bildirgec.org

Figüran

eceligelenfare | 29 December 2002 22:34

Klişe bir laf vardır : “Hayat bir tiyatro, bizse oyuncularıyız” diye. Günümüze uyarlandırdığımızda bu lafı “Hayat bir sinema, bizse oyuncularıyız” şeklini almış olduğunu görürüz . Tiyatrodaki oyunlar kadar masum değil artık yaşadığımız Dünya. Tiyatronun bile en karmaşık kurgusalı en fazla 50 metrekarelik bir sahnede sahnelenebilirken sinemada akratılabilen ise zamanı ve mekanı aşıp çıkıyor karşımıza. Uluslarası bağlantıları olan bir eroin şebekesini tiyatroda yansıtabilmenin zorluğunu düşünün, bir de Los Angeles’ta, Moskova ve Mısır piramitleri manzaralı bir kaç sahne ile sinema izleyicisine aktarılabilen ambiyansı. Klişe bir laf vardır : “Hayat bir tiyatro, bizse oyuncularıyız” diye. Günümüze yarlandırdığımızda bu lafı “Hayat bir sinema, bizse oyuncularıyız” şeklini almış olduğunu görürüz . Tiyatrodaki oyunlar kadar masum değil artık yaşadığımız Dünya. Tiyatronun bile en karmaşık kurgusalı en fazla 50 metrekarelik bir sahnede sahnelenebilirken sinemada akratılabilen ise zamanı ve mekanı aşıp çıkıyor karşımıza.

Cem yılmaz, Damien, Mike…

Replica | 29 December 2002 22:00

simdi ilginç olduuna inandiim bi durumum var benim ve onlarin… blur’ün vokalisti damien’i bilirsiniz, ya da Godzilaaz’in.. herneyse… cem Yilmaz zaten malum.. Simdi ben ilk kez Damien’i televizyonda gördüümde alacakaranlik kusagi ray bradbury tadinda bi hisse vukuu buldum… bi anda Damien’in benim çok iyi bi dostum olduunu ve uzun zamandir görmediim için de ne kadar özlediimi, neden hiç onu arayip sormadiimi düsündüm.. sanki bu damien’la ben bizim mahallede okulun bahçesinde kukali saklambaç oynayip, öölen vakti annelerimizin yaptii ekmek peyniri paylasmistik… gerçi ingiltere ve ankara hava bakimindan pek bi sevisirler ama yine de bu his biraz fazla diil miydi? ya da korkutucu anlamda saçma? Hayir diildi.. çünkü bundan kisa bi süre sonra (bu diye kastettigim: yeni dostluumun gerçeklik hissi)bu kez de çilginlarcasina Cem Yilmaz rüyalari görmeye basladim, densiz yorumlara mahal vermemek için belirtmek isterim ki bu rüyalar inanilmaz bi fairplay dostluk ortaminda seyretmekteydi.. biz Cem’le bir gül, bir, eglen.. yani anlatilcak gibi diil.. (sanilmasin ki asosyal bi durumum var… gayet sosyal ve arkadaslari, dostlari olan bi insanim, bunu da açiklamamin sebebi bu asosyalsin de ondan bööle delirmisin..açiklamasini elimine etmek için) simdi ertesi gün uyaninca ben bi özlüyorum ki Cem’i sormayin gitsin.. yani resmen tanidiim ve mecburen ayri düstüüm bi dostu nasil özlersem, öyle özlüyorum bu ikisini.. gerçi bu ara damien’a biraz bozugum.. nedenini sormayin hiçbi fikrim yok.. bi de Michael Jackson durumu var ki.. o adamin ölmesi gerek benim raat nefes almam için.. çünkü o bi komplo teorisinin parçasi.. hangi parçasi bilmiyorum.. sadece çok korkuyorum.. o gitmeli..

