bildirgec.org

buddhala

11 yıl önce üye olmuş, 124 yazı yazmış. 787 yorum yazmış.

3

buddhala | 28 July 2008 08:54

Haliç’ te yürürken, kütüphanedeyken, çay ocağında oturmuşken, vapurda boş boş etrafıma bakarken, bazen dokunulmaz insanlar görürdüm. Böyle görünmez olmaya başlardı önce. Tutulamazdı ama, bu halinden memnun sanki, çünkü böyle bir gayesi yok. Bir şeyi amaç edinip, sahip olunca hayatının monotonloştuğundan dert yanmaya başlayanlar olur hep mesela ama bu ufak ve beyaz insanlar öyle değil. Nice yasağı delip oraya geldiklerini düşünürüm onların, eşsiz bir tat vardır üstlerinde. Mutluluk vardır, anne olur, baba olur, torun olur, selvi boyludur ağza tebessüm katan, oltaya gelen balıktır, gelmese bile balık, ağzında sigarayla onu birlikte beklediğiniz arkadaştır ya da serinlikte okuduğunuz kitaptır ve okşar satırlar ruhunuzu, diğer avucunuzda ince beliyle bir çay bardağı, ağzından öpülmeyi bekler arada… siz satır satır kitabı okurken, o belini ısıtan elinizin üstünden süzer sizi uzun uzun…

İrem

buddhala | 20 July 2008 15:30

O kız ki, sesi karanlık bir odada kendi gölgesini arayan bir mum alevi… bakışları duman, sönmekte olan bir sigara…

İrem diye üç kez fısıldadılar kulağına, dünyaya hoş gelmişti. Mutluluk, çoğu duygudan sonra ortaya çıkardı o zamanlar. Belli bir karışımı yoktu ama olmazsa olmazları vardı. Güven belki dedesinin ismiydi. Güven duyamıyoruz diye yaratıyorduk, bizi yaratandan en büyük farkımız buydu. Bazıları kelime, bazıları nota, bazıları ikisini, bazen ikisi de yeterli değil güven tazelemek için… başımızı kaç farklı göğse dayadık ki? Güven değişken olabiliyordu hem başkalarında arıyorduk hem de eskisini arayabiliyorduk. Bizler, yaratınca birşeyleri acayip mutlu oluyorduk. İrem de öyleydi, belki Cennet değildi ama yaratan için sığınaktı, yaratan büyütecekti hatta çoğu kişi onu büyütmek isteyecekti, onu olabildiğince mükemmel yetiştirmek isteyecekti çoğu kişi… İrem’ e değecekti, İrem değerini bilene kadar…

Arızalı Kayra

buddhala | 11 July 2008 10:17

Bize sabit lazım, tüm değişkenleri değiştirecek bir sabit…

Zamana güvenmek, kardeşimin benim yaşıma gelince yapacağı şeyleri olağan karşılamam anlamına geliyordu. Ben kardeşimin yaşında iken, Beko Hitachi marka 55 ekran televizyonların sağ üst köşesindeki 9 tuşa aynı anda basıp babamdan azar işitirken, kardeşim benim yaşıma geldiğinde plazma tv de internetten getirttiği pizza ve kolaları büyük ressamların adlarıyla bilinen elemanlardan kurulu ninja kaplumbağalar gibi yiyip, maç izleyecekti. Hatta evde kimse yoksa, dev ekranda porno film izleyebilecekti. Ben kardeşimin yaşındayken gazetelerin verdiği legolardan evler yaparken, kardeşim benim yaşıma geldiğinde evdeki sigara kutularından evler yapacaktı. O halde abi ile kardeşin yaşları toplamı kaçtı? Bunlar size yaş problemini hatırlatabilirdi ama hayır, değil. Kardeşimle aramızdaki yaş farkı değişmiyordu ama kardeşimin benim yaşıma geldiği zamanlarda çok şey değişmiş oluyordu. Kardeşim büyümesin isterdim hatta, bir köşede dursun, tenefüslerde taso oynasın, pokemonun tüm karakterlerini güçleriyle birlikte ezbere bilsin; ama bi dakika, sakın hastalık olarak düşünmeyin bunu. O duracak böyle, hem yaş hem beden hem de ruh olarak. O kadar mutlu olduğu bir zamanda duracak ki, onu merkeze alacağım ve etrafında inşaata başlayacağım. Mutluluğunu bozmayacak bir inşaata. Kusursuz ve düzene meydan okurcasına. Bir tek o sabit olacak ama mükemmel ve kusursuz bir sabit, etrafındakileri etkileyen, büyüleyen ama kendi büyümeyen ve değişmeyen… belki Tanrı ve belki yanılgısı… işte mükemmel bir anda da, herşey tek bir hamlede çöküverecekti, ya merkezden bir kara delik olup tüm sistemi içine çekecek ve kaybolacaktı ya da dışardan spiralin ucundaki domina taşının devrilmesiyle, devrim başlayacaktı ve merkeze kadar kusursuz bir şekilde ilerleyecekti. Asıl düzen buydu, asıl düzen kaostu. Ve hatta asıl sabit kaostu, durdurabilene aşk olsun! Kaos Tanrıydı ve kaosu formülize etmek, düzene sokmak, büyük bir yanılgı, inanan için Tanrı’ ya başkaldırıydı. Ve bizler haberimiz olmadan kaosa ibadet ediyor, kaosa kurbanlar sunuyorduk. Ben ise, bir yaş problemiymiş gibi, kardeşimi merkeze koymuş, koruyacağım diye onu sabit tutmuş ve etrafına değişkenler örmüştüm. Peki ben nerdeydim? Tanrısı mıydım, bu sistemin? Kardeşim bu düzenin nesiydi? Patronu, kurbanı veya sıradan bir elemanı ama sonradan Clart Kent’ i? Ya bir gün isyan ederse ve tüm denklemi; görevlerini yapamazlarsa teker teker ölecek olan diğer değişkenleri, kandırıp çekip giderse? Ya da denklemdeki bir değişken tarafından kandırılıp, beni yüz üstü bırakırsa? Hatta beni öldürürse? O yüzden sabitler tehlikeliydi ve hata affetmezlerdi.

