bildirgec.org

kapuska

11 yıl önce üye olmuş, 39 yazı yazmış. 29 yorum yazmış.

Nuh’un Kemikleri

kapuska | 17 July 2008 11:24

Ne zaman Türkler ve yazı ile ilgili bir haber okusam ya da birşey duysam aklıma hep üniversite lisans yıllarımda Türkoloji’ye (=Türkbilimi’ne) meraklı bir arkadaşımın anlattığı bir hikaye geliyor. Hikaye diyorum, zira daha sonraları uydurma olduğu ortaya çıkan bir anlatı… Olaylar hatırladığım kadarıyla aşağıdaki gibi gelişiyordu.

“Bilim adamları geçtiğimiz yüzyıl içinde İskandinav yarımadasının oralarda bir yerde bir dikilitaş bulurlar. Taşın üzerinde o güne kadar tanışık olmadıkları bir alfabede çivi yazısıyla yazılmış bir pasaj vardır. Dönemin tanınmış eski diller uzmanları yazıyı tanımlamaya çalışırlar fakat bilinen hiçbir eski dile uymadığını görürler. Bunun üzerine biçim, gramer ve sembollerin sekans özelliklerinden hareketle yeni alfabeyi analiz etmeye ve yazının içeriğini bulmaya çalışırlar. Neticede de yazıyı modern ingilizceye anlamlı bir şekilde çevirirler.”

Hafta: Gereksiz Birim

kapuska | 14 July 2008 10:04

Herhalde herkes ya bir şekilde işini yetiştiremediğinden ya da haftasonu tatilinin kısalığı yüzünden düşünmüştür: bir hafta neden yedi gündür? Niçin sekiz, dokuz, vs. değildir de illa yedidir?

Gün, ay ve yıl kavramlarını açıklamak isterseniz, bunlar astronomik birimlerdir ve fizik ile açıklanabilirler. Yani gün dediğimiz şey Yer’in kendi ekseni etrafındaki dönüşünün süresidir. Benzer şekilde ay Dünya’ya göre Ay’ın, yıl ise Güneş’e göre Yer’in tur süreleridir. Peki bu matematiksel niceliklerle tek ortak paydasının gün olduğu hafta kavramı da ne oluyor ve niye periyodu yedidir?

Ama yedinin serüvenine geçmeden önce hafta kelimesini ve kavramın kendisini de biraz irdelemek lazım. Semantik kökenine baktığımızda, Türkçe’de erken örnekleri 14. yy’a kadar takip edilebilen ‘hafta’ sözcüğü aslında Farsça’da yedi anlamına gelen ‘haft’ (heft okunur) kelimesinden türetilmiştir. Bu sözcüğü de ilk kez Avesta’da, Zerdüşt’ün dörtlüklerini topladığı ve kullandığı Hint-İran diline de adını veren kitapta görürüz (yani nereden bakılsa 3500 yıllık bir sözcüktür).

Bizim coğrafyamızda izi kolay sürülse de batı dünyasında bugün kullanılan ‘week’ kelimesine ulaşılması daha bir çetrefillidir. Kesin olarak bildiğimiz Romalılar’ın yüzyıllarca hafta kavramı olmadan gayet mutlu mesut yaşadıklarıdır. Fakat ne zaman Roma Ordusu 1. yy civarında Zerdüştlüğün bir mezhebi olan Mitraizm’le tanışmış, hafta kavramıyla beraber diğer kültürel öğelerini de benimsemeye başlamıştır. Ancak Romalılar’ın hafta kavramından pek haz aldıkları da söylenemez. Öyle ki bu kavram için kullandıkları kelimeler öylesine ve alelade sözcüklerdir. Bir süre ‘hebdomas (yedi gün)’ (Eski Yunanca hepta-‘dan türetme) bir süre de ‘septimanus (yedi kat)’ (Latince septa-‘dan türetme) demişlerdir. Yeri gelmişken ekleyelim, hafta anlamına gelen ve bugün hala kullanılan Fransızca ‘semaine’ ve İspanyolca ‘semana’ yine septimanustan türetilmişlerdir.