bilmiyorum

tga | 29 December 2002 16:12

kimi zamanlar, yazayım mı yoksa okuyayım mı bilemiyorum. birini tercih ediyorum ama sonunda… boş kalmıyorum. insan, insan işte, garip gibi. “insan, düşünebilen hayvandır”, bu, onu daha kötü hatta en kötü yapan ilk şey sanırım. kötü, her anlamda kötü…

filmlerde “iyi” adamın kız arkadaşını kaçırmakla kalmayıp, zavallı kızcağıza birde tecavüze yeltenen, ama nedense hep kızın gömleğinin düğmelerini koparttıktan sonra, bıçak yada kama gibi keskin bir şeyle sutyeni kesip kızın memelerini gördükten sonra dayak yiyen adamlardan bahsetmiyorum. bilakis, “iyi” adamın, muhtemelen sarışın, iyi bir işi ve iri bir kıçı olan, kaçırılma sahnesine doğru muhakkak mini etek giyen, “oh hayır!”, “jaaaaack!”, “seni aşağılık herif!” dışında cümle kurmayan, başkada bir bok yemeyen kız arkadaşını kurtarmaya giderken işlediği suçlardan bahsediyorum, cinayetlerden bahsediyorum, akan kanı soruyorum, bilmiyorum.

fakirliklerden doğan zenginlikleri ile götleri kalkanlardan bahsediyorum, öyle ki, hep gülecekleri bir şeyleri olanlardan, cennetten kooperatif arsası alıp köşe olanlardan, yaz tatillerini geride bıraktıktan sonra çarkıfelek’e gömülen, resmi ve dini bayramlar, yılbaşları gibi “özel” günlerde ne yapacaklarını şaşıran, star, vatan vs. bile okumayan, kahvesini (-ki daha çok coffee) sadece saatin ibresi yönünde karıştırıp sadece 45oc’da içen, ıstakoz yediğinde, lahana yiyen ile aynı şeyi çıkartacağından haberi olmayan, tüm bunların ve bu tür birkaç şeyin daha sonunda, büyük evleri, 5 arabaları olan büyük kiliselere giden cypriss hill üyelerinin dillerine “amaama superstar, big house, five cars, big church” diye şarkı sözü olan, hep sıçan… evet sıçanlardan bahsediyorum, hem, ne fark eder ki? hepsi bizim için yaşıyormuş canlıların, doğanın tamamı bizim içinmiş, bizim için olanın anasını böyle ağlatmamız neden, bilmiyorum.

yazmak konusunda ayırtına vardığım ilk şey, sinir harbi geçirten, duygusal, kadınlara dair yada yaşama dair bir şeyler yazacağım zaman 0.5 kurşun kalem, teknik, bilim, güncel, araştırma gibi konularda yazacağım zaman ise klavye ile daha verimli olduğumdur. bu bana, insancıllığın “en özgür” olması gerektiğine dair bir işaret gibi görünüyor. yani, kalem özgürdür demeye çalışıyorum, gerçekten, istediğin her neyse onu çizer kağıda. tek iş, beyin ile elin koordinasyonunun sağlamaya kalır, sana. bilgisayar başına geçtiğinde ise önündeki düğmelere basmaktır tek çıkar yol. birkaç milyon yazı tipinin içinde sıkışıp kalmışsındır. buradan, bilimciliğin, teknolojikliğin özgürlük konusundaki sınırlılığına varabilir miyiz, bunu yapmak ne derece doğru, bilmiyorum.

