bildirgec.org

FEYZAN

11 yıl önce üye olmuş, 25 yazı yazmış. 6 yorum yazmış.

Hala

FEYZAN | 30 April 2009 09:37

Evimizin karşısında ki giriş kata taşındıklarında MS hastası olduğunu filan fark
etmemiştim. Zaten daha ilkokula giden bir çocuğun bunu fark etmesine de imkan yoktu. Hatta o devirde MS diye bir hastalıktan bile haberi yoktu kimsenin. Kaç yaşındaydı o zamanlar bilmiyorum. Bana yaşlı gelirdi. Ama ona annesi baktığına göre 40’ larında olmalıydı.
Bütün gün camın kenarında oturup sokağı seyrederdi.
Annemle sokağa çıktığımız bir gün, camdan bize seslendi, nereli olduğumuzu filan sordu, kardeşimi ve beni çok sevdiğini ne de güzel çocuklar olduğumuzu söyledi. Annemde onu sevmişti. Sonra bir gün annem tatlı yaptı ve onlara da bir tabak yolladı. Tatlıyı ben götürdüm. Beni içeri buyur ettiler. Yatağı camın kenarındaydı. Bütün günülerini ve gecelerini aynı yerde camın önündeki yatakta geçiriyordu. Ağabeylerinin çocukları gibi ona Hala dememi söyledi. Tekerlekli iskemle denen şeyi ilk orada görmüştüm. Ayaklarını altına almış, her zaman ki gibi perdenin aralığında sokağa bakıyordu. Ayaklarını altına alabildiğini görünce yürüyememesine çok şaşmıştım.Çocuk aklımla ayaklarını altına alıp kıvırabilecek birinin, yürüye de bileceğini düşünmüştüm. Kas hastalığı filan gibi kavramlar bana çooookkkk uzaktı. Bir de ilk kez evinde böyle geniş kütüphanesi olan biirni görmüştüm. Kütüphaneye baktığımı görünce, geri getirmek şartıyla kitaplardan alıp okuyabileceğimi, kütüphane de çocuk kitaplarının ve ödevlerime yardımcı olacak da ansiklopedilerin de olduğunu söyledi.

