bildirgec.org

deborahhh

11 yıl önce üye olmuş, 31 yazı yazmış. 325 yorum yazmış.

1. Bölüm (uzun sıkıcı bir hikaye)

deborahhh | 07 October 2006 04:35

Telefondaki ses ısrarla “buluşalım” dedi. Arkadaşının arkadaşıydı. “Evet” demek doğru olur muydu? Önce “bu gün olmaz” diye geçiştirdi. Sonra arkadaşını aradı. Durumu anlattı. “Kendine dikkat et. Aslında zararsızdır ama kendini kızlar konusunda Don Juan sanır” dedi. Aslında bu buluşma gerekliydi. Biliyordu ona bazı sorunları için yardımcı olabileceğini. Çevirdi telefonu. Arjantin caddesi’de bir restoran. “Arjantin’e nasıl çıkabilirim?” diye sordu. “Tam olarak neredesiniz?”
” Ben şimdi Paris’teyim” Karşı taraf uzun bir -ıııı çektikten sonra “Filistin’deyim ben, bir saat sonra gelip sizi alsam?” “Evet olabilir. Ama sizi nasıl tanıyacağım?” Yine uzun bir -ııı ve” üzerimde gül kurusu bir sivetşört var”
Duş almak için banyoya gitti. Bir yandan da düşünüyordu. Üzerinde gül kurusu sivetşörtü olan bir adam şimdi Filistin’deydi, bir saate kadar Paris’e gelip onu alacaktı ve birlikte Arjantin’e gideceklerdi. Gülerken duş başlığındaki yerinden çıkan o ahize tipli alet, kafasına düştü. Acıyla karışık kahkahalar attı.
Kafasında tatlı tatlı kaşınan yumurtamsı şişlikle, düşünmeye çalışmak iyice zorlaşmıştı. Yabancılar bir şey verdiğinde almamalıydı. Ama bu yabancı onu yemeğe davet etmiş, üstelik iş teklif etmişti. “Tanışınca artık yabancı olmaz” dedi kendi kendine ve yine gülmeye başladı.
Ne de olsa buluşulacak kişi patron adayıydı. İyi giyinmek, iyi görünmek gerekirdi. Hiç de iyi görünesi yoktu o gün. Zaten dışarıda yağmur vardı. Yağmur eğer çamura bulanmak zorunda değilse, sıcacık evinden çıkmayacaksa güzeldi. Ama şimdi güzel değildi. Kendi gibi çirkindi. Ama biliyordu, biraz fondötenin, biraz rimelin harikalar yarttığını. “Yaşasın kozmetik dünyası” dedi. Sonra yine güldü. Kendi kendine böyle bir kandırmacanın ateşli savunucusu gibi davranmanın ne anlamı olduğunu sorguladı. Kozmetikle selülitlerinizden, göz altı morluklarından, saç dökülmelerinden, siyah noktalardan ve daha envai çeşit şeyden kurtulabiliyordunuz. En azından reklamlar öyle diyordu. Hangi reklam inandırıcı gelmişti ki birden bire “yaşasın kozmetik” raddesine gelmişti?
Bir de ne çok şey varmış insanın kurtulmak istediği. Fazla kiloları, sivilce izleri, güneş lekeleri, kepek…..En acıklı tanımlama da “istenmeyen tüyler”. Yine güldü. “Neden böyle saçma şeyler düşünüyorum ki?”
Sık sık yaptığı bir şeydi bu. Asıl konudan jet hızıyla uzaklaşmak. Adamın teki az sonra sokağın başında üzerinde gül kurusuyla, belki belinde de kuru sıkıyla onu bekliyor olacaktı. Ama ne korku, ne telaş…. Hanımefendi kozmetik dünyasının uydurmalarını düşünüyordu. Makyaj bitti. Baktı aynaya. Evet bu gerçekten mucize olmalıydı. Az önceki maymun surat gitmiş yerine boyalı bir maymun surat gelmişti. “Boyalı bir maymun daha iyidir” dedi ve yine güldü.
Salona geçip bir sigara yaktı. Televizyonda Avrupa Yakası’nın tekrarı vardı. Burhan Altıntop isimli tiplemeye güldü. Ama sadece basit bir gülüştü. Kendi iç sesiyle daha çok eğleniyordu çünkü.
Zaman geldi. Ceketini giyip, kapıyı çekti. Sokağın başına yürüdü. Yağmur sadece hafif hafif serpiştiriyor, en fazla tene deydiğinde kaşındırıyordu. Beklenen gizemli şahıs hala yoktu ortalıkta. Filistin-Paris-Arjantin hattını düşündü. “Keşke bir de Tunus’a uğrasaydık” diye geçirdi içinden ve güldü. Birden önünde siyah bir araba durdu. Arabanın sağ ön tarafının camı (otomatik!!!) açıldı. “Seda Hanım?”
Camdan içeri kafasını uzattı “Mesut Bey?”
Kapıyı açıp araca bindi. Klişe tabirle havadan sudan bahsettiler. Zaten hava bugün yeterince suluydu. Böylece konudan da tasarruf etmiş oldular. Arjantin pek uzak sayılmazdı. Ama tanışmayan iki insan için, üstüne sıkışık trafikde eklenince yol çok uzun geldi. Arabaya binmeden önceki sahne gözünün önüne geldi. Cümleler tam karşılığı değildi belki ama görüntü “Tam bir yol kenarı fuhuş pazarlığı sahnesi” diye düşündü, yine güldü. Mesut Bey: “Ne oldu?” Birden yalnız olmadığını, kendi kendine gülmenin yanlış anlaşılmaya fazlasıyla müsait olduğunu farketti. “Yok, sadece iç sesim benimle geyik yapıyor” dedi ama bu kez gülmedi çünkü kafasındaki şişliğin zonkladığını iç sesinin “Salak tanımadığın adama bunu neden söyledin ki?” narasıyla hissetti. Mesut Bey bir kahkaha patlattı. Neyseki artık Arjantin’deydiler………