en marjinali, bir kalıptan fırlamışçasına sıradan, geri kalanları ise tek düzeliğin dibine vurmuşken, insanların “özel” olduğundan, uğruna bir kainat bir evren yaratılacak denli özel olduğundan bahsetmek, hele hele bunu iddia etmek, yersizdir. bu nedir peki? bu, “istemeyenler”in başarısı, bu, üniforma cümbüşü içinde kaybolan dünyanın adı. birkaç sene öncesine kadar, küpe takan, saçını uzatan, top sakal bırakan yada bunların tümünü yapan, kısacası, “farklı” görünen erkekler dayak yerdi, linç edilirdi tüm memleketim dahilinde. bu alerjisi yurdum delikanlısının hala devam etmekte elbette, ama işte, “gelişmiş, avrupalılaşmış, gümbür gümbür, sırasıyla: new-age, generation -next en sonunda da trendy & friendy” oluveren şehirlerimizde, piercing’i olmayanı almıyorlar clublara, rock barlara… penis derisi altına piercing yaptırmayana kız vermemeye doğru büyük adımlar ile ilerleyen harikulade metropol kıvamındaki cehennemlerimizde yaşayan canım memleketlim, gencim, kendine bir arayış ararken, extacy diye satın aldığı bebek aspirinlerine para yetiştirebilmek için, gece annesinin cüzdanını – babasının cebini kurcaladığı tarihlerde, glowingeyes.net’den sanırım pink’in sarfettiği bir söz geliyor aklıma “küpe sikik ama, piercing daha bir sikik” – o zamanlar severdim perçinli gençliği bir karşı duruş havasında gezdirdikleri metallerden dolaylı, bu gün karşıma geçip “abi nası olmuş” diye dilini çıkarttığı zaman, sinirlerim, maaşı ödenmemiş rodeo boğasına kayıveriyor. “iki perçin attırana bir dövme bedava” ilanlarına hazır bu ülkede, bakire olmayanın orospu olduğu bu ülkede, asansörlerdeki kullanma talimatlarının yazılı olduğu, pirinç – alüminyum levhaların köşelerini kopartmak için tırnağını, anahtarını, cep telefonunun köşesini feda edenlerin seçtiği hükümet ile yönetildiğim bu ülkede, yine glow’un deyimi ile “pipisinin işlevsizliği çenesine vurmuş godoşların ve kanamalı monikaların” para kazandığı, kaliteli margarin ile ekonomik margarinin matrix efektleriyle birleşip halkın olduğu, arçelik bayilerine gidip “çelik geldi mi? kaç para?” diye soran beyinlerin yaratıcılığına teslim olan, bu ülkede, daha ne kadar toprak üstünde kalmak istenilir, bilmiyorum.

televizyonda gördüm, bir “ibne öğretmen” skandal olmuş, ana haber bültenlerinin içine girmiş, ne güzel demiş bukowski “iki erkeğin sevişmesine karşı değilim; ikisinden bir olmadığım sürece…” öğrenim gördüğüm kampus dahilinde var “ilkokul öğretmenliği bölümü” bölüm var olmasına var ama, sarf edilecek metanetli cümle pek yok gibi. bu kadar çok embesil’in bir arada bulunabileceği tek yer varsa, bu, bilet fiyatları 500 ila 750 milyon arasında değişen bir petek dinçöz konseri olabilir ancak. ancak, “keşke petek dinçöz olsa bunların yerinde” dedirtecek cinsten bunlar. konuşmayı, beceremiyor bunlar, bunlar düşünmeyi bilmiyorlar ki konuşabilsinler. düşünebilen bu hayvanlar, bunlar düşünemiyorlar. arkadaşım (ki üç ila beş kişi için kullanabilirim bu kelimeyi i.m.y.o öğrencileri içerisinden tanıdıklarım için) “seni yapmazlar öğretmen” diyor, “neden?” diye soruyorum, kalabalığı göstererek “görmüyor musun be abi?”, “görüyorum”, “eee?”, “evet, görüyorum, sanırım. haklısın”. ibrahim tatlıses, ne denli öğretebilir altı – yedi yaşında çocuğa türkçe’yi? “hayat”ın ne olduğunu bilmeyen, milyarlık hatun, ne anlar hayat bilgisinden? amerikanın kıta olduğundan bihaber yurdum evladı mı öğretecek coğrafyayı? okul kantinindeyim bunları yazarken, “beyaz cafe”deyim birde “cafetto var, daha pahalı beyaz’dan, daha lüks görünümlü birde. okulda bir eylem yapılınca, dekanlığın da karşısında olmasından kaynaklı, beyaz cafede toplanır sol görüşlü öğrenciler, (aslında şu sol konusuna ayrı bir girişmek gerek, sol’un kendisine değil buradaki sol’a) o nedenle beyaz, daha çok sol’dan olduğunu iddia edenlerin toplaştığı, cafetto ise, çıtırların cirit attığı bir mekan olarak anımsanır kampus dahilinde. yeni bir öğrenci tanışmış bizim petek özleten öğretmenlik öğrencilerimiz ile. yeni öğrenci soruyor, “beyaz ne cafetto ne höğn!?” aday kızımız yanıtlıyor, tüymetrelerim sürekli clip yakmakta dinliyorum bende; “yaa, şimdi burası böyle işte, görüyosun, nası desem, daha lüks, oraya şeyler takılıyo, böyle pkklılar falan, hadepliler yani, o yüzden oraya gitmiyoz, sonra ordakiler daha fakir, burdakiler daha zengin, işte ordakiler, cumhuriyet falan okuyolar yani, biz buraya takılıyoz” bu arada diğer kişiciklerin çıkarttığı bazı ses bütünleri var “ne abi bu cumhuriyet ayağı, ne biçim gaste o, her yeri yazı?”, “hadep kapandı, dehap oldu”, “lan bak şunu diyom işte, sarışın olan kot ceketli, büro yönetiminde okuyo”. yarma’nın cümlesi geldi aklıma “burada kompozisyon sınavına girmiyoruz, konuşuyoruz, isteyen istediği gibi yazar, üstelik yıllarca ingilizce klavye kullandım…” hafif dahilinde kullanılan dilin, türkçe dilbilgisi bakımından eksiklikleri ile ilgili bir konuda söylemişti bunları, cümlesi tam olarak böyle olmayabilir ama anlattığı bu idi. haklıydı da, ama bu kızımız birkaç sene sonra öğrencilerini kompozisyon sınavına tabi tutacak, bu ufak farklılığı görünce merak ediyorum, “peki ne olacak?”, bilmiyorum.