Divan Edebiyatı Müzesi

FEYZAN | 26 April 2009 21:56

Arkadaşım Ahmet Ümit’ in son kitabı, Bab-ı Esrar’ ı okuduğunu söylediğinde, hiç Ahmet Ümit okumadığımı , onun polisiye roman yazdığını ve polisiye romanlara çok ilgim olmadığını söyledim. O da bu kitabın diğerlerinden farklı olduğunu, Mevlevilik ve Mevlana ile ilgili bir roman olduğunu ve okusam çok seveceğimi söyledi. Üzerinde durmadım. Ancak bir daha ki görüşmemizde, elinde kitapla çıkageldi. Ben bitirdim sen oku diyerek, kitabı bana verdi. Bir süredir başucumda duruyordu. En nihayet geçen gün okumaya başladım. Daha başlarındayım gerçi, ama Şems ve Mevlana ile ilgili bilgilerin yanı sıra, dervişlik ve sufilik gibi konulara da çok değinildiği için, ilgimi çekti. Bu kitabı okurken başımdan geçen ilginç bir olayı hatırladım.
Bundan yaklaşık, 5-6 yıl önceydi. Kadınlar Kolu yönetim kurulu üyesi olduğum dernekte, Ramazan münasebetiyle bir iftar yemeği vermeyi planlamıştık . O zaman ki başkan ( Kuzenim) ve ben, Galata Kulesinde iftar veririz diye düşündük. Ancak gündüzden de farklı bir program olsun istedik. Tünelde bulunan İstanbul Divan Edebiyatı müzesinde ( kuledibi mevlevihanesi) her Pazar gerçekleştirilen sema dönme törenine de katılalım, oradan da iftar yemeğine geçeriz diye düşündük. Günlerden pazartesi’ydi. Meğer o gün müzenin kapalı olduğu günmüş. Kocaman yüksek demir parmaklıklı kapı kapalıydı. İçeriye seslendik ve müzeyi gezmek istemediğimizi ancak, sema programı ile ilgili bilgi almak istediğimizi söyledik. Kapıyı açtılar. İstanbul un en kalabalık caddelerinden birindeydik ve dışarıda dünya çok hızla dönüyordu. İçeri girer girmez tüm sesler kesildi ve sanki dünya durdu dönmekten vazgeçti. Kocaman, çınar ağaçları gölgesinde nefis bir bahçeye girdik. Az sonra tarikat ehli olduğu yüzünden belli, zarif bir beyefendi geldi. Ona derdimizi anlattık.
O da bize içerden program getireceğini söyledi, ve bankları işaret ederek oturun dedi. Bankların üzerlerinde, ağaçlardan düşen yapraklar, bolca toz ve üzerlerinde kıvrılıp uyuyan derviş kediler vardı. Nasıl otururuz bu banklara diye yüzümüzü ekşitmiş olacağız ki, adam bize dönerek, haa ama sahi siz oturmazsınız dedi. Biz her şeyin Allahtan geldiğine ve yine Allaha döneceğine ve bunun bir devr-i daim olduğuna inandığımız için tozla da bütünleşiriz, bunu sorun etmeyiz dedi. Biz öyle utandık kendimizi o kadar maddeci hissettik ki, hemen banklara oturduk. Adamın sözleri, dinginliği ve ortamın huzuru bizi çok etkilemişti.
Az sonra programla geri geldiğinde onun, ‘Ölmeden evvel ölen ‘ bir insan olduğunu farkına vardık.Yani öldükten sonra hesaba çekileceğine, kendini hesaba çekmişti. Yani öldükten sonra neleri yapmış olmayı dileyecekse, şimdiden onları yapmıştı. Bu insanlar münakaşa etmez, yalan söylemez, kimsenin malında mülkünde ya da mevkiinde gözü olmaz. Öldükten sonra veremeyeceği hesaplar için utanacağına, daha dünya da kendine çeki düzen verir, ne kimseden şikayet eder, ne de biri ondan şikayetçi olurdu. Bir ölüden kimseye nasıl bir zarar gelmezse, ölmeden önce ölenlerden de kimselere zarar gelmezdi.
Program hakkında biraz daha konuştuktan sonra, artık, o güzel ortamı terk etmemiz gerekti. Dışarı çıktığımızda, çok farklı duygular içerisindeydik. O dervişten çok etkilenmiştik. Programımızı hazırladık ve çok güzel geçeceğine inanarak evimizin yolunu tuttuk.
O Pazar sabahı uyandığımızda bizi bir sürpriz bekliyordu .Galata Neve Şalom sinagogu önünde, bir bombalı saldırı gerçekleşmişti ve orası bir savaş alanlına dönmüştü. Kaos ortamı orayı ele geçirmişi ve biz o programı o zaman ve hiçbir zaman gerçekleştiremedik.Ama kuzenimle sık sık o gün yaşadığımız o etkileyici sahneyi konuşuyoruz.

Genç erkek ve olgun kadın aşkı

FEYZAN | 24 April 2009 18:08

Geçenlerde, Haşmet Babaoğlu köşe yazısında, halen sinemalarda oynayan ‘Okuyucu ‘ filminden söz ediyordu.Bu film bir kitap uyarlamasıymış.Bernhard Schlink adlı bir yazarın ‘the reader’ adlı kitabından senaryolaştırılmış.Haşmet bu kitabı okumuş ve çok sevdiği bir kitapmış, filmi de en az kitabı kadar etkili olmuş, tavsiye ediyorum, filme gidin minvalinde bir yazı yazmıştı.
Kitaplar senaryolaştırılırken kendinden çok şey kaybeder. Ben bu yüzden sevmem okuduğum bir kitabın senaryolaşmasını.Birde ben mesela kahramanları, başka türlü hayalimde canlandırmışımdır da, ondan sonra o filmde kim oynamışsa hep o gelir aklıma.
Ama Haşmet gidin dedi, biz de gittik. Film hakikaten muhteşemdi özellikle kendisine bu filmdeki performansıyla Oscar kazandıran Kate Winslet çok çok iyiydi. Sinemadan çıktığımızda kocam bana midesine bir şey oturduğunu, bu filme nerden de geldiğimizi sordu. Hakikaten de, çok etkileyici bir konusu olan, bambaşka bir filmdi.
Ben bu gün sadece filmin başında yaşanan, 15 yaşındaki bir delikanlıyla, 40 yaşlarında ki bir kadının aşkını konu edeceğim. Biraz araştırdı, erkekler, genç birer delikanlıyken eğer böyle bir ilişki yaşamışlarsa ileride ki hayatlarında, bu ilişkiden sitayişle ve özlemle, derin duygularla bahsediyorlar. Benim eski bir arkadaşım var mesela, 19 yaşındayken 29 yaşında ki bir kadınla bir ilişki yaşamış. Ondan hala sevgiyle, özlemle ve o kadın onun gibi bir çömezi seçmiş olduğu için, birazda övünerek bahseder.