İnsan Kendini Ne Zaman Değerli Hisseder?

deborahhh | 05 October 2006 03:56

İnsan kendini ne zaman değerli hisseder?
Çok istediği bir nesneyi satın alınca mı, “toplumun bunlar alınmalı” dediği etiketlerden birini edinince mi (diploma, sertifika, karne….) , sevgili yaş gününü anımsayınca mı, annesi en sevdiği yemeği sırf onun için pişirince mi, maaşı artınca mı, uzun süren bir gripten kurtulunca mı????
İnsan kendini ne zaman değerli hisseder?
Son zamanlarda kendini öylesine değersiz hissediyordu ki. Hemen her gece rutinleşmiş sevgili telefonlarından biriydi. “Nasılsın? Bu gün neler yaptın?” robot gibi sorulmuş ve sırası hiç değişmeyen sorulardı bunlar. Ama o her gün robot gibi sırası değişmeyen yanıtlar veremiyordu. Çünkü bu kavgaya neden olurdu. Yine mi aynı şeyleri yapmıştı? Yine mi hiç bir şeyi düzene koyamamıştı. O halde az sonra “offf yani değişen bir şey yok, haydi sana iyigeceler” cümlesi gelecekti. Rutinliğin son raddesinde her zamanki tartışmaya yine canı sıkılacak, yine kendini anlamsız bulacaktı. Bu döngünün uzun süre değişmeyeceği apaçık ortadaydı.
Oysa daha geçen hafta “Bana biraz süre ver. Toparlanmak için zamana ihtiyacım var” dememiş miydi? Üstelik bu ricası sevgili tarafından anlayışla karşılanmamış mıydı? Ne yani süre deyince karşısındaki ertesi günü mü anlamıştı?
Bunca biriktirilmiş sorun nasıl olurda ertesi gün çözülürdü? Bunun için yeni bir açıklama, yeni bir açıklama ve yeni bir açıklama her gün nasıl yapabilirdi?
Çoğu zaman sorunlarına odaklanmak yerine akşam telefonda ne söyleyeceğini düşünürken buluyordu kendini. Sanki günlük verileri aktardığı bir merciydi sevgili. Rapor zamanı gelipde telefon çaldığında gözleri parlamıyordu artık. Mutlu gibi bir ses tonu giymeye çalışıyor, acemi kalıyordu. Zaten ilk soru ve ardından verdiği ilk yanıtla gidiyordu o sahte mutluluk sesi. Sonra nasıl toparlanacak ve gülücüklerle kapanacaktı o telefon?
Gereğinden fazla biliyordu artık çözümsüzlükleri. İstese de olumlu bakamıyor, bakmaya çalıştığında hemen birileri onu kendine getirip hayallerinden sıyrılmasını sağlıyordu. Hep böyle olmaz mı? Hayallerin en güzel yerinde bir realist acımasızca bölmez mi?
O gerçekci geçinenlerin hiç zor günleri olmaz mı? Hep mi rahat yaşar bu insanlar? Şans sadece onlara mı arkadaşlık eder?
Bir an sıyrıldı. Sevmezdi ağlak edebiyatı. “Yakışmaz bana” diye geçirdi içinden. “Bana? Ben?” Ben kimim ki bazı şeylerin yakışıp yakışmadığını düşünebiliyorum. Evet çok zayıfım. Uzun etek yakışmaz. Ama kişiliğim? Bu fizik gibi değil. Neyin yakışıp yakışmadığını aynaya bakarak söyleyebilmek bu derece kolay mı?
Yine uzaklaştı işte herşeyden. Psikolog camiasının o pek cafcaflı laflarından biri değil miydi bu yaşadığı? İçsel çatışma? Yok yok… Daha çok “depresyon” denilen şey bu olsa gerek. Ama depresyon geçiren insan bütün gün evde oturup, sigara, kahve tüketmeli, Türk filmlerine kendini vermeli, ağlak şarkıları bulup bulup dinlemeli, falan filan değil miydi? Ama o öyle de değildi? Her gün yılmadan sokağa atıyordu kendini. Yılmadan çare arıyordu. Olmuyordu belki ama bıkmıyordu. Deniyordu. Belki de onlarca kere.
O halde onu bu denli boğan neydi? Olumsuzluklar mı? Hayır. Onu bu denli boğan her akşam gelen telefon. Tatlı bir tebessümle açması gerekirken, eskiden aramadığında üzüldüğü, şimdiyse “bugün aramasa bari” dediği sevgiliydi.
“Sevmiyor muyum?” diye yokladı bir an. Seviyordu. Buna şüphe yoktu. Seviyordu. Belkide eskisinden bile fazla. Ama neden artık “bugün aramasa bari” ?
İnsan kendini ne zaman değerli hisseder? Rutin sorulara rutin olmayan yanıtlar bulduğunda mı?

