bildirgec.org

karabatak-hafif

11 yıl önce üye olmuş, 13 yazı yazmış. 34 yorum yazmış.

Majesteleri Eray ve Çanakkale Şehitleri

karabatak-hafif | 18 March 2004 12:09

2003 yılı yazıydı. Aylardan temmuz. İki kişi, karabatak ve Majesteleri Eray, Gelibolu’da Şehitler Anıtı’nın altında oturup Çanakkale boğazına baktık.

“Majesteleri suskunsunuz” dedim. Esmer bir kurda benziyordu ve dağınık saçları çakmak çakmaktı.

“İrresistable’ın nasıl battığını düşünüyorum” dedi. Sonra kalktı. Bıraksam, uzun ince bacakları üzerinde yaylanarak ve ipleri dolanmış bir yamaç paraşütçüsü gibi dalgalanarak kendini Çanakkale Boğazı’nın sularına bırakacaktı.

Saatler sonra sahile indik. Majestleri deniz banyosu almaya hazırlanırken ona yardımcı oluyordum. “Biliyor musun Karabatak” dedi Majesteleri Eray, “Tebaamdan kimileri bu sularda yüzerken suyun altında ve kumsalda insan kemiklerine rastladıklarını söyledi. Kimbilir belki biri senin atalarından biridir, ne dersin?”.