Ömrümüzün son demi, son baharıdır artık

FEYZAN | 22 April 2009 17:43

Ben 15 yaşlarındaydım. Böyle yeni açmış bahar dalı gibi ter-ü taze, daha yeni yeni kız olduğumun filan farkına varıyorum. Annemin, çok sevdiği bir kuzeni vardı, ( hala da var da annem gitti ) dayı derdim ona, çok iyi anlaşırlardı. Beni öyle serpilmiş filan görünce ‘ne güzel ömrünün baharında’ dedi. Biz ise yavaş yavaş sonbahar a yaklaştık. O zaman herhalde, benim şimdi olduğum gibi, 4o’ lı yaşlarındaydılar. Dayımın anne ve babası daha 60’ larını bulamadan vefat etmişlerdi. Belki de kendisinin de öyle olacağını düşünüp bunu lafı etmişti. Annem de onu teselli etmek için yok canım genciz biz daha ne sonbaharı filan dedi. Ben de nedense lafa karışıp dayımı teselli etmek istedim. Hem dedim, ben sonbaharı da severim.
Onun bahsettiği sonbahar değildi benim kastettiğim tabi. Benim bahsettiğim eylül de başlayıp kasım da sona eren sonbahardı. Dayım, ben de senin gibi ilkbahar da olsaydım sonbaharı severdim dedi, gülüştüler.

Eski bir tanıdık

FEYZAN | 22 April 2009 10:00

Bu kış, birdenbire kızım kulaklarının arkasının ve ensesinin kaşındığından şikayet etmeye başladı. Bir kaç kez baktım ama, kepek dışında pek bir şey göremedim. Bir gece yatağında uyurken de kafasını kaşıdığını görünce, cildinde bir egzama ya da tahriş olduğuna kanat getirerek, cilt doktorundan randevu aldım. Sabah ilk randevu bizimdi, böylece doktordan çıkınca okula gidecekti. Doktor şikayetimizi sordu. Ben de kulaklarının arkasının ve ensesinin kaşındığını ve kızardığını söyledim. Kızımı muayene iskemlesine oturttu, bu bize genellikleee ‘sirkeyi’ işaret eder dedi. Saçının dibinde bir yeri gösterdi, ve işte dedi. Ben öyle şaşkın bakıyorum, saçının dip kısmına yakın beyaz bir noktacık var. Ben nasıl yani dedim, kızınız bitlenmiş dedi.
Hem kızım hem ben şok olduk. Nasıl olur, bu çağda ne biti var mı hala öyle şeyler dedim. Eğer bir yerde bit varsa bunun bulaşmama olasılığının olmadığını söyledi. Kızım ağlamaya başladı, ben de ağlamaklı oldum. Kızımın koca bir demet beline kadar saçı var, ne yapacağız dedim. Kwel şampuan alacaksınız dedi. Hala mı kwel dedim. Evet hala dedi. 3 gün üst üste şampuanı sürüp, 20 dakika bekleyip yıkayın, haftaya gelin göreyim dedi.

