bildirgec.org

beatnick-hafif

12 yıl önce üye olmuş, 59 yazı yazmış. 87 yorum yazmış.

korsana karşı komofobi

beatnick-hafif | 20 December 2002 16:12

plak şirketlerinin korsan mp3’e karşı aldıkları önlemlerin absürdlüğü parmak ısırtıyor. kazaa‘da dolanırken rastladığım bu ucube ile bir hayli eğlendim. şirketler cdlere para vermek istemeyerek mp3 sefası süren mutlu çoğunluğu (bu nicelik atfı benim tahminim) komünizm ile ürküterek engellemeyi denemiş. trajikomik olarak nitelendirilebilecek bu geri karşı-propaganda nesnesi sonucu kaç kişi “eyvah!!!” diye bağırarak tüm dosya paylaşım programlarını kaldırmış ve tövbe ederek müzik dükkanlarına hücum etmiştir acaba? özellikle komünist olarak resimlendirilmiş üniformalı tipten ben bile korktum valla. hele o masum çocuğa içim acıdı. neyse, tarihe geçsin diye belgeliyorum ben de.

Dünya Vicdani Retçiler Günü

beatnick-hafif | 15 May 2002 15:39

Askerlikten söz açılmışken günün anlam ve önemini belirtmeden geçemeyiz. Vicdanî Ret, Anti-Militarizm vw benbir çeviri yazı ve bir röportaj. Burada da yerli savaş karşıtları bulunuyor. Bugüne atfen Beyoğlu Flatline’da Rashit, Lesh ve Not Made in China gruplarının katılacağı punk konserini saat 21:00’den itibaren seyredebilmek mümkün. Ayrıca Cumartesi günü de Vicdanî Ret ve anti-militarizm ile ilgili bir etkinlik yapılacak. İlgilenenlerin bilgisine…

içimde kaldı yazcam buraya

beatnick-hafif | 16 March 2002 12:36

benim çok eskiden (lise bir filandı) bir hamsterım olmuştu. adını Hasan koymuştum :).

Hasan bir süre sonra doğurdu, meğer hamile almışım. çok şaşırmıştım çünkü onu erkek sanıyordum. meğer o pipi değil kuyrukmuş, her neyse… tabi ismi Hasene oldu mecburen.

altı -rakamla 6- hamster yavrusuyla nasıl başa çıkacağımı düşünürken onları dağıtmaya karar verdim. ve petşop petşop gezip müşterilere vermeye çalıştım, hayvanseverler derneği minibüsüne gittim, arkadaşlara uğradım falan filan, neyse sonunda elimde iki adet erkek hamster kalmıştı. Onları tekrar çiftleşmesinler diye Hasene’nin akvaryumundan ayırıp daha küçük mika bir kutuya koymuştum (hani şu balık taşımak için olanlardan).sonra babam ben evde yokken o iki hayvana acımış(!) ve aynı geniş akvaryuma koymuş. böylece kısa bir süre sonra oniki -rakamla 12- hamsterım daha oldu. neyse onlar da bir süre sonra ya doğal seleksiyon sonucu ya da benim çabalarımla azaldılar ve en son ilk aldığım Hasene ile başbaşa kaldık.

birkaç gün eve uğramamıştım ve babam bir gün telefon edip Hasene’nin öldüğünü, onu apartmanın bahçesine gömdüklerini söyledi. üzülmüştüm ama elimden gelen bir şey yoktu tabii.

yıllar sonra yakın akrabalarımızdan birinden aslında Hasene’nin ölmediğini, babamların onu bir araziye saldıklarını öğrendim. beynimden vurulmuşa döndüm, ama babama bir şey söylemedim. uygun bir intikam modeli de bulamadım.

tavsiyelerinizi açığım!

Delirmek istiyorum

beatnick-hafif | 11 March 2002 11:00

Eskiden Alacakaranlık Kuşağı diye bir dizi vardı, hastasıydım. Her bölümü hatırlamıyorum ama genel olarak şöyle bir konsept vardı bence; Hayat belki de gördüğümüz ve bildiğimiz gibi değildir. Tabiî o zaman çocuktum ve mistik/paranormal olaylar beni korkuturdu. Artık “gerçekler” daha çok korkutuyor… Şöyle ki; hayatı bir Alacakaranlık Kuşağı gibi algılamak için paranormal olaylar olması gerekmiyor, hayatın kendisi yetiyor.