korkarım bu konu, sandığımdan çok daha tehlikeli bir hal almış. geçen senenin birinci döneminde girdiğim kompozisyon sınavında, “dil, türkçe’nin durumu, koruma onarma yolları” gibi bir konu verilmişti. tam benlik, verdim veriştirdim, yirmi aldım yüz üzerinden, ikinci dönem tekrar bir kompozisyon sınavı yaptı aynı öğretimci, aynı konuyu verdi, tekrar yazdım aynı şeyleri, tek farkla;

ilk kompozisyonumun sonu olan, “… ve bu böyle devam ettikçe, bakkallar, manifaturacı kızlar, elektronik eşya ve dayanıklı ev aletleri satıcıları, gazeteciler, patronlar, şarkıcılar, reha muhtarlar, öğrenciler, yazarlar ve en kötüsü de öğretimciler, devam edecekler dili yıpratmaya, bozmaya, öldürmeye yada annesi her ne koymuşsa adını.” bukowski alıntılı cümlemi, bu saydığım kişilerin “işbirliği yapması” gerektiği şeklinde güncelleyerek. doksan aldım yüz üzerinden, “yazımı düzelttiğimde yüz de alabileceğim” eklentisi altında. kuşun kalemle yazmıştım o kompozisyonu, bu metni de öyle, bakalım hafiflerken ne kadar koruyabileceğim ruhu.

kadın (explicit!)

lynx-hafif | 29 December 2002 15:55

kadınlar,.

hiç birine inanmayın, güvenmeyin. aşık olmayın!

aşık olduğunuz sürece aptalsınız.

kadınlar can yücel’in söylemindeki gibi erkeklerden hoşlanırlar.

can yücel’e (hiç can yücel okumadım) soruyorlar “kadınlar hakkında ne düşünüyorsunuz ?” o da cevap veriyor “düşünmem sadece skerim.”

gerçek bu sanırım.

bugün tüm inancımı kaybettim.

ölmeyi yeğlerdim.

kahretsin, bu masum gönlüm! hala gerçekleri görmezden geliyor.

Eurovizyon

pentium4 | 29 December 2002 03:55

Good Evening Dublin ! Here the results of Turkey…

Vay be ne kaptırırdık kendimizi. Bayağı milli davaydı işte :))