bildirgec.org

sahaf1976

11 yıl önce üye olmuş, 44 yazı yazmış. 0 yorum yazmış.

KIM KI –DUK / İKİYE AYRILMIŞ BİR ÜLKENİN TEK VE KOCAMAN KALBİ (1)

sahaf1976 | 03 July 2009 09:58

KIM KI_DUK
KIM KI_DUK

Organize İşler filminde Üzeyir karakterini filmdeki tüm karakterlerden daha fazla sevmemin nedeni Süpermen Samet ile aralarında geçen konuşmadır. “Üzeyir abi sen dilsiz değilsin. Niye hiç konuşmuyorsun?” diye sorar Samet. Yıllar geçmesine rağmen unutamadığım şu cümleyi söyler Üzeyir, “Bir ara çok konuştum, hiç faydasını görmedim. Bıraktım.”
Ne büyük bilgeliktir insanın bunun ayrımına varması. Küserek, acıyarak, kaçarak bir savunma biçiminde değil anlayarak, sindirerek tercih edilmiş bir suskunluk. Konuşan Türkiye’nin kısacık bir zamanda, ağzı olan konuştuğu için, Labarba yapan Türkiye’ye dönüşmüş olmasının ilacı belki de suskunları anlayabilmek, susmayı öğrenebilmektir. Evde, okulda, vapurda, sokakta, tiyatroda, bağıra bağıra ve sanki dünyanın en müreffeh ülkesinin imtiyazlı vatandaşlarıymışız gibi kahkahalarla konuşmamızın altında yatan o toplumsal hastalığı teşhis ve tedavi etmek zorundayız. Akıl sağlığımız biz söz sıkarak zamanı öldürmekle meşgulken ellerimizin arasından kayıp gidiyor oysa. 3. sayfaların cinnet ve cinayet haberleriyle doğru orantılı bir gürültü toplumu oluyoruz. Susan Türkiye istediğimden değil elbet, boş konuşan Türkiye’den yorulduğumdan…

KIM KI_DUK
KIM KI_DUK

Suskunluğu tercih etmiş, hiçbir yere bağlı olmayan, gittiği her yerde hep misafir, hep sürgün olan birinin en kolay yaptığı şeydir resim çekmek. Fotoğraf makinesiyle değil zihniyle çeker resimlerini. Dilini, kültürünü bilmediği sokaklarda gezerken sesleri, sözleri değil resimleri toplar cebine. Konuşarak tüketmez içindekileri. Egolarını, hırslarını, korkularını da ehlileştirmiştir o, bu sayede mümkündür susabilmek.

20 Aralık 1960’ta Güney Kore’de bir taşra köyünde dünyaya gelen Kim Ki-Duk işte bu susan ama biriktiren insanlardan oldu. Çocukluğunun oldukça haşarı geçtiği biliniyor. Dokuz yaşındayken ailesiyle birlikte Seul’e taşınmış olmasıyla büyük şehir kavramıyla tanışmış oldu. Ailesinin ekonomik olarak güçsüz olması sebebiyle kısa sürede meslek sahibi olması gereken Kim Ki-Duk büyük şehirde tarım eğitimi verilen bir okula gönderildi fakat onu bu okula yönlendiren ekonomik sorunlar büyüyerek devam ettiği için okulu tamamlayamayarak ayrıldı.

Geoffrey RUSH / Oyuncu Değil Büyücü

sahaf1976 | 24 June 2009 13:19

Oyunculuk serüvenine Brisbane’de bulunan Queensland Tiyatro Ortaklığı’nda başlayan ve Queensland Üniversitesi’nin sanat bölümünden mezun olan Geoffrey Rush, 06 Haziran 1951 yılında Queensland’ın Toowoomba kasabasında Roy Rush ve Merle Rush’ın oğlu olarak dünyaya geldi. 1970’lerin sonlarına doğru, öğrencilik yıllarında o vakitler henüz Braveheart ya da Cehennem Silahı gibi filmlerle kendi seyircisini oluşturmamış olan Mel Gibson ile Avustralya’da ev arkadaşı olan Rush, Samuel Becket‘in “ Godo’yu Beklerken” isimli tiyatro oyununda birlikte rol aldığı Gibson’un da kendisi kadar parasız olması sebebiyle mobilya alacak para bulamayıp yerlerde kartonların üzerinde uyumuştu.

İngiltere’de Londra ve Fransa’da Paris şehirlerinde tiyatro eğitimi alan aktör, ilk kez 1981’de “Hoodwink” te rol almış, ardından bunu 1982 yılındaki “ Starstruck ” izlemişti. 1996 yılında çekilen “ Shine ”ın yapımcıları, filme gerekli finansmanı sağlamak için gişesi olan ünlü bir isim arıyorlardı. Bu durum başlangıçta Rush’un şansını azaltmış olsa da o, rolü almayı başarmıştı. ve filmdeki rolüyle Altın Küre’de “ En İyi Erkek Oyuncu ” ödülüne layık görülmüştü.