Kişisel bir sorunum var:(

deborahhh | 28 August 2006 02:50

Tamamıyla kişisel bir sorunum için yine burayı işgal ediyorum ve hoşgörünüze sığınıyorum. İnanın fikirlerinize çok ihtiyacım var.
Yaklaşık bir yıl önce bana evlenme teklif etti. Birlikteliğimiz henüz altıncı ayını yeni doldurduğu için açıkcası korktum ve erken olduğunu söyledim. “olur” dedi. Beklemeye aldık.Şimdilerde bir buçuk yılı devirmiş bulunuyoruz. Genellikle beraberken açık açık kavga eden bir çift değiliz. Ama eğer birbirimize uzaksak kavgalar bitmiyor. Telefonla, maille, mesajla….Yani ulaşabildiğimiz her türlü kitlesel iletişim aracıyla kavga edebiliyoruz. Çok fazla sebep de aramamıza gerek yok. Galiba nedeni “özlem?”.Her neyse, bu ayrılıklar bize acı gelmeye başladığından, şartlar yerine oturduğundan, tanışma faslını fazlasıyla geçtiğimizden, birbirimize sevgimizi bildiğimizden, falan, filan……Yani artık evlenebiliriz. Üstelik ben ilk defa “evlilik” için “imdat, mümkün değil, ay ne gerek var ki?” gibisinden cümleleri nihayet unutmaya başlamışken…Az önce yine telefonda birbirimizi yiyorduk. Yine “o halde bitsin artık” noktasına gelmişken, ani bir manevrayla “evlenelim mi?” dedim.Uzun bir sessizlik. Sonra “iyi geceler” dedi ve telefonu kapattı. Bak şimdi!!!! Kız milletine bu yapılır mı?
Sabaha kadar uyutmamaya resmen ant içtim. Bu konu açıklığa kavuşacak! Başka türlü olamaz. Ben uyuyamıyorsam, o hiç uyumamalı! Artık neredeyse “taciz” denilebilecek kadar seri mesajlar atmaya başladım.“Evlenelim,senin uzmanlığın belli olana kadar bir ev tutarız. Eşya falan gerekmez. Öğrenci evimdeki eşyalar bizi şimdilik fazlasıyla idare eder. Sen bu yıl tus’a hazırlan. Ben çalışırım. Senin görev yerin belli olunca da gitmemiz gereken yer hangi cehennemse gider yerleşiriz. Böylece sürekli burnunun dibinde olacağım için her seferinde uzaktayken yaşadığımız kıskançlık krizlerinden kurtulursun, anlamsız güvensizliğinin yersiz olduğunu görürsün, ayrıca asla seninle ilgili bir gelecek planlamadığım için de beni suçlamaktan vazgeçersin” …….Daha neler neler…..Ciddi olduğumun gayet farkında. Çünkü ben ender ciddileşirim. Anlamamsı imkansız.Hepsini bir bir okudu. Cevap vermedi. Dakikalar geçti. Evlenme teklif edenin ben olmam aslında çok can sıkıcı. Ama olsun. Her şeyi göze aldım. Hatta bu gün anneme bile anlattım. Kadıncağız ne desin ki? “ İyi gelsinler, istesinler o zaman” dedi.Sonunda aradı. Cevabı aynen yazıyorum:

1-Geç oldu uyumak istiyorum

Kimse Beni Duymuyor mu?

deborahhh | 05 August 2006 03:24

Konuşmayacağım anne. Odamın kapısını aralamış bana bakıyorsun. Seni göremediğimi mi sanıyorsun? Konuşmayacağım işte. Yatacağım burada. Ne o yine başın mı ağrıyor? Kafanı sarıp sarmalamışsın. Olsun. Yine de konuşmayacağım.
İçerden yine gürültüler geliyor. Tabii kimin umurunda benim burada yatıyor olmam. Azıcık bana saygı duymuyor kimse. Sanki olanca kavgayı ben tek başıma yaptım. Dün gece de sizin bu gürültünüz yüzünden uyuyamadım zaten.
Ne oluyor yahu? Bütün mahalleli bize mi geldi? Bu nasıl bir gürültüdür?
Bak yine kapı aralığından bakıyor. Hiç üsseleme anne ko-nuş-ma-ya-ca-ğım. Anne? Aaa ablam bu! Neden geldi ki? Allah allah daha dün telefonda “işlerim çok yoğun bayrama kadar görüşemeyiz” demedi mi bana? Yok artık anne. Kendin halledemedin sorunlarını ablamı da mı çağırdın? Sabah erken geldi her halde. Duymadım geldiğini.
Anneciğim ve babacığım sizi ve dahiyane fikirlerinizi kutluyorum, ama yemezler. Değil ablamı ölmüş dedemi getirseniz bu kez geri adım atmayacağım. Siz daha bana güvenmeyi öğrenemediniz. Ama ben size öğreteceğim. Siz anlayana kadar da hiç birinizle konuşmaya niyetim yok.
Şimdi de kapıda ikisi birden duruyorlar. Aşk olsun anne ya! Ne anlattıysan kıza o da ağlıyor. Aferin size…. Hem kafanızdan bir hikaye uydurun hem de gerçekmiş gibi oturup ağıt yakın. Sadece bir kere denediğim bir şey için dünya başınıza yıkılmış gibi davranıyorsunuz. Devam edin böyle. Benim değil sizin tedaviye ihtiyacınız var asıl. Kronik depresyon manyakları ne olacak!
Aslında yatmaktan da sıkılsım. En iyisi kalkıp gitmek. Para da yok. İsteyemem de şimdi bunlardan? Neyse Ayşegül’e giderim bende, vardır onda para. Saat kaç oldu? Off yaa her yerim tutulmuş yine kımıldayamıyorum.
Ne oluyor yahu? Ne bu gürültü anlayamadım ki? Aaa Ayşegül? Ne zaman geldin? Annem seni de mi çağırdı? Neler oluyor? Ayşegül? Beni duymuyor musun? Neden ağlıyorsun? Daha dün görüştük, neden bana böyle sarılıyorsun? Anne? Baba sen işe gitmedin mi? Biriniz cevap verin! Kimse beni duymuyor mu? Ağlamayın artık! Neden herkez ağlıyor? Söyleyin birine bir şey mi oldu? Kimse beni duymuyor muuuu?!……
Dede? İyi ama sen….