Okulun önündeki satıcılar

FEYZAN | 21 April 2009 10:59

Ben evimize yakın bir İlkokula giderdim. Bütün arkadaşlarım da öyleydi, kimse okula servisle gidip gelmezdi. Bu yüzden de okul çıkışı, okulun önünde istediğimiz kadar oyalanır, arkadaşlarla takılır ve tabi ki okulun önünde satılan çeşitli abur cuburdan alıp, daha sonra da çantamızı savura savura eve dönebilirdik. Okulumuzun çevresinde demir parmaklıklar vardı, daha son ders teneffüsünde satıcılar gelmeye başlardı da, bazı arkadaşlar o demir parmaklıklardan para uzatıp, okuldan çıkmayı beklemeden, bir şeyler alırlardı.
Neler neler satalardı bu satıcılar. Alıç diye bir meyve vardı, kışın başında çıkardı. Sarı malta eriğine benzerdi, çekirdekliydi, buruk bir tadı vardı, ama satıcı bunu kolye gibi bir ipe dizerdi herhalde o ilginç gelirdi onu alırdık. Bahar gelince, çağla satıcısı gelirdi minik minik kese kağıdında çağla satardı.
Turşucu gelirdi. Böyle cam bardaklara turşu doldurur, üzerine de kepçe ile turşu suyu koyardı bir de çatal verirdi. Plastik değil, normal çatal herkese yeterli çatalı olur muydu! Yoksa turşu suyu mikropları öldür müydü! bilmem. Minik plastik kaplarda tuhaf pembe renkli bir tatlı satarlardı, sanki pelteye benzerdi onu hiç yemedim ama, çok meraklısı vardı. Kabın içinden bir hediye filan da çıkardı sanki. Sonra tabi simitçiler vardı. Şimdiki gibi kapalı arabaları yoktu tabla da, açıkta dururdu simitler. Tablayı da kafalarının üstünde taşırlardı.Lahmacuncu gelirdi, koluna taktığı beyaz bir sepeti vardı .2 ayrı kapağı vardı sepetin. Herhalde kapalı kaldığı için yumuşardı o lahmacun. Lahmacunu rulo yapıp, kağıda sarar öyle verirdi çocukların eline. Kapalı sepette çıtırlığını kaybettiği için dik durmaz, çocukların ellerinin üstüne düşerdi lahmacun. Bir tatlıcı vardı . 8 e ( ya da yan durduğu için sonsuzluk işaretine) benzer bir şekli olan şerbetli bir tatlıydı, hala görürüm o tatlıları zamam zaman sokakta.Yine mevsimine göre kestaneci, mısırcı, dondurmacı da okulun önünde yerlerini alırdı.

Horultu

FEYZAN | 19 April 2009 16:49

Benim bir dedem vardı,nasıl horlardı nasıl horlardı anlatamam.Gök gürültüsü falan halt etmiş.Anneannem işte bu geceleri kükreyen adamla 55 yıl evli kaldı ve hep aynı oda da uyudular.Ben ilkokul çağındayım dedem o gece eve geç dönecek,Anneannem yalnız kalmak istemediği için,ben de onunla kalacağım.Burada şunu belirteyim anneannem çok korkak bir kadındı bunu da hep söylerdi zaten. Büyük ağabeyim ve ablam cesurdu Hüseyin ağabeyim ve ben korkaktık, ikisi bunu bilir her fırsatta beni korkuturlardı diye. Neyse konuya döneyim.Biz gece yattık, büyük bir odaları vardı böyle 5m’ ye 6m gibi filan,işte ikisinin yatağı birde camın önünde uzun bir sedir.Anneannem bana o sedir de yatak hazırladı. Böyle şekilsiz kocaman hangar gibi bir evleri vardı. Ben içerde ki odalardan birinde yatmak istiyorum ama o korkarsın deyip beni zorla oda da yatırmak istiyor. Neyse yattık ben çocuğum tabi hemen uyumuşum.