WOLF / İçindeki Kurtla Yüzleşmek

sahaf1976 | 16 June 2009 14:25

Eugene Ionesco‘nun Gergedan oyununu yada Kafka‘nın Dönüşüm‘ünü okuyanlar bilir.

Okumamış olanlar için iki eserin ortak noktasının altını çizmek gerekirse; dönüşüm herşeyin zıttıyla var olduğu dünyamızda zorunlu ve gereklidir. Fakat dönüşümün yönü ve içeriği sizin yazgınızı ve sizin yazgınıza bağlı olan insanlığın yazgısını da belirler.
İster Dönüşüm’ün kahramanı Gregor Samsa gibi dönüşen toplum değil de birey olsun, isterse Gergedan’ın Berenger‘i gibi bireyi kuşatan toplum akıl almaz bir dönüşüm yaşasın, sonuçta bireyi sadece yalnızlık ve acı bekliyor. Çünkü toplum denilen mekanizma aynı zamanda ve malesef kendine benzemeyeni öğütmek ve sindirmeye programlı bir makine gibi.
İş bu dönüşüm her zaman için yazılı ve görsel sanatlar’ın ilgi odağı olagelmiştir, Frankenştayndan Vampirlere, Zombilerden Kurtadamlara kadar sinema da bu dönüşümün envai çeşidini bulmak mümkün. Ancak bu tür filmler genellikle sonunda; yine dönüşüm yaşamış ve “tehlikeli” hale gelmiş “yaratığın” “öldürülmesi” ve WASP (white, Anglo Sakson, Protestan) erkeğimizin zaferiyle sonuçlanarak, dolaylı yoldan da olsa geçerli dünya düzenini ve genellikle kiliseyi kutsamış olur.

KELEBEK; SOUNDTRACK

sahaf1976 | 15 June 2009 23:22

Senaryosu Mahmut Bengi tarafından yazılan ve yönetmenliğini Cihan Taşkın‘ın yaptığı Kelebek filmi, Başta ünlü aktör Ghassan Massoud olmak üzere oyuncu kadrosu ve tartıştığı meseleler açısından epeyce konuşulmuştu.
Şimdi filme ait tüm müzikler iki cd lik bir albümde biraraya geldi. Brian Keane ve Ömer Faruk Tekbilek imzası taşıyan film müzikleri de en az film kadar ilgi çekeceğe benziyor.
İslamofobi’ye olduğu kadar İslam’ın içindeki radikal unsurlara karşı da ciddi bir hesaplaşmaya giren film; özellikle Doğu müziğine hakim olan Ömer Faruk Tekbilek ve çeşitli sayıda Emy ve Gramy sahibi olan ve batı müziğine son derece vakıf olan Brian Keane’in ortaklaşa yaptığı müzikleriyle de beğeni toplamıştı.
Daha önce de pek çok albüm ve projede beraber çalışan Brian Keane ve Ömer Faruk Tekbilek birkez daha bir araya gelerek benzersiz mistik bir albüme imza attılar. Albümdeki bütün beste ve düzenlemelerin Keane ve Tekbilek’e ait olduğu “Kelebek” (The Butterfly) albümü, 23 parça ve 2 CD’den oluşan ve toplam 100 dakika süren içeriğiyle müzikseverleri memnun edecek.
Ömer Faruk Tekbilek’in uzun yıllardır birlikte çalıştığı, Ara Dinkjian (Ud), Hasan Işakkut (Kanun- Keman), Dinçer Dalkılıç (Rebab), Hacı Ahmet Tekbilek (Duduk-Mey), Richard Hunter (Harmonica) gibi isimlerin yanısıra birbirinden değerli Amerikalı müzisyenlerden oluşan klasik müzik orkestrasıyla beraber 8 hafta süren ve yapımcılığını Zet Müzik’in üstlendiği albüm kaydı, Nisan / Mayıs 2009 da Amerika Birleşik Devletleri’nde, Connecticut’taki Brian Keane’e ait stüdyoda gerçekleşmiştir.