5

buddhala | 30 June 2008 11:22

Sana başlamamalıydım, beni hep uyardım. Bu darbe vücudun hangi tarafına indirilse aynı sonucu doğuracaktı; pişmanlık, şefkati ile…

Masamda saç dibinden koparıp getirdiği yağ tohumuyla bir saç teli vardı. Yanında öldürüldükçe öldürmeye devam eden bir sigara vardı, atalarının intikamını son derece sistemli alıyordu. Tabağın kucağında kedi-fare filmlerinde kameralara yakalanan birkaç dilim peynir ve yakında parfüm şişelerine ilham olmasını beklediğim ince belli bir çay bardağı, önüne geçemeyeceğimiz kadın vurgusu. Normal bir erkeğin hayatından saat başı alınacak istatistiklerde, bu elemanlardan en az birine rastlamak mümkündü. Bu size düzeni çağrıştırabilir, aslında monotonluk da olabilir. Bana ise pornoyu ve kaosu çağrıştırıyordu. Bu söylediklerim göreceliydi ve değil düzene sokulması; sıraya bile koysanız bir gün hallederim diye, elinizde patlardı. Elinde gözlemleriyle, masum bir şekilde babasına sunum yapan çocuklar artık gözünü elindeki telefona dikmiş cevap bekliyordu. Sorum burda başlıyordu işte, babalar çocuklarına hep cevap verdi ama çözüm üretmedi. Her cevap çözüm değildi… geçiştirmek, hastalığı bir sonraki rejime bırakan ilaçlar vermek ne yazık ki damarlarımızda dolaşan asil kana bulaşmıştı.

Benim bileklerime de bildiklerim kadar bulaşmıştı ve onu akıtıyordum şimdi. Beni eğitenlerin bakış açıları, rejime dayalı olarak değişti hep ve bu, okul değiştirmekten beterdi. Bazen şehit olmayı arzuluyordum, bazen büyük bir ülke olmayı, bazen mevcut sistemi tamamen değiştirmeyi ve bazen özgürlüğü kıyafetlerimde arıyordum. Kız arkadaşımdan bazen başı kapalı diye ayrılıyorduk, bazen gözü kapalı bazen de ağzı kapalı diye… hep ayrılıyorduk arkadaşlarımdan ve okuduklarımdan da ayrılıyordum, sorgulamak kaos ortamı için birebirdi ve hangi tarafta yer alsanız sizi öldürecek biri muhakkak vardı. Artık sokak isimlerini öldürülen yazarlar belirliyordu, ülke kendi yetiştirdiklerini birbirine öldürten bir senaryoyla kurguluydu ve oyuncular rollerini mükemmel yerine getiriyordu. İktidar sahipleri de şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhid ediyordu zaten, tarihin bir cilvesi… bazen isim vermek güçleşiyordu, isim koymak seni diskalifiye edebilirdi. Televizyondaki kanallar hayata bakış açını belirleyecek şıklar gibi yerleştirilmişti, bazıları duaları cebine melodi olarak yüklemende sana yol gösteriyordu, bazıları rengine, diline, kıyafetine… insan günah işlemeyi özlüyor ve günah işlerse bu saydığım partilerden birine mensup olacağını biliyordu, günah işleme şekline göre partiler kuruluyordu belki?