Renkler tatlar kokular

FEYZAN | 18 April 2009 10:30

Pazar akşamüzeri, kızımla kardeşime gittim.Kendisi 30 yaşında olup hala şekerle beslenen biridir.Migros ta yepyeni bir şeker keşfetmiş bana onlardan ikram etti.İçinde farklı tatlarda renk renk minik şekerler olan paket, tarçınlı olanını tavsiye ettikten sonra çok farklı bir anlama büründü.Çok sevdim tarçınlı olanını ben böyle keyiften dört köşe mırıl mırıl söylenerek şekerimi emerken, kızım offff anne, dedi en ergen haliyle. Sen de her şeyi fazla abartıyorsun ne bu şimdi tarçınlıysa ne olur. Hakikaten ne olurdu sanki?orda o anda bir aydınlanma yaşadım.Fark ettim ki bana geçmişe dair bir şeyler ifade eden tatlar kokular ve renkler öbürlerinden çok daha değerli ve 40’ larıma geldiğim şu günlerde geçmişten pek çok renk tat ve koku biriktirmişim. Tarçın, annemin muhallebisinin kokusu. Annem ne zaman muhallebi pişirse karıştırmak için izin isterdim. daha sonra da üzerine tarçın serpmeye çalışırdım.Minicik parmaklarımla tarçın kavanozundan bir çimdik tarçın alır, acemice muhallebilerin üzerine serperdim.Hani şu mantıcıların hesapla birlikte tabakta getirdikleri karanfil ise dedemdir benim için. Beş vakit namazında ki dedem abdest alıp camiye gitmeden önce cebinde taşıdığı karanfillerden bir ikisini ağzına atar kardeşim ve bana verirdi. Bir mavi seven kadınlar vardır. Böyle bebek mavisi hırkalar gömlekler filan giyerler. İşte ben onlardan biri değilim.Hatta kuzenim hamileydi ve temalı bir hoş geldin bebek partisi yapacaktı.Oğlu olacağı için, herkes mavi bir şey giysin gelsin diye de bir tema yapmışlar.Evde ilaç için bir mavi şey bulamadım bir minik toka bile de gidip gömlek aldım. Çünki,.annem kendisine mavinin yakışmadığını söyler dururdu. Benim de içimde yer etmiş demek, mavi almam hiç ne kendime ne evime.Macun satarlardı biz küçükken her akşamüstü aynı saatte macuncu amca gelir elindeki tornavida ile istediğimiz renklerde ki macun şekeri bir çubuğa dolar üstüne de limon sürüp verirdi.Akşam olmasını beklerdik her gün heyecanla.Ne zaman macun görsem alırım ağzımın içine bütün şekeri sokar şekiller yaparım öyle yerim.Bazen utanıyorum da kızıma aldırıyorum zorla yemeyi bilmiyor fakir şeker,aşağılara kayıyor eline bulaşıyor,elinden alıp ona göstermek ve tabi yemek zorunda kalıyorum.Yeşil biber, çarliston biber yani, anneannemi hatırlatır.Akşamüzeri çay demler dolapta ne kadar kahvaltılık varsa çıkarır bizi doyurmaya çalışırdı.Biberlerin tohumlu kısımlarını ayıklar ortadan ikiye böler ve tuza batırıp yememizi söylerdi. Oltalarla balık tutmaya çalışanları görünce dayımın bizi Sarayburnu’ndan balık tutmaya götürüşü ve tuttuğu istavritleri pişirip bize yedirmesini hatırlarım.Anne patatesi diye bir şey vardır eski usul kalın kalın doğranır illa ki yağ çeker kağıt peçete üzerine alınarak yağı emdirilir,bazen esnaf lokantalarında görürüm de illa yemek isterim o çocukluk tadını bulmaya çalışarak,bir de anne köftesi vardır. Herkes kendi annesinin dünyanın en güzel köftesini yaptığını düşünüyordur herhalde.Benim annem maydanozlu yapardı köfteyi ,kiminin annesi de kimyonlu yapar.Yazın çıkan mis kokulu domates karşı komşumuz Ayşegül’ ü hatırlatır.Annesinin pazardan yeni aldığı henüz buzdolabına girmemiş domatesi kapının önünde elma gibi yemişti de onu camdan gören beni imrendirmişti. Annemin şaşkın bakışları arasında ben de bir domates alıp üzerine tuz döküp ısıra ısıra yemiştim.Mecimekli köfte Şenay teyzeyi hatırlatır. Funda’ nın annesi, 13 yaşlarındayım pek mızmızım her şeyi yemiyorum orda ikram etmişlerdi, misafirlikte huysuzluk etmek ayıp olur diye tatmış ve bayılmıştım.Çok titiz bir teyze vardı evi mis gibi deterjan kokardı hep.Bize yardıma gelen Emine teyzenin elleri hep çamaşır suyu kokardı sevmezdim o kokuyu .İlkokul 1’ e başladığımda kardeşim yeni doğmuştu annem sabah uyurum diye öğleci yazdırmıştı beni okula. Her şeyim gıcır, renk renkte kokulu silgiler almışlardı.İlk günler okulda çok sıkılırdım 4’ e doğru da hava kararırdı,ama abla olduğum için büyük olduğuma kanaat getirmiş ve sıkıldığımı kimseye söylememiştim. Şimdi bile dayanamam kokulu silgilerin baygın kokusuna. Mayısta uçuşan kavak polenleri ilk aşkım Savaş’tır benim için, onlar uçuşmaya başlayınca aklıma 17 yaşım ve o temiz genç kız gelir.Bir de her mayısta aaa benim aşık olmam lazım mayıs geldi diye düşünürüm.Nedir bu bilmiyorum. Nostalji kraliçesi oldum yine. Her şeye bir mana yüklüyorum.