Mitras Rölyefi
Mitras Rölyefi

Maskede son nokta

kapuska | 11 July 2008 10:57

Daha önce kullanmak nasip olmasa da imalatını izlemenin bile (American Chopper) çok zevkli olduğunu düşünen biri olarak iftiharla takdim ediyorum. Kendi chopper’ımı kendim yapayım, felsefesinden de taviz vermeyeyim diyenlere ultra teknolojik afili kaynak maskeleri..

Nathan Stubblefield’ın Cep Telefonu

kapuska | 11 July 2008 09:01

Radyo’yu kim icat etti diye sorsam, birçoğunuz doğal olarak Marconi diyecektir. Fakat bu soruyu Kentucky Murray’de birine soracak olursanız cevabı Nathan Stubblefield olacaktır. Bizim coğrafyamızda bu isim fazla bilinmese de Yeni Dünya’da efsaneleşmiş ve ancak yıllar sonra hakettiği saygıya kavuşmuş bir insandır Stubblefield.

Stubblefield Kentucky’nin çıkardığı ne en ünlü ne de en zeki adamdır. Ama 1892 yılında yapmaya başladığı denemeler olmasaydı bugün cep telefonlarımız da olmayabilirdi. Varsın olsun, yıllar sonra test ettiği teknoloji radyo sayılmayacaktı ama bu kavun çiftçisi girişimci Marconi’nin bile radyosunu keşfinden üç sene önce sesi kablosuz iletebilen bir telefon yapmıştı…

Nathan B. Stubblefield 1860 yılının 22 Kasım’ında dünyaya gözlerini açtığında Kentucky Murray de ABD’nin diğer unutulmuş kırsal bölgelerinden biriydi. 7 çocuklu Stubblefield ailesinin ikinci büyük çocuğu olan Nathan daha dokuzunda annesini, ondördünde de babasını kaybetmesiyle eğitimini tamamlayamamış, hayata erken atılmak zorunda kalmıştı. Ama çok meraklı olan bu çocuk Kentucky’nin kısıtlı imkanlarında eline ne geçerse okuyor kendini yetiştirmeye çalışıyordu. Çok değil, daha 20 yaşına basmadan kablosuz telefonu icat ettiğini söyleyecekti –ki o tarihte ne Tesla vardı ne de Marconi.

Bell telefonları Amerika’nın büyük şehirlerinde kullanılmaya çoktan başlamıştı, fakat Stubblefield, Murray gibi kırsal bölgelere altyapının ve bu cihazların çok geç geleceğini düşünüyordu. Bu yüzden bütün enerjisini kablosuz bir telefon icat etmek için harcamaya başladı. Çalışmaları meyve vermiş, 1892’ye gelindiğinde Stubblefield kablosuz telefonuyla özel gösterimler yapmaya başlamıştı. Kablosuzdu fakat radyo da denemezdi. Radyo dalgalarını kullanan Sir Oliver Lodge 1894’te kablosuz telgrafı icat ettiğinde sadece sinyal iletebiliyordu ama 1898’te aldığı patentten anlaşıldığı kadarıyla Stubblefield konveksiyon yoluyla olmasa da toprağı ve suyu kullanarak ses ve müzik iletimini yapmayı başarmıştı.

Buzda Kurtarma

kapuska | 10 July 2008 09:35

Hem kış sporları müdavimleri için hem de özellikle Doğu’da kışın kapanan köy yollarından muzdarip insanlarımızın imdadına yetişebilecek bu kızak-bot hem suda hem de karada gidebilecek şekilde tasarlanmış.

Üzerinde bulunan hava tüpleri vasıtasıyla çok kısa bir sürede şişirilebilen bu botlar altlarında bulunan paletler sayesinde de her türlü karlı ve buzlu ortamda çalışabilecek.