Birkaç şey var kafamda dönen, birincisi bu sistemin kendisiyle ilgili, yani yaşamak için uyulması gereken kurallar silsilesi. Örneğin aileden zengin olmak veya lotodan para kazanmak dışında yaşamak için para kazanmak, dolayısıyla çalışmak zorundasın. Bu sefalet dünyasında bırak tembellik hakkını kullanmayı, birileri tarafından kanının emilmesi söz konusu. :Her ne kadar bu durumu tartıştığım tüm insanlar “eee, bunun nesi garip, hayat böyle” şeklinde cevaplar vererek kendimi uzaylı gibi hissetmeme sebep olsalar da, her ne kadar bu duruma alışmak ve bunu kabul etmek gerektiği konusunda hem kendim hem başkaları tarafından sürekli telkine uğrasam da, olmuyor. Ben kendimi klasik bir kHollywoodvarî korku filminin senaryosu içinde ilk ölecekler listesinddeki sarışın güzel kadın veya şişman gözlüklü saf delikanlı gibi hissetmeye devam ediyorum.

Sabahtan akşama kadar bir yerde kanının emilmesine seyirci kalmak zorunda olmak durumu ile başetmeye çalışırken, ikinci bir AK senaryoasuna dahil olmaktan kendimi alamıyorum. The SIMS diye bir oyun var, insanları bir eve yerleştirip hayatlarını devam ettirmelerini sağlıyorsunuz. Adamlar sen söylemeden tuvalete bile gitmiyorlar, sonra mesela altlarına işiyorlar filan.. Nihayetinde bir bilgisayar oyunu ve ne kadar değişken görünse de etki-tepkiler 1’ler ve 0’lardan oluşmak zorunda, yani adam sosyal olduğu zaman mutlu oluyor bilmemne yaptığın zaman bilmemne oluyor filan. Her şey bir kalıp içerisinde ilerliyor, ama atıyorum adamın eline bir kaleşnikof verip yoldan geçenlerin üzerine salamıyorsunuz. Hayır öyle bir seçenek olsa giderr ama programcının hayalgücü ve yasal kısıtlamalar elvermiyor tabiî. Neyse geçenlerde bu oyunun başında zaman öldürürken kendimi o simülasyon kahramanlarından bir igibi hissetmekten alamadım. Yani hayatta bir şeyler oluyor, çoğu zaman senin dışında gelişiyor tüm olaylar ve sen bir SIM gibi tepinmekle, ağlamakla, gülmekle veya altına işemekle yetinmek zorunda kalıyorsun. Tabiî bu da birçok kişiye normal gelenbilir, aslında normal gelmesi daha büyük sorun bence, ama bu normal denilen şeyin ben de sıkıntı yaratmasını engelleyemiyorum ne yazık ki.

Beynim senaryodan senaryoya koşarken acaba sıyırıyor muyum diye düşünüyorum, sonra delirmek istediğime karar veriyorum ve insanın kendi inisiyatifiyle deliremeyeceğini, ancak seni birilerinin delirtebileceğini ya da genetik olarak yine senin elinde olmayan etkiler sonucu delirebileceğini düşünüp daha da dibe batıyorum.

Evet aynen böyle.

Kırmızıya boyalı dişler

beatnick-hafif | 06 March 2002 10:19

“O odaya girme, seni uyarıyorum! Oraya ancak çirkinler girebilir. Sen çirkin değilsin…” İçimden küfrettim, sonra bir kere daha, sonuncusu sesli oldu; “Siktir ulan, ben de çirkinim!”. Gözlerinin içine dik dik baktım.

Gerçekten çirkin görünüyordu. Bir gözü büyüktü ve sarısiyah lekeler vardı akında. Sonra göz çukurları, morsiyah torbacıklarla bezeliydi. Ve daha aşağılarda, pütürlü yanakları, tombul, şişkin dudakları, yeşilsiyah dişleri ve bir yara izi vardı; alt dudağından ta çenesine kadar uzanan… Kamburunun engeliyle boynu eğreti duruyordu. Sanki her an saldıracak bir boğa gibi… “Kapa çeneni ve aynaya bak!” dedi yamuk ağzıyla, dili döndüğü kadar. “Ayna ile işim olmaz benim!”, diye yanıtladım sertçe. “Benim çirkinliğim derimin altında gizli…”.

Başımı eğdim. Engel olamadığım reflekslerden birisiydi. Otuz saniye kadar sessizlik oldu. “Seni tanıyorum sanki”, dedi bir anda, şaşırtırcasına irkilmiştim. Biraz daha yumuşadı bakışları… Dikkatli hareketlerle, sendeleyerek arkasındaki tabureye çöküverdi.

“Daha önce hiç çirkin bir kadınla sevişmiş miydin?”
“Evet, defalarca… Nereden biliyorsun bunu?” diye sordum.
“Biz çirkinler, tek yumurta ikizleri gibi hissederiz acılarımızı… Sizlerin acıtırken hissetmediğiniz gibi.”

