskisi kadar kısa, ne de eskisinden çok daha fazla işlerimiz var. Asıl halledilmesi gereken mesele, yaşama inatla sarılma yetisine yeniden ulaşmaktır. Kıyılara duyuracağımız tek sesimiz kaldığı sürece batan gemilerden kıyılara imdat sesimizde her zaman yükselmelidir. Önemsediğimiz şeyler aklettiğimiz şeylerdir. Belki zaman zaman duygularımızdaki kudreti sağlama adına ara sokaklarda yaşam modeli bulmaya çalışmış olsak da hep aklettiğimizi önemseriz. Bunu sağlamak için çoğu zaman güç de buluruz. Ancak sürdürme konusunda uzun zamana yayılan kronik darboğazlar yaşar, bazen düşünceyi beyinde üretememenin sıkıntılarını yaşarız. Şimdilerde sarsılan bir zaman anaforunun içerisinde ilerliyoruz. Ama bu seyrüsefer temel aldığımız, dayandığımız kendi iç benliğimize ait bir çok değerin, düşünce ve davranış tarzının kolay yok olmasını sağlıyor; ilerleyen zamanlarda herhangi bir nedenle bir türbülansa girdiğimizde veyahut su almaya başladığımızda, bu tür iç değer yokluğunun mevcudiyeti ilerleyişimizden çok daha hızlı bir şekilde geriye düşüşümüze neden olmaktadır. Dengeli yaşamın, sağlıklı düşünme yeteneği ve sağlam bir öngörü becerisiyle sağlanacağı açık iken, tutkuların itmesiyle düşülen anlamsız durumlar ve öngörülmeyen yaşam modellerine açıklık bu dengenin kaybolmasına, doğru-yanlış kavramının erimesine ve yaşama tutunmayı azaltıyor. İnsan anlığında reel ve ritüel şaşkınlığın başlaması, eşanlı olarak boşvermişlik şeklinde görülen bir davranış tipinin de öne çıkmasını sağlıyor. Çünkü yaşamın içinde varolan acı ve hoşnut olmama duygusu, ya da aidiyetsizlik görmezden gelindikçe küllenip yok olma şeklini alıyor. Yaşamı bir şekilde “acı”ya dönüşmüş insanlar ya nefret duyar ya da sınırsız bir vurdumduymazlıkla neşesini muhafaza ediyor görünürler. Her yaşamın belirli dönemlerinde küçük-büyük inkılaplar yaşayacağı kabul edilir bir durumdur. Bu dönemlerin nedenlerini besleyen önceki dönemler ile sonuçlarını barındıran sonraki zamanı birlikte yaşayan bir beyin, en kötü gündeliğini icra halinde bile değişen şeylerden taraf gözükür. Değişmek kötü de olsa hissetmek denen şeyi yeniden vücuda taşır. İnsan hissettiği sürece yaşama aidiyet duyar. Değilse buraya ait olmadığı düşüncesi gitgide oturmaya ve kendini kabul ettirmeye başlar. İnsanın kendini farklı hissetmesi ile ait hissetmemesi aynı şeyler değildir. Farklı hissetmek, aynı koşullarda iyi yada kötü ayrı bir şekilde durmayı, davranmayı ve düşünce üretmeyi tarif ederken, aidiyet duygusunun bitmesi, bir “göç halini” zorunlu kılar. Bu bazen uzak ülkelere, sıcak memleketlere ve aşırı denizlere göç hayali şeklinde tezahür eder, bazen de “yaşamdan çekilmek” şeklinde kendini gösterir. Hatırlarsanız, 90lı yılların ikinci yarısında İstanbul Ataköy’de iki satanist genç intihar ettiğinde, arkalarında bıraktıkları mektupta: “Biz buraya ait değiliz!” diyorlardı. Onlar haklıydı; insanların yaşama ait olmadığını hissettiği anda onlara sunulacak yaşam gücünü bulmak artık neredeyse imkansızdır. Belki bu yaşamdan çekilme arzuları birazcık ötelenebilir ancak ortadan kaldırılamaz. Bunun değişik örmeklerini etrafımıza baktığımızda görebilmemiz mümkündür. Herkesin istediği, arzuladığı ve temenni ettiği şey, sevdiğidir. İnsanların sevdiği şeyler arttıkça, bunlara aynı anda sahip olamayan insanın özlem duygusu da artar. Özlem, insana çizgi dışına çıkma lüksü sunacak kadar maceralı bir duygudur; aynı zamanda tehlikelidir de. Kendi tutarlılığından emin olamayan insanların özlem duygusunu kullanarak yola çıkmaları, onların bir daha eve dönmeme alternatifini de aktif tutmalarına sebep olur. Bu nedenle çoğu zaman insan sevdiği tek “şey”le kalmaya zorlanır. Bunun bazen herhangi bir “obje” şeklini alması da olasıdır. Bu tek şey, bazen diğer şeylerin içimizden koparıp götürdüğü nice coşkularımızı da sağlar nitelikte olabilir ancak hiçbir zaman en geniş anlamda tatmini ve tatminde istikrarı temin etmez. İktisat diliyle alternatif maliyet, sevgi duygusunun hiçbir zaman mükemmele ermemesinin tek nedenidir. Bunun bir başka ve daha kaotik boyutu ise her şeyi bir nedenden dolayı sevmek, ilgi duymak ve kabul etmek ön koşulumuzdur. Burada da mükemmeli yakalamak olasıdır ancak her zaman öne çıkan sevgi itiraflarının arkasında yatan sınırsız arzuları ortaya koymak da gereklidir. Farkında değilsiniz belki ama beklediğiniz gelecek, avuçlarınızda süvari gözyaşları gibi duran yağmur damlalarında saklıdır. Ne gün o yağmurları gönül çölünde intiharla yüz yüze gelmiş bir lalenin çatlak dudaklarına ulaştırırsınız, siz o gün bu yaşama ait olduğunuz hissini yaşamaya başlarsınız. Değilse, içinde daima müthiş dağdağaların yaşandığı, sürekli “defolup gitme” arzularının gündemde tutulduğu bir sürgün ülkesinde mukim bir kabiliyet taşırsınız. Özünüze erdiğiniz sürece öz ülkenizdesiniz.

