bildirgec.org

menese

11 yıl önce üye olmuş, 178 yazı yazmış. 38 yorum yazmış.

Yetimhane (El Orfanato)

menese | 30 May 2008 18:02

“Korku Sineması’ nda yapılabilecek her türlü teknik ve ‘numara’ bugüne kadar yapılıp bitirilmiştir. Bundan sonra her yeni korku filmi kendisinden öncekileri bi şekilde tekrarlamak zorundadır.”

Bu tespitimi (Aslında genel bir tespit..) belirtmekle, yirminci yüzyıla henüz girerken: “Keşfedilebilecek her şey keşfedilmiştir.” dediği iddia edilen ‘zavallım’ Amerikan Patent Bürosu Başkanı’ nı –belki- akla getirmiş olabilirim. Ancak sanırım siz de hak vereceksinizdir ki bu hususta o kadar da yanlış düşünmüyorum.

Bu klişelere boğulmuş filmlere örnek olarak en son, Hollywood çıkışlı The Mist(Öldüren Sis)’ i görmüş idim ki özümü bu tür filmlere -neredeyse- tövbe ettirmişti.
İşte şimdi: “Ne varsa Uzak Doğu ya da Avrupa korku filmlerinde var” dedirten bir örnekle, yani ‘Yetimhane‘ ile yeniden umutlandım.

O… Çocukları

menese | 18 May 2008 13:48

Küfür olarak bildiğimiz ‘Orospu Çocukları’ (Ben kendileri kadar terbiyeli olamadığım için açık açık yazdım..) tamlamasını ad olarak seçmiş bu film, -öncelikle- bu, gayet dikkat çekici adıyla merak uyandırıyor.
Filmin konusunu okuduysanız bunun -sanıldığı gibi- bir küfür olmadığını anlayabilirsiniz. Kendilerine böyle kaba bir şekilde hitap ediliyor olsa da- gerçekten de o, dünyanın en eski mesleğiyle iştigal eden kadınların/kadınlarımızın boy boy çocuklarıdır filme konu olan.. Biraz kara kaderine razı, daha çok da öfke dolu bir ifadeyle kendi kendilerine -kolayca- ‘orospu’ diyebilen kadınların çocukları..

‘Gönüllere taht kurmuş’ Beynelmilel‘ in senaristi Sırrı Süreyya Önder imzasını görünce -ilk filmini ister istemez referans kabul edip- yine iyi bir film seyretmek üzere salonda yerimi aldım.
Zaman, yine 12 Eylül 1980‘ in hemen sonrasıdır.. Tek suçları “insanları sevmek” olan, -bir güzel hayalin peşine büyülenmişçesine düşmüş- gençlerin, zindanlarda, işkenceyle ve aşağılamayla kırıma uğradığı kara günler..

Münferit (eleştiri)

menese | 12 May 2008 15:15

Fazla eski değil, iki yıl öncesine kadar, çekilen her yeni yerli korku filminin tanıtımında: “İlk Türk korku filmini kotardık, ülkemize hayırlı olsun” gibisinden demeçler verilirdi. Böylelikle, ilk Türk korku filmlerinin sayısı on adeti falan bulmuştu..

Münferit’ i yapanlar belki böyle bir iddiayla ortaya çıkmadılar ama onun takdimini de -naçizane- ben yapayım: “İşte karşınızda, ilk Türk Kara Film’ i, hatta kapkara filmi..”

Bu film, “Hollywood’ da var da neden biz de yok?.” sorunsalımız temelinde, ‘seri katilli yerli film’ eksikliğimize doğrudan değilse de dolaylı bir şekilde çözüm bulmaya çalışıyor..
Yani, -hem milli hasletlerimize daha uygun olarak- ilk, ‘Seri Tecavüzcülü Türk Filmi’ açığımızı da bu şekilde gideriyor.
Tamam, henüz yerli ‘Hannibal Lecter‘ imizi bulamadık ama ondan hiç de eksik kalmayacak bir ‘Telefoncu Bekir‘ imiz oldu.. Ki kendisi, kocaman kulaklıklarıyla, ‘tüplü ve Oscarlı’ Anton Chigurh seviyesinde etrafa gerilim saçabilen, çevreyi psikopat gözlerle süzerek kadınların büyük kabusu olabilen bir anti-kahramanımızdır artık..