UYAN YOKSA ÖLÜRSÜN / ELM SOKAĞI KABUSU YENİDEN

sahaf1976 | 07 April 2009 09:59

“Bu dünya bir rüyadır” der Hz Mevlana; “Öldüğümüzde uyanırız.” Aynı düşüncenin latincesi La Vida Es Sueno olarak düşer kayıtlara; hayat bir düştür…
Bu dünyayı bir sınav yeri olarak görmek, idealar dünyasının yansıması olarak görmek, rüyaların gerçek olduğunu savunmak belki de bu dünyada nefsi terbiye edebilmek içindir. Yine de bu alandaki düşünsel üretim sanatı da etkilemiştir. Yaşananların rüya, rüyaların ise gerçek olması ihtimali edebiyattan sinemaya hemen hemen her sanat dalında kullanılan bir tema olmuştur. Bu önermenin üzerine sinema alanında inşaa edilen Matrix filmi örneğin, aslında insanlığın yüz yıllardır tartıştığı pekçok şeyin başarılı bir kolajıdır.

Korku filmleri de bu önermeden ziyadesiyle beslenmiş ve beslenmeye de devam etmekte: Elm Sokağı Kabusu– Fredy Krueger’ da işte bu alandaki kült filmlerden.
Wes Craven tarafından yazılan ve yönetilen serinin ilk film, 1984 tarihini taşıyor. Film Johnny Deep’in ilk sinema deneyimi olması açısından da hayranları için başka bir önem taşırken, Robert Englund dışında John Saxon, Heather Langenkamp, Roone Blakley, Amanda Wyss, Jsu Garcia, diğer rolleri başarıyla paylaştılar.

FUR / EN ACIMASIZ DİN; NORMALLİK

sahaf1976 | 06 April 2009 12:57


“biz” e göre anormal; ya kendine göre?

Psikoloji ve Felsefe alanından önemli isimler Normalliği tartışa dursun; Normallik kavramı hala bireyin tam ensesinin üzerinde Demokles’in Kılıcı gibi sallanmaktadır, üstelik kılıca bağlı at ipi de giderek incelmektedir.
Bu yüzden genellikle yalnız kalma, toplumun dışına itilme, ayıplanma, aforoz edilme ve onaylanmama gibi onlarca korkumuz sebebiyle toplumca kabul edilen tüm normlara uymaya çalışır ve en başta kendimize ve çevremize Normal olduğumuzu göstermeye çabalarız.
Arada bir, ya çok cesur oldukları için, ya da bizlerin sahip olduğundan çok daha fazla özgüvene sahip oldukları için; zavallılığı kısacık oluşundan doğan ve zaten öyle ya da böyle bitecek olan ömürlerini bir de o kılıcın altında korkuyla tüketmeyecek kadar muhteşem insanlar çıkar. Diane Arbus işte o cesur ve muhteşem insanlardandır.


“biz” e göre anormal; ya kendine göre?

FUR ise bu cesur insanın hayatını, Nicole Kidman (Diane Arbus), Robert Downey Jr (Lionel), Ty Burrel (Allan Arbus) gibi çok başarılı ve bir o kadar Norm Dışı oyuncularla beyaz perdeye taşıyor.

BÖCEK / HANGİSİ DAHA BULAŞICI, AŞK MI, PARANOYA MI?

sahaf1976 | 06 April 2009 09:56

‘Bizim üzerimizde deney yapıyorlardı. Bir sürü kişi hastalandı. Kusma, baygınlık, ishal, migren…tuhaf tuhaf şeyler düşünmeye başlamıştım. Kendimi çok kötü hissediyordum. Hastalandım. Bir hastahaneye yatırdılar. Testlere başladılar. Hayal edemeyeceğin kadar çok doktor vardı. Sürekli gelip gidip sorular soruyorlardı. Uzun süre orada kaldım, çıkmama izin vermediler. Çünkü o allahın belası doktorlar üstümde bir şeyler deniyorlardı. Sonunda kaçtım.’

Bu cümlelerilk önce Tracy Letts tarafından kaleme alınan tiyatro oyunu “BUG” ile düştü sanat tüketicilerinin kulağına. Füsun Günersel tarafından dilimize kazandırılıp, 2006 – 2007 tiyatro sezonunda, Murat Daltaban‘ın rejisiyle DOT‘ ta da sahnelenen oyun 2007 yılında William Friedkin tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Filmin baş rollerindeki Ashley Judd (Agnes) ve Michael Shannon (Peter) ‘a yan rollerde, Lynn Collins, Brian F. O’Byrne, Harry Connick Jr. eşlik ediyor.

Filmin tiyatro oyunu olan ve 20 Eylül 1996’da Wilson Milam rejisiyle Londra ‘daki Gate Theatre‘de prömiyeri yapılan orjinalinde de Peter karakterini canlandıran Michael Shannon’a Agnes rolünde Shannon Cochran eşlik etmiş.
Film Orijinal metne sadık kalınarak kurgulandığı için hemen hemen tamamen küçük bir motel odasında geçiyor, yönetmenin tiyatro ve sinema sanatında çokça kullanılan sıkıştırılmış mekan’dan ve bu mekanın getirdiği klostorofobik duygudan ziyadesiyle faydalanmış olması filmin artılarından sadece biri.