İSTANBUL KENDİNDE; BEN KENDİMDE DEĞİLİM

vayvayli | 02 December 2002 14:01

Bugün İstanbul senin benim kadar mutlu olmalı! Ben yaşamadım. Ayakkabılarımı değiştirdim. Eski ayakkabılarımla bir başkaydı tadı İstanbul’un. Sokaklarda kanaviçe sıklığında bir alınganlık, pazarlarda beyaz perdelere sığınan hayale kaçma arzusu ve korkak arzularda yeni bir şeye başlama arzusunun uyandığını duydum. Arzunun üç olması arzunun azlığına yada hürriyetin yokluğuna açılır. İstanbul kendinde, ben kendimde değilim. İçimdeki tarihi değeri olan şeyleri taşınmak üzere bir yerlere yığdım. Boş kalan yürek çukurlarımda sulu tarıma başladım. Dış açığım hızla kapanıyor, bütçem fazla vermek üzere; dengeden önceki darboğazı yaşıyorum. Yürek koca bir piyasa! Hobbes’in insanların iktidar olma arzusu hayatlarını idame etme arzusunun bir sonucudur demesine inanır gibi oldum. “Eşya latifleştikçe göze görünmez olur!” diyen Necip’i de anlar hale geldim. Bugün İstanbul senin benim kadar mutlu olmalı! Ben yaşamadım. Ayakkabılarımı değiştirdim. Eski ayakkabılarımla bir başkaydı tadı İstanbul’un. Sokaklarda kanaviçe sıklığında bir alınganlık, pazarlarda beyaz perdelere sığınan hayale kaçma arzusu ve korkak arzularda yeni bir şeye başlama arzusunun uyandığını duydum. Arzunun üç olması arzunun azlığına yada hürriyetin yokluğuna açılır. İstanbul kendinde, ben kendimde değilim. İçimdeki tarihi değeri olan şeyleri taşınmak üzere bir yerlere yığdım. Boş kalan yürek çukurlarımda sulu tarıma başladım. Dış açığım hızla kapanıyor, bütçem fazla vermek üzere; dengeden önceki darboğazı yaşıyorum. Yürek koca bir piyasa! Hobbes’in insanların iktidar olma arzusu hayatlarını idame etme arzusunun bir sonucudur demesine inanır gibi oldum. “Eşya latifleştikçe göze görünmez olur!” diyen Necip’i de anlar hale geldim. Uykusuzluğumu da irice bir güvercinin pencere önüne konmasına bağlıyorum. Önce göğsünü açtı; hürriyetin andını içip başını cama yasladı. Gözleri doldu ve “ekmek”in lafını etti. Bütün bunların “yasak” olduğunu giderken söyledi ve günler sonra içindeki korkunun uyandığını söylerken umutlu, bir o kadar da düşünen(!) cinsten olduğunu anımsattı. Rüzgar sert, kent sevimsiz düştü. Güvercin, martı, kuğu ve serçeye kadar uzanan kent yaşamı iç içe geçti ve belki de İstanbul’a ikinci defa yağmur yağdı bugün. Camlar ıslak ve süzülüyor gece rengi aşağılara doğru. Bozdoğan Kemeri’ne bakan yüzüm, masamı örseleyen turuncu ışık ve kalbimden hız almayı bekleyen kazanma coşkusunun burukluğu ile dolu. Kötü ve iyi olan var. Herkes gibi bir hayatım olması iyi. Herkesten farklı olduğuna inandığım günlerin geride kalıp sıradanlaşmam kötü; ve o geride kalan büyülü günleri bugünün şartlarında