iç mimariye nasıl girilir?

deborahhh | 23 July 2006 07:22

Arkadaşlar internette bayaa dolaştım ama sağlıklı bir veriye ulaşamadım. İç mimari bölümünün güzel sanatlar fakültesinde olduğunu biliyorum ancak özel yetenek sınavıyla mı alıyor? Yoksa ÖSS puanıyla mı? Bir de hangi okullarda olduğunu tam olarak bileniniz var mı? İlginiz için şimdiden teşekkür ederim

şimdi ne yapıyorsun?

deborahhh | 21 July 2006 15:42

Bir gün kocaman bir torbayla girdi eve. İçi rengarenk yünlerle doluydu. “Mert ne yapacaksın bunca yünü? Yoksa son paramızı da buna mı harcadın?”“Kızım tek ben değil, ikimiz yapacağız. Yatırım bu yatırım. Çanta işleyip satacağız. Annem Antalya’da yapıyor. Deli gibi satıyor. ““Sen nasıl örmeyi düşünüyorsun? Yine bütün saçma projelerde olduğu gibi bu da benim yorulmamla son bulacak değil mi? Ekmek almadın mı? Salça da alacaktın?”“Yaa ne ekmeği, ne salçası? Bütün parayı bunlara yatırdım. Bak şiş de var, tığ da, hangisi kolayına gelirse…”“Yaşasın, artık Felix gibi yaşayacağız, bütün gün bu yumaklarla oynarız, gece de çöp konteynırlarını kurcalar yiyecek buluruz.”“Saçmalama da işlemeye başla, bak ilk sattıklarımızın parasıyla pizza ısmarlayacağım sana.”“Siparişimiz birkaç gün gecikecek muhtemelen.”Bir haftaya yakın geceli gündüzlü çanta ördük. Yanlış hatırlamıyorsam yirmi yedi tane olmuştu. O yıllarda örgü çanta daha çok moda değildi, yani aslında iyi işti. Yaptıklarımıza da talep vardı. Ama biz satmayı bilemedik. “Pazarcı Mafyası” denilen bir müessese varmış. Bizi barındırmadılar. Haliyle battık. Pizza da yiyemedik. Elimizdeki çantaları da bütün arkadaşlara, birer ikişer hediye ettik. Yıllar oldu hala ara-sıra kullananlar var.
Bir gün de elinde kocaman bir resim defteri, kalem traş, silgi, envai çeşit kurşun kalemle geldi. İlk tanıştığımız sıralarda kantinde karaladığım bir figür vardı. Aslında figür denir mi bilmiyorum. Sigarayı tutan sol elimi çizmiştim kağıda. Mert Efendi buruşturup attığım o kağıdı düzeltip, dosyasına yerleştirmişti. O gün benim çizimlerimin birer yetenek abidesi olduğuna kanaat getirmiş. Bu alışverişin nedeni de oymuş. Ben çizecek mişim, o da annesinin evin her yanına doldurduğu çerçeveleri boyayıp benim çizimlerimi yerleştirecekmiş. Sonra mı? Tabii ki satacağız…Birkaç gün sonra benim ezberimdeki birkaç çizgi dışında yeteneğimin olmadığını anlayan Mert bu berbat projesini savunmayı bırakıp kendini at yarışlarına vermişti. Sadece ekrandan takip ediyor, öğrenmeye çalışıyordu. Ben de birkaç haftalık alışkanlıkla elimde yünler Mert’e harıl harıl kazak örmeye uğraşıyordum. En azından bu ördüğüm işe yarayacaktı. Gerçi çok bilen Mert Bey boğazlı kazak için yakayı çok erken kestiğimi söylediğinde onu dinlememiştim. İyi ki dinlememişim. Yoksa yerleri temizlemek için bir de pas pas seti falan almak zorunda kalacaktık. Mert atları sıkı takip ediyor hatta isimlerini bile neredeyse ezbere biliyordu artık. Bana soruyordu “Sence bu yarışı kim alacak?” İsimlere şöyle bir göz gezdirip sallıyordum ben de “Hıımmmm…Karahanlı, yok yok, Safiye Sultan!” Mert sen ne anlarsın dercesine bir bakış fırlattıktan sonra “Ne Safiye Sultan mı? Hahah eşşek o be eşşek!