İmparatorluğa dair bir mülakat

karabatak-hafif | 17 March 2004 14:29

2000 yılının başlarıydı. Kitapçıların raflarında gördüğüm üzerinde kırmızı kağıt bir bant bulunan o kitabın, fikir dünyama ciddi bir müdahale yapacağını pek düşünmemiştim doğrusunu isterseniz. Kırmızı bantın üzerindeki yazı da bir hayli iddialıydı ve benim hafif bir küçümseyişle dudak bükmeme neden olmuştu:
“21. Yüzyılın Kapital’i.”
Michael Hardt ve Antonio Negri’nin ortak yazdıkları İmparatorluk isimli bu kitap (eminim ki birçoğunuz adını duymuş ve hatta okumuşsunuzdur) emperyalizmin yeni dönemini ve son irizinden sonra evrildiği yeni aşamayı tanımlamaya çalışıyordu. Hardt ve Negri’nin İmparatorluk tezi herkes tarafından kabul edilmese de yeni yüzyılın muhalif sol düşüncesine yeni bir soluk getirmiş oldu. Çünkü artık günümüzde dünyayı, sistemi ve toplumu tanımlamaya, eleştirmeye, çözümlemeye ve hatta değişirmeye çalışan herkes için bu yeni tanımlama, taraftarı olsun ya da olmasın, önemli bir referans noktası haline geldi. İşin ilginç yanı Sağ’dan olduğu kadar Sol’dan da eleştiri kadar takdirle karşılandı bu yeni tanımlama. Sadece sol tandanslı, küreselleşme karşıtı ya da en hafifinden muhalif çevreler değil, ABD’de iktidardaki yeni muhafazakarlardan (neo-con) İngiltere’nin züppe Oxford’lu muhafazakar beyefendilerine kadar bir çok insan bu tanımlamaya dikkat kesilmekten kendilerini alamadı. Gerçi onlar başka bir isim koymayı tercih ettiler dünyanın yeni düzenine: Pax Americana yani Amerikan barışı.
Negri ve Hardt’ın İmparatorluğu’nun Roma İmparatorluğu’ndan esinlendiği gibi muhafazakarlar da Roma Barışı’ndan, Pax Romana’dan esinlendi.
Dünyanın yeni döneminde ideolojilerin de büyük bir hızla devindiğini söylemek en basit ifadeyle ukalalık olacak. İmparatorluk kavramı da geride bıraktığımız üç yıl içinde bir hayli değişti, gelişti. İmparatorluk kavramı üzerine son ciddi çalışmayı yapan isim ise Prof. Leo Panitch oldu.
Dünyanın en saygın araştırma ve teori yapıtlarından Socialist Register’ın Editörü ve Toronto Üniversitesi Siyasi Bilimler Profesörü Leo Panitch bir kaç hafta önce İstanbul’da bir siyasi partinin düzenlediği bir Panale konuşmacı olarak katıldı. Konuşmasında bahsettiği meseleler pek içaçıcı olmadı benim için. Ama arkasından Panitch ile tek başıma konuşma fırsatı buldum.
Panitch’e ilk sorduğum soru “İmparatorluk’u onun nasıl tanımladığıydı. Şöyle yanıtladı Panitch:
“Dünyanın bugüne kadar gördüğü en büyük imparatorluk ABD imparatorluğudur. Bu imparatorluğun kalbi de Pentagon ve Wall Street’te atar. İmparatorluk bağımsız devletler üzerinden işliyor. Daha önceki imparatorluklar gibi koloniler oluşturmuyor. Bu devletler, örneğin Irak gibi yerlerde, yani Irak devletini yeniden kurmak gibi işlerde, ABD’ye dünyayı yönetmede yardımcı oluyor. Türkiye de bu rolü oynuyor. Tıpkı Kanada’nın ve bir çok anlaşmazlığa rağmen AB üyesi ülkelerin yaptığı gibi. Türkiye AB üyesi olabilirse daha otonom bir yapıya sahip olabilecek tabii ki. AB, Türkiye için ABD ile kimi alanlarda çatışan çıkarları gereği bir tampon oluşturacak Ama imparatorluğun dışına çıkmak; işte AB’nin bunu sağlaması çok zor.”
İmparatorluğun asıl tanımlayıcı özelliğinin ekonomik yönü olduğunu da belirtiyor Panitch, bu nedenle siyasi ya da askeri anlaşmazlıkların imparatorluk üyesi ya da üye namzedi ülkeler arasında pek derine gitmediğini belirtiyor. Türkiye’nin emperyal yapı içindeki rolünün şimdilik ekonomik entegrasyodan çok güvenlik meseleleri çerçevesinde tanımlandığını belirten Panitch’e göre bu durum değişmek üzere:
