bildirgec.org

ONALTIKIRKALTI

11 yıl önce üye olmuş, 122 yazı yazmış. 1 yorum yazmış.

cehennemi söndürelim…

ONALTIKIRKALTI | 03 July 2005 19:12

yine sıkıcı bir haftadan sonra, yine sıkıcı bir hafta sonu.

her zamanki gibi eve kapanıp kaldım.

son bir hafta benim için iş bakımından çok yoğundu dinlenmem açısından da evde oturmak iyi olacak gibi.

bu arada geçen hafta içinde akşamları fırsat buldukça mehmet kartal’ın “hayatım gerçekten roman” isimli kitabını gece yarılarına kadar hızla ve çok büyük bir merakla okuyup bitirdim.

değişik bir gözlem gücü ve abartıya kaçmadan, kendine has argo anlatımıyla mehmet kartal olağan üstü bir iş çıkarmış. tabii bu olağan üstülük hem yazdığı kitap hem de kitapta yazılan yaşadıkları için geçerli.

“kazanmak için her şey mübah” (!)

ONALTIKIRKALTI | 29 June 2005 01:23

Buraya yazmaya vakit bulamasam da boş kalırsam şunu şunu yazarım diye düşünmeden edemiyorum.

Zaten yazmam gereken bir sürü yer varken, bir de bildirgeç’teki günlüğümü niye bu kadar düşünüyorum bilemiyorum.

(Belki de bir konu ya da kafamda daha önceden tasarlanmış belirli bir kurgu olmadan, sırf zevk için yazmam eğlenceli geliyordur.)

Buradaki E-günlüğüme yazarken, serbest etkileşimle, içimden geldiği gibi yazmak, gerçekten de beni mutlu ediyor. o an ne düşünüyorsam onu yazıyorum.

Bu bana, diğer konularda olduğu gibi her zaman aklıma gelen bir örneği hatırlattı; meşhur robinson vardır ya (hani şu, adada mahsur kalan) ve tek dostu da cuma’dır hani.

İpod shuffle’ınız varsa ve İtunes kullanmak ..

ONALTIKIRKALTI | 27 June 2005 15:39

İpod shuffle’ınız varsa ve İtunes kullanmak zorunda kalmadan diğer mp3 playerler gibi “sürükle bırak” yöntemiyle parçaları doğrudan yüklemek istiyorsanız minik bir uygulama yükleyip bu sorunu çözebilirsiniz buradan ufak bir açıklama ve programın linkine ulaşabilirsiniz

en iyi 10 kitap mı? o ne o öyle?

ONALTIKIRKALTI | 17 June 2005 02:55

Mrb. yalnız dünyamın seyir defteri.

Küçüklüğümden beri dikkat ederim, yazan çizen hemen herkesin bir günlüğü olur. Bazen de başkaları, yazarın söyledikleriyle ilgili bir şeyler açıklarken; “yazar zaten günlüğünde de şöyle şöyle demiş.” diye günlükten alıntı yapar. Sanırım senin pek böyle bir şansın olmayacak, çünkü benim yazdıklarımın pek bir fikri ya da edebi değeri yok. Öylesine takılıyorum.

Sen, yalnız kalmak istediğim zamanlarda herkesten kaçıp saklandığım boş bir oda gibisin. Evet boş, gizli bir oda ve ben kendimi buraya kapatıp deliler gibi kendi kendime konuşuyorum.