Anosmi: Koku Duyusu Yitimi – 2

kapuska | 09 July 2008 09:00

Serinin başı için buradan

Beş duyumuz içinde üvey evlat muamelesi yapsak da kokusuz bir hayat, karanlık ya da sessiz olanı kadar çekilmez. Belki dışardan farkedilmediği veya devlete ekonomik bir yükü olmadığı için es geçiliyor ama araştırmalara göre Amerikan nüfusunun % 1’ine ve 50 yaş üstü kişilerin %24’üne yakını kısmi de olsa koku alamıyor. Koku alamamak aynı zamanda tat duyumuza da ket vuruyor. Dil dört temel tadı almaya devam da etse koku duyusu olmadan yediğimiz çilek tatlı ve sulu bir şeye, varken de birşeye benzemeyen karnıbahar ve kereviz hiçbir şeye benzemeyecektir.

Bunun haricinde koku hafızayla da yakından ilgilidir. Beyin, insan yaşamını sürdürebilmek adına önemli kabul ettiği kokuları unutmaz. Bu beslenebilmek, zehirlenmemek, anne, eş ve çocuk bulmak ve tehlikelerden kaçmak adına evrimsel açıdan en eski görevlerden biridir. Evrimsel diyoruz, çünkü insan koku genlerinin çoğu on milyon yıldan daha eski olmakla beraber bu genlerin bir çoğu günümüzde artık çalışmıyor. Ancak buna rağmen insan genomunun %3’ü gibi yüksek bir oranı kokuları ayırt etmek üzere görev yapıyor.

Koku alabilmek, diğer taraftan,sağlık ve sosyal bir yaşam için de gerekli. Duman, gaz sızıntısı ya da bayatlamış yiyeceklere karşı koku duyusu vücudumuz için bir erken uyarı sistemiyken, yokluğu durumunda farkına varamayacağımız vücut kokuları sosyal felaketleri de engeller. Dahası kokunun eş seçiminde çok önemli bir rolü vardır. Her insan genetik olarak belirlenmiş, feromon dediğimiz sadece kendine ait bir koku taşıyor. Etkileri kesin olarak henüz anlaşılamamışsa da çiftleri birbirine yaklaştırdığı, uyum ve mutluluk halini arttırdığı bir gerçek.

Anosmiden önce nasıl koku aldığımızı da incelemek lazım. Koku duyusu burun boşluğu tavanında yerleşmiş bir pul büyüklüğündeki koku bölgesine (Olfactory Epithelium) hava içerisindeki koku moleküllerinin ulaşması ile başlıyor. Burun içerisindeki bu koku bölgesinde beş milyon kadar koku alıcı hücre (epithelial cells) var. Bu hücrelerin sayısı farede on, tavşanda yirmi milyon iken bir av köpeğinde 200 milyona kadar çıkıyor. Koku molekülleri burun içerisinde dolaşan hava ile beraber koku bölgesindeki sadece kendilerine uyan koku reseptörlerine bağlanmayı başarabildiklerinde koku algılanması başlıyor. Bu uyarı 3-4cm.’lik bir sinir iletimiyle (olfactory nerves ve olfactory tract) beyindeki koku merkezine ulaştığında beyin daha önceki deneyimlerle belirlenmiş olan şifreleri çözerek kokuyu tanımamızı sağlıyor. Tüm diğer sinirlerden farklı olarak koku sinir uçları kendisini uyaranla doğrudan kendisi karşılaşıyor, bir başka deyişle beynin kafatasından dış ortama açık olduğu tek yer burun içerisindeki koku sinirleri bölgesi.

Anosmi: Koku Duyusu Yitimi – 1

kapuska | 07 July 2008 09:55

– Öyyk, iğrenç kokuyor!