“Yani Türkiye’nin artık ekonomik yapı anlamında da imparatorluğa daha fazla angaje olacağını mı söylüyorsunuz?”
Panitch bu sorumu gülümseyerek yanıtlıyor:
“Gördüğüm kadarıyla Türk ekonomisi gittikçe daha fazla dışarıya yönelimli hale geliyor. Stratejilerini artık dışarıya göre oluşturuyor. AB, hatta şimdilerde Rusya gibi ülkelere yöneliyor. Ama bu durum imparatorluğun rolü ile catışan değil uyumlu bir gelişme. İmparatorluk tamamen küresel bir kapitalizm oluşturmak istiyor. Bunun da ille de ABD kökenli çok uluslu şirketler aracılığıyla oluşturulması gerekmiyor. Ama Türkiye gibi bir devlete ihtiyaç var, ekonomisini bu prensipler çerçevesinde oluşturan ve sermayenin, ticaretin tamamen serbest olduğu, IMF gibi uluslararası kuruluşların etkisini gösterebileceği bir ülkeye ihtiyaç var. Neo liberal politikaları uygulayan, krizlere girdiğinde bile ekonomisini dışarıya, yabancı sermayeye açık tutan, IMF ile ilişkisini sürdüren, borçlanma piyasası açık bir ülke…”
Panitch’in IMF’nin ismini anarken kullandığı tonlama dikkatimi çekiyor. Nedense bizim buralarda muhalifler IMF’nin ismini iğrenerek tükürür gibi söylerken, Panitch’in dudaklarından daha çok küçümseyen bir tonlama ile dökülüyor bu üç harflik kısaltma.
IMF’nin de Türkiye’de görüldüğü gibi bir baskı aracı olmadığını emperyal yapı içinde büyük öneme sahip olan, başta Türkiye olamak üzere G-20 üyesi ülkelerde, ekonominin küresel yapıya entegrasyonu misyonunu yüklendiğini söyleyen Panitch, ABD’nin istediğinin küresel bir ekonomik anayasa oluşturmak olduğunu belirtiyor. Ve şöyle devam ediyor sözlerine:
“IMF bir çok ülkenin temsilcilerinin yer aldığı bir kurum ama bu kurum içinde ABD Hazine’sinin etkisi çok büyük. ABD sermayenin ve ticaretin serbestleşmesini istiyor. Yerli ve yabancı sermayenin devletler içinde yerli sermaye ile aynı haklara sahip olmasını istiyor. Bu sermayenin ABD sermayesi olması da şart değil. Önemli olan sistemin işlemesi”
AB’den bu aralar çokça bahsedildiğini ve Türkiye’nin 2004 yılı sonunda Kıbrıs sorununu da “çözerek” Birlik’ten müzakere takvimi alma rüyası gördüğünü hatırlatıyorum Panitch’e ve üyelik şansının ne kadar olduğunu soruyorum.
Türkiye’nin AB üyeliğini isteyen çok güçlü bir kesim olduğu kadar bunun karısında yer alan kesimler olduğunu da belirten Panitch, özelikle yabancı iş gücü gibi sorunların sosyal demokrat geleneğe sahip Hollanda gibi ülkelerde bile islam ülkelerine karşı bir uzak duruş, hatta korku oluşturduğunu bunun da Türkiye’nin üyeliği önünde engel oluşturacağını düşünüyor:
“Buna rağmen Türkiye’yi AB içinde bir akümülasyon merkezi gibi görenler de var. Bunlar islamın liberalleşmesini istiyor. Güçlü bir islami tabana sahip ama neo-liberal politikalar uygulayan AKP hükümeti de bu çevrelerin istediği gibi bir yapı elbette ki!”
İmparatorluk çevremizi sarmaya devam ediyor. Gerçi burada bir tartışma açmanın da zamanı geldi belki. Dünyanın ilk büyük imparatorluğu, Roma İmparatorluğu, dünya üzerinde 2000 yıl hüküm sürdü. Osmanlı İmparatorluğu. İkinci büyük imparatorluk, 700 yıl dünyanın efendisi oldu. Şimdi sırada ABD var.
Başka bir şey yapmaya niyetiniz yoksa, teba olmayı öğrenme zamanınız geldi demektir.

