high hopes
Parmağını kaldırmış, arabama almam için ricada bulunuyordu. Benimse başım ağrıyordu. Yolda kaç kişi binmişti, kimlerle ne sohbet etmiştim hatırlayamayacak kadar başım ağrıyordu. Ufak bir radyo sesi ve sigara bana yeterdi. Kadın güzeldi, eli su gibiydi, şapkası vardı, duruşu, sırıtan kalçası, göğüslerinin gamzesi çoğu tır şöförünü yoldan alıkoyacak cinstendi. Ben istemedim onu, ne sabahları ne de taze ekmek koktuğunu düşündüğüm göğüslerinin gamzesini…
Oradan uzaklaşırken ve haberim olmadan bu güzel gamzeli kadına yaklaşırken porselende soğumaya başlayan kahveler gibiydim. Biraz dibe çöktüm, birinin beni içebileceği hayalini kurdum. Yol insana farklı imkanlar sunuyordu aslında; bazıları şarkı sözlerini, kitaplarını, filmlerini yaratırdı. Yol belki değişken bir tapınaktı iç dünyamızda. Gözümüz hızlı karelerde kayboluyordu, camdan dışarıya, kedinin sahibine baktığı gibi bakmaya başlıyorduk. Tek farkımız başımızı cama vurmuyorduk. Ama o kadar çok dalıyorduk ki; ibadet ediyorduk ki o tapınakta, istediğimiz yere vardığımızda gördüklerimizin rüya olduğunu sanıyorduk. Uykusuz kaldık diye, gözlerimiz yanıyordu, burnumuz vücudun bir tek o tarafı dışarda kalmış gibi, buz gibi oluyordu. Halbuki alakası yoktu. Gözümüz yol boyunca açık kalmaktan acıyordu, burnumuz ise cama değmekten…