Öykü bir barda garson olarak çalışan Agnes’e (Ashley Judd) lezbiyen arkadaşı R.C.’ nin Peter’ı tanıştırmasıyla başlar.
Agnes altı yaşındaki oğlunu bir market alış verişi sırasında kaybetmiş ve bir daha bulamamış acılı bir anne olmanın yanısıra, karanlık işlerde kariyer yapan eski mahkum Jerry Goss’un da ayrıldığı eşidir. Büyük şehrin çiğneyip çiğneyip kent merkezinden uzağa tükürdüğü bu kadın karakterle Ashley Judd unutulmaz bir performans çıkartıyor.

Kimse olamayan adam / Peter Sellers’ın yaşamı ve ölümü

sahaf1976 | 12 March 2009 18:01

Her gün takındığımız sayısız maskenin hangisi biziz?
Benlik dediğimiz şey aslında o maskelerin toplamı mı? Peki ya ruhumuz acıtıldığında hangi birinin arkasına saklanır ve her geçen gün daha fazla teşhirci ve röntgenci bir sapkına benzeyen bu toplumla hangisinin aracılığıyla uzlaşırız? Hangi maske bizim de sevilmemizi ve onaylanmamızı, tüm suçlara öyle ya da böyle ortak olmuşken kendimizi masum hissetmemizi sağlar?
Daha sorulabilecek o kadar çok soru varken, maskelerin ardına saklanabilmeyi bir teknik ile içselleştirmiş, oyunculukla hayatını kazanan insanları biz hangi maskemizle kucaklarız? Gerçek midir onlara beslediğimiz sevgi yoksa kısa ömürlü bir kibritin alevi kadar gelip geçici midir? Reddedişlerimizle olduğu kadar yerli yersiz alkışlarımızla da boğazındaki yağlı urganın ucunu tuttuğumuz kaç oyuncu, sanatçı vardır?

koleksiyon için doğru tercih
koleksiyon için doğru tercih

Orjinal adı, “The Life and Death of Peter Sellers” olan film; tanıyanların büyük bir çoğunluğunun Pembe Panter serisi ile hafızalarına kazınan İngiliz asıllı oyuncu Peter Sellers üzerinden tüm bu sorulara ve daha fazlasına oldukça sert yanıtlar üretiyor ve bu yolla bambaşka sorulara da yol açıyor.

Roger Lewis’in aynı adlı kitabından uyarlanan ve Stephen Hopkins‘in yönettiği, 2004, ABD yapımı filmde baş rolleri, Geoffrey Rush, Charlize Theron, Emily Watson ve John Lithgow paylaşıyorlar. Belgesel formunda bir kurmaca olarak değerlendirilebilecek film sinema tarihinin önemli bir kilometre taşı olan Sellers üzerinden bir sanatçının trajik yaşamına tanık ediyor izleyiciyi.
Filmde asıl adı Richard Henry Sellers olan Peter Sellers’ın hem sanat hayatı hem de özel hayatı neredeyse mükemmel denebilecek bir kurgu maharetiyle içiçe anlatılıyor, yanı sıra Geoffry Rush zaman zaman diğer karakterleri de canlandırarak hem filmin anlam katmanlarını zenginleştiriyor hem de seyirci için müthiş bir seyir zevkini ilmek ilmek işliyor.
Filmin sinemalarda gösterilmeden televizyonlara verilmiş olması, Geoffry Rush’ı fazlasıyla hakettiği Oskar ödülünden etmiş olsa da, oyuncu bu filmdeki performansıyla 2005 yılında Altın Küre ödülünü aldı.
Geoffry Rush’ı ve müthiş oyunculuğunu bir başka yazının konusu olarak askıya alıp Peter Sellers’a dönelim.

HÜNGÜR HÜNGÜR GÜLMEK / KUNG FU HUSTLE

sahaf1976 | 03 March 2009 13:59

Strings’in ardından yine hakettiği ilgi ve alakayı göremediğini düşündüğüm bir başka filmden, Kung Fu Hustle’dan bahsetmek istiyorum.

Herhangi bir sanat eserinde dozunda kullanılan yabancılaştırma efektlerinin ve post modern tekniklerin, farklı okumalar yapan sanat tüketicisi için oldukça keyifli olduğu gerçeğinden hareket edersek, Kung Fu Hustle bir an önce izlenmeyi hatta bir kaç kez izlenmeyi hakeden bir film.