Şöhret / El Cantante (eleştiri)

menese | 09 May 2008 18:37

Yönetmenliğini Leon Ichaso’ nun yaptığı film, yetmişli yıllarda efsane düzeyine yükselmiş Porto Riko’ lu Salsa şarkıcısı Hector Lavoe‘ nin dramalaştırılmış biyografisinden oluşan, -haliyle müzikli- bir yaşam hikayesi sunuyor. Film boyunca gerçekliği bize pek yansıtılamasa da, bir yandan ‘acıların çocuğu’ vurgusu yapılan, öte yandan tamamen ‘şeyinin keyfinde’ bir adam olduğu da -ibretle- gösterilen şarkıcıyı ve sevgili karısı Puchi’ yi, müzik dünyasının meşhur karı-kocalarından Marc Anthony ve Jennifer Lopez canlandırıyorlar.Sıfırdan başlayıp büyük bir şöhreti yakalayan bir adamın, ‘köyden indim büyük şehre’ temalı, müzik, gurbet, başarı, para, hırs, av, avcı, aşk, şöhret, libido taşması, ihanet, alkol, uyuşturucu, AİDS ve çöküş minvalinde süre giden bu hikayesini bize, -film içinde film tekniği kullanılarak- bir röportaj çekimi sırasında karısı anlatıyor.Hatta bütün film boyunca -kocası ve onun çevresi dahil- herkese bağırıp çağırması yetmiyormuş gibi -kocayı gömmüş bir dul olarak- o söyleşide soru soranları dahi fırçalamayı, ihmal etmeden..

Yasak Krallık / The Forbidden Kingdom (eleştiri)

menese | 08 May 2008 15:19

Çocukluğumun ve ilk gençliğimin Beyoğlu sinemaları, Bruce Lee‘ nin ve ‘Kolsuz Kahraman’ Wang Yu‘ nun sayısız maceralarını zevkle izlediğime şahittir..
‘Uzakdoğu savaş sanatları/sporları’ üzerine yapılanmış bu aksiyon filmleriyle aramdaki ‘düzeyli ilişki’ ilerleyen yıllarda giderek soğumaya başladı ve bir süre sonra da hitama erdi. Bunun nedenini tam olarak bilemiyorum, ama Tarkan’ ın Vang Yu’ yla olan mücadelesini anlatan, Tarkan Kolsuz Kahramana Karşı adlı filmden şüpheleniyorum.. (Varsa, günahı boynuma..)
Zira filmde, Vang Yu denen Kolsuz Kahraman’ ın iki kolunun da -maşallah- yerinde olduğunu ibretle görmem ve Tarkan’ ın, yediği dayaktan un-ufak olmuş kemiklerini tedavi etmek üzere yanardağın içinde fokurdayan magmaya -kaplıca misali- sokulup çıkarılmasına tanık olmam, bünyemde oldukça kötü izler bırakmış olmalı..
Konumuzla bağlantılı olarak, Kaplan ve Ejderha ile -bilhassa- Hero, çok eskiden bitmiş bu ilişkiyi -biraz da olsa- canlandırabilmiş olağanüstü filmler olarak, yakın zamanda gündemime gelmiş idi. Fakat yine de Jackie Chan’ in türlü şaklabanlıklarla süslü filmlerini -televizyonda da olsa- seyretmeye fazla dayanamıyordum.