parayı boşver, hayat akıp gidiyor…

ONALTIKIRKALTI | 12 June 2005 03:27

Televizyonda arasıra takip ettiğim bir tartışma programını seyredecektim ama baktım ki konuk beş saniyelik boşluklarla konuşan bir “laf kabızı” vazgeçtim, bıraktım. Geldim yine kendi yerime, başladım yazmaya… Bakmasını bilene çok ilginç şu bizim memleket valla. Bunu, bugün (bir loto bayisine asılan kağıtta) gördüğüm bir yazı için söylüyorum. Sayısal lotoda ikramiye 5/6 trilyona ulaşmış, kaldırımlarda sıraya (ki otobüs duraklarında görülemeyecek bir özenle) geçenler kupon yatırma derdinde. Loto bayisinin sahibi de cama bir kağıt yapıştırmış, kağıtta aynen şöyle yazıyor: “sorunca, değer vermezdi hani hiç kimse paraya, duyunca 5 trilyonu şimdi, nasıl girdi herkes sıraya…” ya ben bu abinin ellerinden öpmem mi yaa… bu ne güzelliktir, bu ne cesarettir. Hem milletin para hırsından para kazan, hem de oraya gelen milletin halini analiz edip kimseden korkmadan bunu kocaman harflerle cama yaz… müşteri olsam bu yazıyı okuyup utanır, hemen kaçardım oradan ama hiç kimse üzerine alınmıyor valla, paşa paşa bekliyorlar. Yürüdüm geçtim, sonra kendi kendime şunu düşünmeye başladım; burada matematiksel olarak bir mantık hatası yapılıyor, millet bunu düşünmüyor mu? Yani dağıtılacak olan paranın birikip artmasını duyan koşup sayısala saldırıyor ama bu şanslarını daha da azaltıyor. Bir önceki çekilişte (örnek olarak) bir milyon kişi olduğunu düşünelim. Para birikip, ikramiye artınca duyan geliyor, katılımcı sayısı artıyor, oluyor (yine örnek olarak) iki milyon kişi… trilyonu duyunca gaza gelip son parasını bile yatırmayı düşünenler kuponlara saldırırken, herkesin böyle yaptığını aklına bile getirmiyor. Sistem aynı, çekilecek sayıların (topların) adeti aynı ama katılımcı sayısı iki, üç katına çıkmış. Dört, beş bilsen ne olacak, bu sefer binlerce kişi bilecek ve belki de her zamankinden daha az para verecek. Sonra sıkıldım vaz geçtim bunları düşünmekten bana mı dert kardeşim para manyağı olup şans ortalaması hesapları yapmak? Daha sonra hayatta en şanssız insanlardan biri olarak gördüğüm kendimi, bu işlere kaptırmadığım için aslında ne kadar da şanslı buldum anlatamam… lotodan para kazanmak istiyor musun? iyi o zaman her çekilişte iki kupon parasını oynamış gibi biriktir, her yıl birikenleri bankaya yatır, on yıl sonra git çek al. işte sana da ikramiye vurdu. On yıl uzun bir zaman demeyin, yüzde 99’u 50 yıl oynayıp da hiç kazanamıyor ya… (on yıl hiç de uzun değil, hem de garantisi var.) —-Şu anda bir kupon üç milyon, üç milyon çarpı iki kupon = altı milyon, 6milyon x 52 hafta= 312 milyon, yatır bankaya, bir yıl sonra öbür 312 yi yatırırken bir bakmışsın birinci 312 olmuş kendiliğinden 350, eder mi ikisi 660… sonra diğer yıllar onunda faizi, onunda üstüne biner böyle gider. (tahminen 10 yıl sonra bu para (kupon fiyatları, değişen banka faizleri falan yaklaşık bugünkü değeriyle) 6-7 milyar alırsın.—– Ne oldu beğenmedini mi? Garanti diyorum kardeşim alla allaaa…) evet bu tezimin 6-7 milyarlık sonucuna bakarsak hüsrana uğramış durumdayım, yine en iyisi parayı lotoya, totoya kaptırmadan, bankalarda falan yatırmadan zamanında yemek, evet evet siz de aynen benim gibi yapın, mesela ben az önce cebimdeki son 5 kââda (kağıt) aldığım püsküütleri (büsküvileri) vs.yi mis gibi çayla anında yaladım yuttum:) Rahmetli dedemin bu loto, piyango davaları açılınca söylediği bir lafı vardı “allah bana para versin, yiyemezsem geri alsın” 🙂 eee biz de onun torunuyuz ne de olsa… (dedemi ne kadar özlemişim meğerse) 🙁 zaten parayı kim ne yapsın be. İnsan sevdiklerinle olsun yeter. İnsan olmanın en büyük özelliği bu galiba; hiçbir şeyin kıymetini bilemiyoruz, sahip olduklarımızın değerini kaybedince anlıyoruz. Para? lâzım evet, ama paradan daha önemli olan şeyleri para için her türlü şaklabanlığı yaparak kaybedenler, ne yazık ki