…” Bizim eşşek sürpriz yaptı. Birinci geldi. Kimse beklemediği içinde bahislerde çok yüksek meblağlar dönmüş. Ama ben eşşekleri tutturmakta fena ustalaşmıştım. İmkansız denilen yarışları biliyordum. Kemal Sunal “Atla Gel Şaban” … Artık evin gündelik konusu bu olmaya başlamıştı. Hatta bulaşık yıkarken bile (ki o sıralar pek fazla yiyeceğimiz olmadığı için çok da az bulaşığımız olurdu, ki ne güzeldi) şiki şiki babaaa diye şarkılar söylüyordum. Mert artık paralı bahisler oynayabileceğimiz sonucuna varmıştı.İlk bahsimiz tam bir fiyaskoydu, İkincisi daha beter. Sonra şans oyunlarına kaldıysak bari piyango alalım en azından bütün gün TRT-3’e rating kazandırmayız diye bir karara vardık.Bu sırada faturalar birikiyor, ev sahibi her gün telefon açıp hal-hatır(?) soruyordu. Bakkalın çırağıyla da çok samimi olmuştuk. Hani “ustan yoksa bize bir ekmek, iki paket makarna, deftere yaz, ne ustan mı var? Yanlış numaraymış deyip usulca telefonu kapat ve bizi unut!”Gözüm sık sık Mert’in gitarına takılır olmuştu. Evde para edecek tek varlık oydu. Ama oda ekmek kapısıydı, yani iş bekliyordu. Bir gün biri Mert’e telefon açacak “Ağbi Bilmem Ne Bar müzisyen arıyor, koş” diyecekti. Günler olmuştu. O telefon gelmemişti. Ben gitarın satılmasıyla elimize geçecek paranın bize üç ay yeteceğini, o zamana kadar da yapacak bir şeyler bulacağımızı hesaplıyordum. Tabii bunlar gizli hesaplardı. Bilseydi Mert’in beni öldürmesi an meselesiydi. Elini kana buladığına değer miydi?Bir gün o telefon geldi. İnanamadık. İyi ki o gün geldi. Çünkü ertesi gün telefonumuz dışardan aramalara da kapalıydı artık. Mert telefonu kapattı ve “Muhteşem İkili” dizisi özentiliğimiz depreşti. Hemen bir “mutluluk dansı” patlattık. Ama Mert şarkı söylemeyeli aylar oluyordu. Biraz da Kral T.V. ‘nin ratingini yükselttik. At yarışı, hipodrom görüntüleri, bahisler…. Bu sesleri özleyeceğimi nereden bilebilirdim ki? Şimdi devir “arabesk- fantezi” idi. Bu ne demekse?“Aaa Gülben Ergen şarkı mı söylüyormuş? Ama niye abayı demiyor da habayı diyor?”“Öff be kızım,eleştirme de ezberlemeye bak.”“Allah Allah! Ben niye ezberliyor muşum? Ben çıkmam sahneye falan”“Tamam görünce söylerim. Salak arkada kim vokal yapacak bana?“Bana ne be? Eskiden ben mi vokal yapıyordum sana?”“Gerzek! Artık tek başına gitar çalan yakışıklı çocuk devri kapandı, geride vokal lazım, tabii ki bayan!”“Sensin gerzek! Ayrıca “Yakışıklı Çocuk” konusuna da sonra geleceğim. O zaman boy band kuralım, şöyle boy boy fena mı?”“Iyyy, espri de yaptı. Ya Cuma gecesi işe başlayacağız, bizim hatun hala İstiklal Marşından başka Türkçe şarkı bilmiyor. O kıytırık barda da millete Cranberries söylersin değil mi Dolares’im benim!”“Aman iyi be.. Şu faturalar ödensin başka bir şey istemiyorum. Yarın öbür gün elektriği de keserler.”“Yok onu ödedim ben”“Nasıl?”“Nasıl olsa ben banyo yapmıyorum, yemek de yapamadığımıza göre dedim doğal gazı ödemedim, elektriği ödedim, sen de banyo yapmaya Özlem’e gidiver. Üşürsekte battaniyenin altına gireriz. Ya da sevişiriz artık ne yapalım?”“Sen manyak mısın ya? Özlem’e giderken vereceğim yol paralarıyla hamam açılır be! Beyimiz televizyon keyfi bozulmasın diye banyo özgürlüğümüzü aldı.”“Off bi sus atrık yaa..Bak Cumartesi sabahı seni brunch’a götüreceğim”“Ya ne hayalperest adamsın! Simitçiye gidemiyoruz! Off of…”“Şarkı bitti senin dır dırın bitmedi ha!”