O veya bu şekilde yukarıdaki gibi bir tepkiyi muhakkak bir durumda vermişizdir. Ben, üniversite hayatımın üç senesini altyapı şebekesi olmayan ve zırt pırt kuyularının taştığı bir yerde yaşamış olarak bol bol verdim. Ancak insan kendi başına gelmeden ya da sevdiği biri muzdarip olup empati kuramadığı sürece, aslında herhangi bir duyusunu yitirmenin ne kadar rezalet bir durum olduğunu anlamıyor. Halbuki anosmiyi ilk duyduğumda en başta benim de aklıma yukarıdaki tepkim gelmişti: ne güzel!

Ama insan araştırdıkça ve düşündükçe keşfediyor: çiçek kokusu yok, yağmur sonrası toprak kokusu yok, mantımın üzerindeki tereyağın kokusu yok, kahvemin kokusu yok, yok, yok… SEVGİLİNİN kokusu yok! En çok koyanı: öpebildiğin ama koklayamadığın bir çocuğun VAR!

Vakum Demlikler ve Cafetino

kapuska | 06 July 2008 10:09

Yazın bu vakitleri gelince hararetimi aldığından mı bilinmez bir kahve merakı başlıyor. Bugün sizlere sofistike bir üründen ve onun çalışma esaslarından bahsetmek istiyorum.
İngilizceden vakum demlik veya vakum çaydanlık olarak çevirebileceğimiz “vacuum pot”lar ilk kez 1840’lar civarı Avusturya’lılar ve Fransız’lar tarafından hemen hemen aynı zamanlarda fakat birbirlerinden habersiz olarak geliştiriliyorlar. Bugün piyasada camdan ya da diğer malzemelerden olsun çok sayıda çeşitini bulmak mümkün. Bu methodla kahve pişirmenin temel avantajı ise diğer demleme yöntemlerine göre daha temiz, gevrek, ve zengin bir aromanın elde edilmesi.

Vakum Demlik Şeması
Vakum Demlik Şeması

Vakum demlikler temelde üç ana parçadan oluşurlar. Bunlar üst üste yerleştirilen iki hazne ve onları birbirine bağlayan filtreli bir kanallı çubuktur. Çalışma esasları karışık gibi gözükse de aslında son derece basittir. Başlangıçta alt hazne su dolu olarak ısı kaynağının üstüne yerleştirilir. Kaynamaya yakınken üst hazne kahve dolu olarak yerine konur. Kaynama başladığında oluşan buhar basıncı altındaki suyu kanallı çubuktan yukarıya iterek kahvenin demlenmesini sağlar. Oluşan basınç ve yukarı hazneye iletilen sudan dolayı bir süre sonra alt haznede su minimum düzeye iner. Bu durumda ısı kaynağı iki dakika kadar daha tutulduktan sonra ortamdan uzaklaştırılır. Bir süre sonra alt haznedeki buhar yoğunlaşmaya başlayacağından bir vakum etkisi yaratır ve yukarıdaki haznede demlenmiş olan kahve bu vakum etkisiyle filtre edilerek tekrar alt hazneye döner. Son olarak kahvemizi alt hazneden servis yaparız. Nasıl gayet basit değil mi ? 🙂

2006’nın en zekisi kim?

kapuska | 10 October 2006 13:01

Biraz geç farketmiş olmakla birlikte buradaki güzide yarışmayı siz bildirgeç müdavimleriyle paylaşmak istiyorum. Efendim “Yüksek IQ Toplulugu” geleneksel olarak düzenlediği yılın en zeki insanı yarışmasına 1 Temmuzda start vermiş. 25 farklı sorudan oluşan yarışma birinciye 500 $’lık topluluğa ömür boyu üyelik aidatı ve kalanı peşin olmak üzere 1000 dolar para ödüllü. Dereceye giren ilk 25 kişinin çeşitli ödüller alabildiği yarışma New York saati itibariyle 31 Ekim gece yarısı sona eriyor. Yani hala 3 haftamız var. Önümüzdeki 9 günlük bayram tatilini zekasını ölçerken para ve ün de yapmak isteyen arkadaşlar sorular için burdan, cevapların forma nasıl girileceğini anlatan ipuçları için buraya, bitirdikten sonra cevaplarınızı girmek için ise buraya buyrun.