yaşanılmasını istemem koca bir tutku. Ben İstanbul’u koklamaya ayak parmaklarından başladım. Bütün sancılar da buradan doğdu. Bugün neresinde olduğumu söylemeyeceğim ama başlanılması gereken yeri siz de biliyorsunuz. Her hangi bir liman şehrinde doğmayı isterdim. O zaman uzak kolonilere gidip üzüm tığları koparmak ve nemli dudaklarımda onu öte-beri yuvarlamak hoşuma giderdi. Ama ben rakımı iki binleri zorlayan bir yaylada ve keskin vadilerle çevrili bir iklimde doğmuşum. “Yakamoz” ve denizin bekaret kaybettirdiğine bu yüzden fazla takmıştım. Aksi de mümkün; gün batımı kuşlarının yoksul ayak izleriyle koyu gölgeli çatlardan ırayıp gitmesi ve o insafsız güz göçünün başlamasıdır beni “tutuklu” kılan. Sonraki ayrılıklar, değişen kentler ve yırtılan anıların bizi kenara itmesinden kaynaklandı. Ve suskunluğum; issiz dağların diriliği ve bıçkınlığı karşısındaki suskunluğum… Son yediğim kuzey rüzgarının esnemiş vurgunu ise beni öldürmeyecek kadar yetersiz ve zevksizdi. Hala ulaşamadığım kış güneşinin boşalan sıcaklığına karşı hırsım da azaldı. Kaybetmek de bir sonuç artık benim için. Canımı sıkmıyorum. Evde ebedi yalnızlığım var, kentte yürekli dostlarım. Artık yazmanın da zevki yok. Siz istemezsiniz belki ama ben artık ince yaşam ustalıklarından tüketiyorum.

“Akdeniz cıvıklığı”nın uzağında

kaptanhayal | 02 December 2002 13:04

Şavkar Altınel, Türk şiirinin detaylarından biridir, yaşadığı günlerde çok da ciddiye alınmayan bu şairin, 5-10 seneye kadar iyice unutulacağından eminim. Neden böyle olduğunu bilmiyorum, çünkü bundan 5-6 yıl önce Şavkar Altınel’in şiiriyle ilk karşılaştığımda, yakında keşfedilecek bir büyük şairin şiirleriyle karşı karşıya olduğum hissine kapılmıştım. Şair falan değilim, anlamam, Altınel’in bir “detay”olduğunu düşünenlerin neden öyle düşündüğünü. Ama onları kaale almam; kaale alınmamaları gerektiğini de düşünürüm. Kendi beğenilerini, kendi dünya görüşlerini “Doğrusu budur” diye dayatan borsa manipülatörlerine benzetiyorum onları. Konunun borsayla ilgisi şöyle, borsada, berbat durumdaki şirketleri “Bu şirket süper” diye gazlayıp, tahtaların efendisi olan bi takım tipler vardır, sağda solda çıkar isimleri. Batıda spekülatör (Gerçekten iyi durumdaki bir şirketi önceden fark eden kişi), Türkiye’de ise manipülatörler yön verir piyasalara. Para piyasalarına ve düşünce piyasalarına. Diyorlar ki, “Şu kitap çok iyi”, “Şu kitap berbat”. Borsa manipülatörleri gibi, medyayı kullanarak yapıyorlar bunu; şan şöhret, iktidar, allah ne verdiyse bir şeyler kazanıyorlar diye tahmin ediyorum… Böyle gelmiş böyle gider, ilgilendirmiyor beni; ben sade bir okur olarak, Şavkar Altınel, hayatta ve sağken bi şeyler yazayım istiyorum.