Duraksadım. Sürekli korumaya çabaladığım sertliğimi yitirmeye başlamıştım. Neden bir anda ‘sizler’ ve ‘bizler’ olmuştuk? Ben o ‘sizler’ kısmında yer almak istemiyordum! Çirkindim ben ve ‘bizler’den olmalıydım. “O kadınların sevişme sırasındaki çığlıklarıyla aslında ne tür bir acıyı haykırdıklarınndan haberin var mı?” diye sordu fısıldayarak. İşte bundan haberim yoktu. Yavaşça geri çekiliyordum. Fakat bir yandan da anlamalıydım, belki de beni kandırmak için söylüyordu bunları. Belki de o odaya yeni birinin girmesini istemiyordu. Belki de ben daha çirkindim ve bunu kıskanıyordu içten içe. En çirkin olarak kalmak istiyor da olabilirdi. Anlamalıydım ve boyun eğmemeliydim!

Çatallı, ürkek sesler fırladı yine de boğazımdan; “Hangi çığlıklardan bahsediyorsun sen? Tatmin olmuyorum konuşmalarından… Ve korkuyorum” Bunu itiraf etmek kendimle yaşadığım ağır bir çelişki oluvermişti. İstemdışı, tüm mevzilerimi kaybediyordum. Kulağımda bir an o hiçbir şey hissetmediğim, her solukta aslında kendimi aşağıladığım, giderek hızlanan ve bir anda sönüveren bir rüzgarın yapış yapış çığlığını hissetttim. Ve ağzımdaki buruk, paslı kan tadını. Bunu hissettiğimi anlamasın diye gözlerimi çevirdim. Söyledim ya, çirkindim.

Susuyordu. Yalan söylediğimi anlamıştı, ya da ben hep böyle hissederdim zaten. Hayır kendimden biliyordum, kendi içime akıttığım alçaklıkları benim anladığım gibi, hep anlıyorlardı sanki yalan söylediğimi. Sanki anlamıştı da oyun oynuyordu bana, tıpkı diğerleri gibi; yine kendimden tanıdığım, yalanları hissedip de yüzlerine kusmadığım… Aşağılık sürüsü, bana ayna rolü oynamaya ne hakları vardı?! Bu yüzden nefret ediyordum işte aynalardan ve çok uzun zaman olmuştu aynı nefreti kendime yönelteli. Kendimi dışarıda tutarak yumruk attığım aynaları hatırladım. Banyoya koşarak yumruklarımdan akan kanları temizleyişimi, bandajlayışımı ve zifirî sokaklarda hızlı hızlı yürüyerek alkolle avuttuğum beynimi en son bir telefon kulübesine kilitleyerek o ‘çirkin’ kadınlardan birinin numarasını çevirişimi. Ve sonra o çirkin bedenlerden birine dişlerimi geçirerek kendimden akıttığım kanın intikamını alışımı. Kulağımda saniyeler öncesinden kalan çığlıklarla yataktan kalkıp ‘arınmak’ için banyoya gittiğimde, karşıma yine ve yine çıkan aynayı. O sefil nesneyi. Ve aynaya muzaffer bir edayla sırıtınca karşılaştığım, kırmızıya boyalı dişlerimi…

Sertleştim birden. “Kalk!” dedim, “Gidiyoruz”. “Ben hiç bir yere gitmiyorum” diye cevapladı kesin bir biçimde. “Kalk!” diye emrettim tekrar. “Kalk, yoksa seni öldüreceğim!” Kalktı. “Düş önüme!” diye emrettim tekrar. Sendeleyerek önümden ağır ağır yürümeye başladı. “Aç şu kapıyı!” Duraksadı. “Aç dedim!”, sinirden ellerimin titrediğini hissediyordum. Sesim de titriyordu. Ürkek bir ses tonuyla, son kez şansını denemek istermiş gibi, “Bunu yapmak istediğinden emin misin?” diye soruverdi. Nasıl emin olabilirdim ki? Neden emin olmuştum ki bu yaşamda? Bu düşüncelerin yansıması soğuk bir “Evet!” oldu. Cebinden çıkarttığı bir anahtarlıktaki sayısını kestiremediğim kadar, aynı şekildeki anahtarlardan birini soktu, grisiyah, demir kapının kilidine. İlk denemesinde açıldı kilit. Tekrar gözlerime çevirdi çirkin gözlerini. Bu sefer konuşmadı. Yüzüne bakmadım bile. Hem özne, hem de nesne olmayı seçmiştim bir kere, geri dönmeye de niyetim yoktu. İçeri girdim. Dışarıdan süzen loş ışık bile içerideki boşluğu aydınlatmıyordu. “Arkamdan kapıyı kapat ve kilitle!” diye emrettim son defa. O da son defa boyun eğdi. Odada, artık içinden çıkılamayacak, keskin ve mutlak bir karanlıktan başka bir şey yoktu.

Ve ben, hâlâ o karanlıktayım…