Frankenstein’ın sorduğu soru

karabatak-hafif | 16 March 2004 19:31

Mary Shelly’nin romanında Doktor Frankenstein ceset parçalarını bir araya getirerek ortaya çıkarttığı yaratığa can vermeyi başarır. Ama ardından yaratık kontrolden çıkar ve önce yaratıcısını yok eder.
Hepimizin bildiği bu tema teknolojik gelişmenin hız kazandığı 20 yüzyılda özellikle de kurgu-bilim yazınında onlarca farklı kitaba konu oldu. Sorulan soru hep aynıydı:
İnsan bir gün, kendi yarattıklarının kurbanı olabilir mi?
Bu sorunun sorulmasını haksız bulmak mümkün değil elbette. 20. yüzyıl teknolojik gelişme anlamında öylesine başdöndürücü bir yüzyıl oldu ki, insanoğlu diğer tüm gelişmelerin yanısıra bir zamanlar hayal bile edemeyeceği hedeflere ulaşmayı başardı. Bir zamanlar tanrı sandığı ve altında korkuyla titrediği, öfkesini dindirmek için kurbanlar sunduğu yıldızlara ulaştı. Bugünlerde Mars üzerinde dolaşıyor ve 10 yıl içinde Ay’da bir üs kurmayı hedefliyor. Bununla da kalmadı, kendi genetik şifresini çözdü. İlk kez bir canlıyı klonlamayı başardı. Bugün artık, dünya üzerinde bilinmeyen bir yerde “insan” klonlandığı kamuoyuna yapılan ifşaatlarla herkesin malumu.
Durum böyle olunca “soruların ve soranların” sayısı da arttı ister istemez.
1800’lerin sonlarında, Manchester’da, işçiler dokuma tezgahlarını kırdığında, Jacques Ellul henüz dünyaya gelmemişti. Ama 1960 yılında “Teknolojik Toplum” isimli eseriyle kamuoyunun karşısına çıkan Fransız ilahiyatçı ve filozof, yankısı yeni binyıla, hatta daha ötelere ulaşacak bir tartışmayı da teorize etti:
“İnsan, verimliliği artırmaya yönelik yeni teknikler yüzünden, özgürlüğünü kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır.”
Ellul, teknolojiyi eleştiren bu karşı duruşunun kendisinden 40 yıl kadar sonra, üstelik teknolojinin en önemli isimlerinden birinin ağzından neredeyse aynı kelimelerle döküldüğünü duysa neler düşünürdü acaba?
Sun Microsystems’in en kıdemli bilimadamı, Java ve Jini teknolojilerinin yaratıcısı Bill Joy, 2000 yılının Nisan ayında Wired dergisine yazdığı “Geleceğin bize ihtiyacı yok” başlıklı makalesinde, içerden biri olarak, adeta Ellul’un reenkarnasyonu gibi çıktı karşımıza.
Şöyle diyordu Joy:
“Günümüzdeki yeni teknolojiler, insan yaşamına 20. yüzyıldaki nükleer, biyolojik ya da kimyasal silahlardan daha büyük bir tehdit oluşturuyor. Teknolojiyi, bizden çok daha üstün robot zekalar yaratacak biçimde kullanırsak, bu robotlar bizi fazlalık olarak görebilir.”
Eğer bu sözleri bugüne kadar onlarca örneğini gördüğümüz kurgu-bilim yazarlarından birinin kitabında okumuş olsaydık, ya da Matrix benzeri bir filmdeki diyaloglardan alıntılamış olsaydık bu kadar ciddiye almamız gerekmeyecekti. Ama bunlar bilim kurgu yazarlarının değil, bir bilim adamının sözleri.
Diyelim ki Joy’un bahsettiği tehlike, insan varlığını toptan yok etmeye yönelik dışsal bir tehlike, hatta bir olasılık. Yani bir nükleer patlama, ya da engellenemez bir salgın, insan türünün tamamını yeryüzünden silebilecek bir afet. Peki ya GENOM projesini nereye oturtacağız. İnsanın özünü, varoluşunu, yani “insan kavramını” temelden değiştirebilecek bir yeni teknoloji var artık karşımızda. “Gattaca” isimli filmde olduğu gibi “seçilmişlerden” oluşan “steril” yeni bir toplum mu bekliyor bizi ilerde?
Bu tartışmayı yapanlar Ellul ya da Joy gibi isimler değil sadece. 90’ların sounda dünyada hemen hemen herkesin adını duyduğu “Unabomber” Ted Kaczynski de benzer bir itkiyle hareket etmedi mi? Kaczynski sağa sola bombalar yağdırıp, “makinelere gittikçe daha fazla bağımlı olmaya başladığımızı ve bizim onları denetim altına almamız gerekirken onların bizi denetim altına almaya başladığını” iddia ederken inanılmaz bir biçimde Bill Joy’un tezine yaklaşmadı mı?
Ama her madalyonun olduğu gibi bu madalyonunu da bir “öteki” yüzü var.
Şu örneği hatırlamaya ne dersiniz? Ünlü bilgin, dünyanın yuvarlak olduğunu söylediği için yargılandı. Yargılayanları bugün kimse hatırlamıyor. Engizisyon tarihin derinliklerine gömüldü ve bilim, akıl, teknoloji binlerce kere olduğu gibi bir kere daha galip geldi.
Ya biz teknolojik gelişmeyi, atom çekirdeğinin parçalanmasını, yapay zeka araştırmalarını, insanın gen haritasının çıkarılmasını sorgularken kürsünün hangi tarafında yer alıyoruz? Tarihin unutulmaya mahkum ettiği Engizisyon yargıçlarının hatalarına düşüyor olmayalım sakın.
Tarih boyunca milyonlarca insanın yaşamına mal olan, çiçek hastalığı, veba salgınları, (dünyanın önemli bir kısmı hala açlık sınırının altında olsa bile) tüm dünyayı kavuran küresel kıtlık gibi sorunlarımız yok artık. Bir zamanlar ötesinde deniz canavarlarının olduğu düşünülen Atlantik Okyanusu’nu 4 saatte geçmemizi sağlayacak yeni bir su altı tüneli için çalışmalar devam ediyor. Dünyanın her yeriyle istediğimiz an gerçek zamanlı iletişim kurabiliyoruz.
Çıkmazımız da bu noktada başlıyor. Madalyonun her iki tarafı için de sayılamayacak kadar çok örneği ard arda sıralayabiliriz. Ama bu çaba bizi sonuca ulaştırmaktan, maalesef, çok uzak görünüyor.
Bu sorulara tek bir tartışmada yanıt bulmak mümkün değil. Hatta yakın gelecekte de bulunacağını düşünmek biraz fazla iyimserlik. Ama emin olduğumuz bir şey var. İnsanoğlu durmak bilmeyen ve her adımda biraz daha hızlanan bir koşunun içine girmiş durumda. Ama bugün işimiz biraz daha kolay gibi. Frankenstein örneğinde doruğa çıkan ve son yüzyılda sıkça sormaya başladığımız sorunun yanıtı için ihtimalleri “iki”ye indirmeyi başardık:
Bu koşu bugün olduğu gibi teknolojinin ya da yaratılmış olanın insana hizmet ettiği bir süreç olarak devam edebilir. Ya da insan kendi yarattığına, (yapay zeka, genetik olarak düzeltilmiş nesil, nanoteknoloji sayesinde kendini üreten makineler, bir damlası ile koca bir kenti yokeden biyolojik silahlar) yenilerek evrim teorisinin buyurduğu gibi “güçsüz tür” olarak dünya sahnesinden çekilebilir.
Ama ben karamsar değilim.
Çünkü hala şansımız var.
Çünkü bunların olabileceğini biliyoruz.
Çünkü insan milyonlarca yıldır doğanın tek şampiyonu olmayı başardı. Kendi yarattığına yenilmemeyi de başarabilir.