Kırmızı Pazartesi

buddhala | 25 June 2008 09:57

Dikkat et Hrandt Dink seni öldürecekler…

Tiyatro Festivali’ nin bir oyununu bile izlemeden kaçıracağıma deli gibi üzülüyordum. Kaç senedir İstanbul’ dayım ve bu kaçırdığım o kadar sene(ninci) festivaldi. Arkadaşımla vapurda unutulmuş bir bülten bulmuştuk. Hemen geriye kalan günlerde hangi oyunlar kaldı onlara bakmaya başladık. Arkadaşımla ilk önce gidilecek oyunların listesini yaptık, sonra ekonomik olanı, en son ise yeri ve zamanı elemesi yapıp Kırmızı Pazartesi’ ye bi çift bilet almaya karar verdik. Şansımızdan bilet vardı ve biletleri o güne kadar buzdolabının buzluk kısmının kapağına mıknatıslayıp beklemeye koyulduk.

Haldun Taner’ de yerlerimize otururken, koltuğa yerleştirilmiş zarflara hemen göz attık. O da ben de, ne olduğunu merak ederken, oyunun başlayacağı anonsu yapılıyordu. Zarfın içinde eskitilmiş bir kağıtta şu yazıyordu:
“Dikkat et Santiago Nasar seni öldürecekler!”
Oyun ve eser koltuğa oturur oturmaz başlıyordu. Oyunun sonunu herkes biliyordu. Kitabı okumamıştım ama bu durum oyun için ayrı bir ironiydi. Santiago Nasar’ ın öldürüleceğini herkes biliyordu. Ama kimse ölmesini engellemeyecekti, engelleyemeyecekti… oyunu izleyenler bile.

Oyunun sonunda uzun bi alkıştan sonra, uzun uzun düşünmüştüm. Eve gidince okuduğum haber, bazı yazarların ne kadar büyük yazar olduğunu ama buna rağmen medyanın tercihiyle asıl kahinin Nostradamus olabileceğinin örneğiydi.

6

buddhala | 04 June 2008 09:01

ze
ze

O kadar sarhoştum ki, bakışlarım italicti, düşüncelerim ölmeye değerdi, gölgeler söndürmeye yürekliydi mumları. Birkaç kez sarhoş olsam anlatmazdım size bunları ama ben çok nadir sarhoş olurum belki çok kolay sarhoş olurum. Belli ki, ekleri uzatıyordum, elleri uzatıyordum ve çaya batırılmış bisküvi gibiydim yatakta. Ağzım, burnum kaymış; ailemi trafik kazasında kaybedersem hoşlandığım kızın gözünde acınacak bir hal alıp, birlikte olabilecebileceğimizin hayalini kuruyordum. Alakası yoktu, ben o kızın gözünde ismin -de hali bile olamazdım.

İkeA

buddhala | 13 May 2008 16:03

-Yeni bir ilaç buldum.
-Ne işe yarıyo Reprezant Bey?
-Biliyorsunuz, hormonlu gıdalar yüzünden bozulan sindirim sistemi…
-Eeeee…
-Bozulan sindirim sisteminin ürettiği dışkı, klozete bırakıldıktan sonra gitmiyor ya…
-Eeeee…
-İşte biz buna çözüm ürettik!
-Hadi be, bak sen. Lan kimsenin aklına gelmemişti bu ya. Yani Reprezant Bey!
-Zaten benim de aklıma gelmemişti!
-E o zaman kimin aklına geldi?
-Ben de onu sormaya geldim.
-Lan bak hastalarım var, az biraz Hipokrat yemini biliyorum, zamanımı çalma, Yiğit Özgürleşme bana!
-Hehe, bu da Ahmet Hakanlaşma gibi oldu. Zaten ben çok komik bir reprezantım. Dedem de reprezanttı, o yüzden adımı Reprezant koymuşlar…
-Repo diyelim sana kısaca, Repo anlat bakalım şu boktan ilacını. O boku nasıl götürecek, klozetten?
-Aslında gitmiyor biliyor musunuz? Gitmiş gibi göstereceğiz.
-Oraya önceden kamera mı yerleştireceğiz hap şeklinde?
-Yok, bok su renginde olacak. Böylelikle boku sıçan hastamız, bokunun gittiğini düşünecek sifonu çekince.
-Eee, ama sıçarken de şeffafsa bu bok, sıçmadığını düşünecek.
-Evet o kısmı da doğru ama insan kendini sıçmış gibi rahatlamış hissedecek di mi?
-Öyle olsa gerek, ama hastamız bokunu görmek isterse?
-Onun içinde bokunu gösteren bi hap üretiriz artık.
-Görünmez bok, dahiyane…
Sıçılabilen ama görünmeyen bok! Bence reklam dünyasında bir çığır, bilim dünyasında bir devrim yaratır…

Charlie beat me!

buddhala | 01 February 2008 19:04

http://www.pikniktube.com/v/d4d45dc5fa858424f15778255e67e3e1/u/157002/Canavar_Bebek_