Beni Seviyor!

deborahhh | 07 July 2006 01:33

İlk birlikte olmaya başladığımız sıralarda bana “ilişki kelimesini sevmiyorum, sevda desek olmaz mı?” demişti. Ben onun bu cümlesini ilk günlerin heyecanına vererek, eve gittiğimde gizli gizli karnım ağrıyana dek gülerek ve zamanla aklı başında laflar edeceğini ümit ederek unutmaya çalıştım.
Kanı kaynayıp alnımın çatısını her öptüğünde; Abdurrahman Palay’ın dublaj sesini beklerken içim bir fena oluyordu. O ses hiç gelmedi. Ama ben iç güdülerime engel olamayarak “Nen var kujum?” sorusunu malesef sormuştum. Neyseki cevap gelmedi.
Bir gün telefonda “hazırlan, özel bir yere gideceğiz” dedi. Ben hemen giyindim, süslendim, püslendim, kokular v.s…. Buluştuk her Ankara’lı genç gibi meşhur kitabevinin önünde. Kırk beş dakika kadar sonra, yaklaşık yedi santimetrelik topuklu ayakkabılarımla kendimi O.D.T.Ü. şenliklerinde buldum. Muhtemelen şenliklere katılan en rüküş insandım. Dağ, bayır, orman için makyajım birazcık abartılıydı.
Bir gün de beni sinemaya davet etti. Canım pek romantik, pek düşüncelidir. Fantastik filmlere kafası basmayan benim, onun hiç bir suçu yok filmde uyuya kalmamda. Film bitince uyandırdı neyseki. Tabii sinemadan çıkınca her türk gibi filmi bana bir daha anlattı, benim geniş esnemelerimi göremeyerek.
Başbaşa yemek yemekte bizim için bir çeşit ritüeldir hep. Bayılıyorum köşedeki suratsız kasiyer kızın “oj geldiniz” diyen muhteşem Türkçesiyle bizi karşıladığı pizzacıya. Ah canım acı sosu nasıl da boca ediyor patates kızartmasına….Hele sonra “aaaaazım yandı!” çığlığıyla, o refleksin verdiği telaşa kapılarak benim kolamı içmesine ayrı bir zaaafım var.
Zevklerimi annemden daha iyi bilir. Bana her geldiğinde karamelli çikolata getirir. Dedim ya zevklerimi bilir, tabii ki karamelden nefret ettiğimi de biliyor. Şaka canım, muzip adam sevgilim. Bak çikolata ona kaldı, ya ziyan mı olsun şimdi?Hayatta işiyle aşkını birbirine karıştırmayanlardan. Örneğin çalışmaları sırasında ona yardım eden asistanlarının nasıl askıntı olduklarını bana anlatmaz. Çünkü onlar iş, neyseki ben aşkıyım. Tabii beni de onlara anlatmaz, işleri (!) aksamasın diye…..Biz birbirini çok iyi anlayan bir çiftiz, canım benim, iyi ki varsın. Seni (ne?) çok seviyorum bir bilsen……

filmler mi ruh halimi bozuyor?