bunu anlayamıyor. Peşinden koştuğumuz maddi şeyler, sahip olduğumuzda zamanla alışkanlığın getirdiği bıkkınlığı engelleyemiyor. Ev, araba, bilgisayar vs. say saya bildiğin kadar, bir süre sonra o ilk günkü hevesi devam ettirebilmesi ne kadar da zor (yok, zaten değişen bir şey yoksa bu hastalık olarak tanımlanır gibime geliyor). Trilyonlarım olacak da ne olacak kardeşim ya istemiyorum valla. Bana ihtiyacımı karşılayacak kadar kazanabileyim yeter. Etrafında bir sürü uyuz tip evet efendim, sepet efendim akşama kadar ne yapsan çok güzel diyen bir sürü insan. Ben dayanamayıp alın ulan şu parayı rahat bırakın beni derim. Tabii şimdi böyle söylemesi kolay o zaman görürüm ben seni diyenler çıkacaktır. Bu zengin olma olayı herkese her zaman bir rüya gibi geliyor. Küçükken ben de yapmak istediklerimi hayal edip çok param olmasını düşlerdim bütün çocuklar gibi. Zamanla büyüdüm ve hayatın damla damla kanıma karıştırdığı acılar bana ne zaman ki “dünyayı verseler” de mutlu olamayacağımı öğretti işte o zaman para amaç değil araç oldu ve hayata karşı bütün hırsımı yitirdim. Dünyada tek ama tek gerçek ve önemli olan tek şey aşk’tır, gerisi palavra gerisi yalan… ve artık aşkı da kaybetmişsen ne anlamı kaldı yaşamanın? Hele hele sahte hayatlar kurup yaşamanın getirdiği yavanlığı paranın düzeltebileceğini düşünmek ne büyük bir hata… amaaaaan içim karardı yine biraz başka yerlere atlayayım bu zenginlik, fakirlik olayı çok göreceli bir kavram hani şu küçükken duyduğum fıkradaki gibi: “zengin olsan ne yaparsın?” diye sorulunca, adam; “valla hep soğanın cücüğünü yerdim” demiş ve o da arkadaşına “ya sen ne yapardın?” diye sorunca da öbürü cevap vermiş “ulan insafsız, bana yapacak bir şey mi bıraktın”… evet o zamanlar bu adamların sığ dünyasını düşünüp amma da cahillermiş, dünyadan hiç haberleri yokmuş diye gülerdim ama çok sonra anladım ki salak ve sığ dünyası olan benmişim. o adamlar o kadar akıllıymış ki “Neyi sevip hoşlanıyorsan onu yapabilmek en büyük zenginliktir” karşılığını o zamanlar anlayamamışım… Bir fıkraya öylesine gülüp geçmenin karşılığı da yıllar sonra işte böyle ağır bir şekilde ödenebiliyormuş demek ki… dünyada (hayatımızda) neyin güzel (değerli) olduğunu anlamamız için herşeyin anlamsızlaşacağı bir ruh durumu yerleşinceye kadar beklememiz gerektiğini anlayınca çok geç oluyor ama zararın neresinden dönersek kârdır. Ve bir gün öldüğümüzde her şeyi önümüze koyup sorsalar hangisi daha kıymetliymiş bir de şimdi göster bakalım diye acaba ne cevap veririz. Hayatın güzelliklerini iş işten geçtikten sonra anlamaktan kurtulmanın yolu, neyi göstereceğimizi şimdiden bilmekten geçiyor. Yoksa şu meşhur “kör deneyi”ndeki adama döneriz. —doğuştan kör bir adama (görmemesinin nedeni basit bir ameliyatla giderilebilen biriymiş) yapılacak basit bir ameliyatla görmesi sağlanacakmış. Ameliyat öncesi iznini alıp birkaç deney yapmışlar. (beni en çok şaşırtan deney şimdi aklıma geldi ve örnek olarak kullanmak istedim.) Deney şu; adamı bir sandalyeye oturtuyorlar ve önüne kucaklanacak büyüklükte bir küp, bir de küre koyuyorlar. Adamdan bunları iyice inceleyip (ellerinle kontrol edip) düşüncelerini anlatmasını istiyorlar ve herhangi gören, sıradan biri küp ve küre için neler söyleyebilirse onları söylüyor, tamam diyorlar. Ameliyattan kısa bir süre sonra adama küple, küreyi yine getiriyorlar ama bu sefer ellemek yasak ve soruyorlar “hangisi küp, hangisi küre?” adam öyle bir saat kalıyor ama ne bu küredir diyebiliyor ne de bu küp. Küreyle küpün, keskinlik/yuvarlaklık, köşeli/köşesiz gibi bir sürü çok farklı özelliği olmasına rağmen adam bir tanım getiremiyor— hayat ellerimizin altından akıp giderken, nelerin “ne ifade ettiği”ni anlamak için ölünce yapılacak bir deney hiçbir işe yaramayacak… bugünden itibaren yaşamaya başlayalım bir günümüz bile kalsa yaşayacak o kadar çok şey var ki…