Sarhoş Üstad’ ın Yumruğundan Altın Serçe’ nin Gonca Dudağına

Bu ruh ve şeraitte seyre koyulduğum Yasak Krallık, hemen üstte bahsettiğim kaliteli yapımlar kadar olmasa da oldukça keyif aldığım bir film oldu.
Rob Minkoff’ un yönettiği, Jet Li ve Jackie Chan (İlk kez aynı filmde buluşmuşlar..) gibi işin ustalarının oynadığı bu fantastik ama aksiyon bazlı, komedi ve romantik soslu film, bizi, Kung-fu manyağı bir Amerikalı çocukla birlikte önce Amerika’ dan Antik Çin’ e götürüyor, sonra da aynen geriye postalıyor..
Bütün bu -bir filmlik- süre zarfında Çin dövüş sanatları üzerine bilinen ne kadar oyun veya hareket varsa, hemen şöyle söyleyeyim: “Allahını görüyorsunuz..”
Başta, Jackie Chan ve Jet Li arasında olmak üzere erkek-erkeğe, kadın-kadına, kadın-erkeğe, teke-tek, bine-tek, karada-havada bilumum pozisyonlarda o kadar çok olağanüstü kavgalar seyrettim ki “beni bu bayağı uzun bir süre idare eder artık” deyu düşünüyorum..

Mevlana Celaleddin-i Rumi: Aşkın Dansı – eleştiri

menese | 29 April 2008 12:48

Siz hiç sinemaya gidip de perdede oynayan filmi bir süre sonra gözlerinizi kapayarak izlemek istediniz mi?.

2007’nin UNESCO tarafından Mevlana Yılı olarak ilan edildiğini biliyoruz. Bir süredir bu düşünürümüz üzerine yerli-yabancı bazı sinema projelerinin varlığını da duyuyorduk.

Bu konuda elini en çabuk tutanlardan biri –sanırım- bu filmin yapımcıları olmuş ki şimdi eserleriyle karşımızdalar, hem de hiçbir fedakarlıktan kaçınmayarak.

Bunu nereden anladım? Şu tanıtım yazısından: “Tüm dünyada altı farklı ülkede çekilen film, ilk defa UNESCO ve Birleşmiş Milletler Merkezi’ nden destek alarak özel izinler ile çekimler yapılarak tamamlandı. Yapım aşamasında ilk defa tüm dünyada farklı coğrafyalardan elliyi aşkın çok önemli tarihçi ve araştırmacılar ile görüşülmüş, canlandırma ve animasyon sahneleriyle 13.yy.ın dokusu ve havası yansıtılmaya çalışılmıştır.”

Senaryo ve yönetimi Kürşat Kızbaz’a ait, içine bir parça da canlandırma yamayarak elde edilmiş, ünlü mutasavvıf Mevlana üzerine bu belgesel filmi izleyince (Allah’ları var..) tanıtım yazısındaki bütün o ‘ilk defa’ çalışmalarını aynen tespit ettim. Ancak, bununla birlikte bu çalışmaların nasıl yapıldığını da…

Cennet

menese | 15 April 2008 00:31

Filmin konusunu kısaca özetleyecek olursam: Sevgili annesinin ölümüne küçücük yaşta maruz kalarak önemli bir travma yaşayan ve bu nedenle akli dengesini yitiren Can, artık 29 yaşına gelmiştir.
İçinde bizim de bulunduğumuz âlemde babasıyla sorunları olan; kendi hayal âleminde kurduğu cennette ise annesiyle gayet mutlu olan; genel olarak bakınca da halinden oldukça memnun yaşayan genç bir adamdır Can. Ya da kendine yakıştırdığı adıyla A..
Ancak o bir hastadır ve onun bu memnuniyeti biz akıllılarca hiçbir anlam ifade etmemektedir.. İyileştirilmeli ve -hepimiz gibi- sağlıklı bir birey olarak toplumdaki saygın yerini almalıdır..