deborahhh | 03 July 2006 02:17

gece yarılarına kadar film izlemeye bayılırım. Belki bayan olduğumdan, belki sürekli iç sesimle monolog halinde olduğumdan daha çok Avrupa filmlerini izlerim,hani şu aksiyondan mümkün mertebe uzak, diyaloğa, ya da iç dünyaya dönük filmleri. Son günlerde kendimce saptamalarım olmaya başladı. Örneğin Fransız filmlerinde hep susuyorlar, ben de filmdeki karakter gibi suskun biri olmayı düşünüyorum..İtalyan filmlerindeyse durmaksızın konuşuyorlar, bu kez de herşeyi apaçık konuşan biri olmak istiyorum, daha çok Balkanlar da geçen filmlerdeyse genel bir gürültü ve eğlence hakim. O zamanda hoplaya zıplaya, bağıra çağıra ortalıkta gezesim geliyor. İspanyol filmlerindeyse ellerinde her daim sopayla gezdikleri izlenimini veren,bir kulaklarına çiçek iliştirilmiş, içli şarkılar söyleyen, seksi danslar eden, çığlık çığlığa dolaşan kadınlara özeniyorum….Türk filmlerini izlediğimdeyse her işsizin yaptığı gibi memleketin halinin ne denli içler acısı olduğunu, yıllar geçse de törelerin, cinayetlerin, namus kavramının ve içinden çıkılması hayli güç bin türlü problemin çözümü olup olmadığını düşünürken buluyorum kendimi….Acaba filmler mi ruh halimi bu denli değiştiriyor, yoksa ben film izledikçe mi ruh halimi bu kadar sorguluyorum? Cevap hangisi olursa olsun ben değişmediğimi içim acıyarak farkediyorum. Yarın yine en az üç film izleyeceğim, ertesi gün yine…Film bulamayınca daha önce gördüklerimi ikinci, üçüncü kez…..Değişecek miyim? Bilmiyorum. Her sabah aynaya bakıyorum, 25*365 yaklaşık 9125 kere kendime bakmışım. Ne değişti? Biraz büyüdüm, biraz yaşlandım, biraz eskidim, tıpkı izlediğim filmler gibi…Ya ben? Bir kaç filmde bir kaç etkilendiğim sahne sık sık zihnimde dolanır, pekiyi ya ben? Birilerinin zihninde yer kaplayacak kadar, bir kaç sahne olsun, ne yaptım? Yer kaplamış mıyımdır?

kahve içiyorum

deborahhh | 27 June 2006 13:41

Ben günde 8-10 fincan kahve içen biriyim.Eskiden bir kupaya bir tatlı kaşığı kahve koyardım,sonra bu miktar bir buçuk tatlı kaşığına çıktı.Son bir kaç haftadır farkediyorum ki iki tatlı kaşığı koymayınca o kahveden zevk alamıyorum. Bu hızla sizce kaç kaşığa kadar ilerlerim? Asıl sorumsa acaba bu bağımlılığın getirdiği bir sonuç mu? (Kahveye asla şeker,süt,tatlandırıcı v.s. koymam)

ünlülerin gerçek isimleri

deborahhh | 29 April 2006 03:59

belki anlamsız bir merak ama nedense hep ünlülerin gerçek isimleriyle ilgilenmişimdir…..İşte bulduğum bazı isimler:

Petek Dinçöz: Diğdem Ezgü
Mahsun Kırmızıgül: Abdullah Bazencir
Bülent Ersoy: Bülent Erkoç
Kibariye: Bahriye Tokmak
Serdar Gökhan: Nusret Ersöz
Ferdi Tayfur: Turhan Bayburt
Metin Erksan: İsmail Metin
Fikret Hakan: Bumin Gaffar Çıtanak
Aytaç Arman: Veysel İnce
Orhan Gencabay: Orhan Kencebay
Tolgahan: Mustafa Cingintaş
Banu Alkan: Renka Bronkavi
Kenan Pars: Kirkor Cezveciyan
Ahmet Özhan: Ahmet Şükrü Kadıöz
Doğuş: Orhan Baltacı
Müjde Ar: Kamile Suat Ebrem
Seda Sayan: Aysel Gürsaçer
Yaşar Kemal: Kemal Sadık Göğçeli
Muhterem Nur: Aysel Kısa
Yılmaz Güney: Yılmaz Pütün
Cüneyt Arkın: Fahrettin Cüreklibatur
Tarık Akan: Tarık Üregül
Sezen Aksu: Fatma Sezen Yıldırım
Serpil Çakmaklı: Serpil Dönmez
Sevda Ferdağ: Lütfiye Dumbul
Cahide Sonku: Cahide Serap
Perran Kutman: Perran Kanat
Ahu Tuğba: Tuğba Çetin
Deniz Akbulut: Mukaddes Akbulut
Engin Çağlar: Çağlan Övet
Ekrem Bora: Ekrem Şerifuçak
Ayhan Işık: Ayhan Işıyan
Gökhan Güney: Mehmet Yüceer
Asena: Onur Çakmak
Bulut Aras: Uğur Fidan

eklemek isteyecekleriniz vardır umarım….