Kendinizi kısaca tanıtın

FEYZAN | 17 April 2009 11:41

Geçen gün, bir gazetenin blogunda yazı yazmak için üye olmak istedim. Sizlerde bilirsiniz pek çok soru çıkıyor karşınıza. İşte, adınız soyadınız, gün ay ve yıl olarak doğum tarihiniz vesaire vesaire.Bütün bunları doldurduktan sonra da bir paragraflık bir boşluk bırakmışlar, kendinizi tanıtın diye. O blogu okuyan kimseler benim kim olduğumu merak ederse bu kadın da şöyle şöyle biridir babında. Ne yazsam dedim şimdi. Evliyim bir kızım var ev hanımıyım bu. Bu mudur hakikaten?
Oysaki ben,Feyzanım,kadınım anneyim, zevceyim, ablayım birilerinin evladıyım( annem ve babam gittiler ama yine de onarlın evladı sayılırım herhalde),Rumeli kökenliyim, kentliyim İstanbulluyum. Şehrimde olan her şey beni ilgilendirir, yeni açılan mekanları, yeni alışveriş merkezlerini, tüm sergileri konserleri festival filmlerini, tiyatro oyunlarını görmek isterim.Belli bir tarzı tavrı olanlardan, güzel insanlardan,kitap sevenlerden,ikizler burcu kadınlardan,yengeç burcu erkeklerden ( en azından tanıdıklarımdan) inançlı insanlardan,derviş gönüllülerden, rengini belli edenlerden köy kültüründen, babacı kızlardan, anneci erkeklerden,başarılı kız babalarından ( ki bu zor bir iştir, o çocukluğunda size hayran kızlar ergenlik çağında babalarının yanlış tutumları yüzünden ondan uzaklaşır)güvenilir insanlardan sadece kötü gün değil iyi günde de yanında da olan insanlardan, kendini her daim yenileyenlerden,başarılı kadınlardan, başarılı erkeklerden, donanımlı insanlardan evin de bir kütüphanesi olanlardan, iyiden güzelden anlayanlardan, değer bilenlerden, ışık yayanlardan,sanattan, modern dansçılardan,genç kızlardan balerinlerden,bestekarlardan,şairlerden,ressamlardan, üflemeli çalgılardan,bir enstrümanı ileri derece çalabilenlerden, evleri temiz olanlardan, gece geç yatmaktan, sabah geç kalkmaktan, aşktan,güneşin batışından,sonbahardan, sonbaharda İstanbul’,dan,sonbaharda güneş batarken gökyüzünün renginden, aşk filmlerinden, minik ayaklı kadınlardan,et yemeklerinden, unlu mamullerden, anne yemeklerinden,çekici,seksi,alımlı,çarpıcı kadınlardan,kültür turlarından,Avrupa şehirlerini görmekten,dünyanın her yerinde var olabilen insanlardan dinsel inancı olanlardan, yeni değişmiş mis gibi bir yatakta uyumaktan, beyaz tenlilerden hoşlanırım

Kına

FEYZAN | 15 April 2009 18:56

Ben küçükken, dedem ve babaannem de bizimle otururdu. Babaannem de dedem de ben onları tanıdığımda çok yaşlıydılar.Zaten ben ilkokula başlamadan da ikisi arka arkaya gittiler.Babaannem çok yaşlı olmasına rağmen, stili olan bir kadındı.Hep aynı tür elbiseler giyerdi, robadan kesik ve belinde kuşak olan elbiseler.Bu elbiselerden birini terziye yollar,hiç prova olmadan aynı modelden yenilerini diktirdi.Elbise kumaşlarının hep İngiliz kumaşı olmasına özen gösterirdi. boynuna da çeşit çeşit renk ve desende mendiller bağlardı fular niyetine. Başında yemenisi vardı ( Rumeli de buna ŞAMİ denir). Bu yemeniden görünen 3 parmak saçı da hiç beyaz bırakmaz kına ile boyardı. Saçları ölene kadar hep uzundu, çok yaşlı olduğundan, artık iyice azalmış saçlarını her sabah tarar bu bir kısmı kınalı, bir kısmı beyaz saçları 2 kuyruk örüp ensesinde topuz yapar, sonra da şamisini bağlardı.Bir bayram arifesinde geceden saçına kına koyuyordu.Ben meraklı çocuk gözleriyle onu seyrediyordum.