***

Abdullah Gül ve Ben

menese | 21 March 2008 11:57

Şu rüya denen şey ne kadar da tuhaf değil mi?.
Yazıya böyle girişime karşılık: “Hah.. Ne güzel de bi tespitte bulunmuşsun.. Rüya hakkında kimsenin aklına gelmeyecek bir neticeye varmışsın..” mealinde alaycı sözlerinizi duyar gibiyim.
Alay etmekte alabildiğine özgürsünüz fakat son gördüğüm “tuhaf ötesi” rüyamı anlatırsam, böylesine malumu ilam eden bir klişeyle yazıma başlama ihtiyacı duyma tercihime belki hak verirsiniz.

Rüyalarımda (Bunlara rahatlıkla kâbus da denebilir ama hemen hepsi böyle olunca şahsen rüyasız kalmamak için ben bu gördüklerime rüya demeyi tercih edeceğim..) çoğunlukla acı çekerim, kolayca yapılacak bir şeyin illâki beni zorlayan versiyonunu denerim, zorluk yoksa yaratırım, yoluma türlü engeller çıkarırım, zorlanırım, nefessiz kalırım, resmen biterim..
İşte “rüyam” dediğim şeyler genelde bu minval üzre başlar ve biter.
Bu sabaha karşı gördüğümün de bunlardan farkı yoktu ama oldukça renkli sayılırdı hatta hoşuma gidecek sahneler dahi barındırıyordu.

Ağbi sen nerelisin?.

menese | 17 March 2008 11:42

Bugünlerde -hayatım boyunca benden uzak kalmış- emlak, tadilat işleri üzerine birtakım nevzuhur meşguliyetlerim dolayısıyla mebzul miktarda esnaf, mesnaf, usta ve mustalarla sosyal teması arttırmış durumdayım. Buna, bendenizin -bir nevi- “halka inme” olayı da denebilir..

Bütün bu tiplerle iki haftadır süregelen sıcak temaslarımın apaçık bir savaş halinden ibaret olduğunu belirtirken, “iyi ki bunca yıl bu ortamdan mümkün mertebe kaçınmışım” tesellisine sarılıyorum.. Aksi durumda bu kamil yaşa ulaşmamın pek mümkün olamayacağını, erkenden terki hayat etmesem de en azından mapus damlarından böylelikle uzak kaldığımı düşünüyorum.
Şu kısacık sürede bana hayatımın en stresli, en burnundan solutan saatlerini yaşatan, bariz olarak sıhhatimle -keyiflerince- oynayan şu bilumum sıhhi tesisatçılara, tadilatçılara yönelik gayet hissi fikir ve düşüncelerimi saklı tutarak asıl konuya geçeyim diyorum.

Tüm Kumarhaneler Açılsın Etrafa Neş’e Saçılsın..

menese | 26 October 2007 11:21

Bu neşeli sloganın yılmaz destekçisinin Serdar Ortaç olduğunu bile bile böyle diyorsam bir bildiğim var da diyorum..

Yazarı içtenlikle destekleyen bir bayan..
Kampanyayı içtenlikle destekleyen bir bayan..

Her yerde olduğu gibi ülkemizde de, serbest olsa da, olmasa da hiçbir devirde kumar ve kumarbaz eksikliği görülmemiştir; çok şükür..

Önce biraz tarih:
Yok korkmayın.. Kumar insanlığın tarihiyle başlar diyerek, o kadar eskiye gitmeyeceğim..

Bu cümleden olarak, yurdumuzda 1985 yılında Turizmi Teşvik Yasası kapsamında başlayan, “Bir Casino Macerası” olarak adlandırabileceğimiz o şatafatlı devirden kısaca söz edelim..
Başta büyük otellerin içinde olmak üzere irili ufaklı çok yerde açılan ve -beleşe- içkili-yemekli hizmet sunan konforlu mekanlardı gazinolar/ kasinolar/ kumarhaneler..
Hemen söyleyeyim, niyet etmişliğim olsa da bırakın oynamayı, hiç gidip de görmedim bile bu tür yerleri..