bildirgec.org

Site arşivi: hafif

‘Woz’niak, Macromedia ve korsan İvanopulo

hafifuyku | 21 May 1999 05:04

Garip bir hikaye ile ilgileniyorum. İvanopulo isminde Rus bir hacker’ın sitesinde bir yazışma gördüm. Bu arkadaş Macromedia‘nın başında korkunç bir bela.

Çünkü adamların 300 ila 1000 dolar değerindeki programlarını kırıyor, ve kırma programlarını (ki bunlara crack diyoruz) Web’de kolayca bulunabilir yerlere koyuyor. Neyse, bahsettiğim yazışma Macromedia’nın anti-piracy müdürü ile İvanopulo’nun arasında geçiyor. Bu e-mail’lere web’de bolca rastlandığından fazla anlatmayacağım. Özetlersem: anti-piracy müdürü, İvanopulo’nun Web’deki sitelerini derhal kapatmasını ve bugüne kadar sebep olduğu zararın ödenmesi için hemen kendisiyle ilişki kurmasını istiyor. İvan da Kardeşim. Bunları yapmak bizim ülkemizde suç değil. Benim yazdığım programa sen karışamazsın. Onların senin yazılımını kırması sadece bir tesadüf. Diyor. İşte böyle bir kavga… Son olarak müdür İvan’a, Moskova’daki kuvvetlerimizi üzerine saldım, sen artık köpek mamasısın. manasına gelen bir mail atıyor ve İvan’dan bundan sonra gelen mail’leri okumuyor. (Çocuğun sitesi: http://ivanopulo-cracks.da.ru)

Bu hikaye de garip bir şey var, onu daha söylemedim. Macromedia’nın anti-piracy müdürünün ismi olarak Steve Wozniak verilmiş. Kim bu Steve Wozniak? Apple’ın mucidi, hatta namı diğer Woz. Mülti-milyoner olduğu için Macromedia’da anti-piracy (eeh, yeter ingilizce laf sokuşturduğun diyenlere: korsanlık karşıtı) müdürlüğü yapması pek mantıksız. Ama bir yandan da hayatında o kadar mantıksız iş yapmış ki insan şüphelenmeden edemiyor. Aslında bir hacker’ın sözüne güvenmemem gerekiyor tabii, ama çocuk da resmen adamın Wozniak’lı macromedia’lı e-mail adresini vermiş. Niye uydursun ki?
Bir dedektif edasıyla olaya yaklaşalım. Önce macromedia.com’a bakalım. Arama sayfasına gidip, Wozniak yazalım. Elimiz boş dönelim. Altavistaya +wozniak +macromedia (tırnaksız yazacaksınız) yazalım. Belki bir basın bülteni filan düşer. Hayır. Tahminen Macromedia logolu, Mac bilgileri veren siteler çıkıyor. (Macromedia’nın Mac’ler için bol bol programı var.) Steve Wozniak’ın hayatını araştıralım. Bilgisayar dünyasının ünlülerini kim en iyi inceler, Wired. http://www.wired.com‘a gidelim. Tepedeki arama satırına wozniak yazalım yandaki menüden de Wired Magazine seçelim. (İtiraf edeyim, Wired’in kapaklarından birini hatırladım. Peki, Woz nerede? diyordu.) Evet, istediğim makale geldi. Adresi: şu. Okuyalım. Yav, ne kadar enteresan bir adam. Print edelim, yarının yazısını buradan çıkaralım.
Tabii, bu arada Woz’un Macromedia ile hiç bir alakasının olmadığı, CTRL+F basmak suretiyle (hangi browser’ı kullanıyorsanız kullanın) elde edilen, önümüzdeki sayfada arama yapma penceresine, macromedia yazarak, arayarak ve bulamayarak tarafımızdan anlaşılsın. A-aa, Woz’un kendi sitesi varmış: http://www.woz.org. Tabii Macromedia’dan bahseden yok. Ama adamın evinde Web’den kumanda edilebilen ve canlı yayın yapan kamera var. Vallahi sağa sola oynatıp zoom bile yapabiliyorsunuz…
Tamam, başarısızdım. Başarısızlığımı, önce İvanopulo’nun verdiği [email protected] adresine, sonra da ivanopulo’nun kendisine birer mail atarak kutladım. Cinim ya, Macromedia’da böyle bir adres tanımlı değilse mail geri gelecek, ben de İvan’ın yalan söylediğini anlayacağım. Geri gelmedi (buna bounce deniyor, sekmek demek) Ayrıca İvan’a da yazıyoruz, çünkü ne iddia edecek merak ediyoruz. Her halde Sen ne kek bi sörfçüymüşsün öyle diyecek, ama n’aapalım. Bir sürü başka şey öğrenmiş oldum. Umarım siz de…

ilk cypherpunk roman

hafifuyku | 19 May 1999 03:09

Avatar: Hindu mitolojisinde bir tanrının insan veya hayvan şeklinde yeryüzüne inmesi. Oysa Web’de yavaş yavaş resimli chat programlarının değişik kullanıcıları temsil etmek için kullandıkları ikonlara denmeye başlandı. Kelimenin İnternet dağarcığına katılmasını Neil Stephenson’a borçluyuz. 1992’de yazdığı Snow Crash isimli romanında Avatar kelimesini, insanların Net’e çıkarken büründükleri sanal kimlik ya da persona manasında kullanmış.

Snow Crash, öyle başarılı olmuşki, Silikon Vadisi toplantılarında masaya bir Snow Crash kopyası fırlatıp, İşte planımız bu! diye bağıran şirket yöneticileri türemiş. Neal Stephenson’un diğer bilim kurgu yazarlarından farkı teknolojiyi gerçekten bilmesi. Zaten, transatlantik kablo döşeme tecrübesi olan bir yazardan da böyle kitaplar beklenir. Moda olduğu için teknolojiye bulaşan (Michael Crichton – Disclosure, ıyk!) diğer yazarlar gibi değil. Bir bilgisayardan bahsediyorsa anlayarak bahsediyor. William Gibson’un, ki kendisi Cyberpunk ve Cyberspace terimlerinin mucidi, romanlarını daktioyla yazdığı söylenir. Elbette onu Michael Crichton gibi bilgisizlikle suçlamayacağız, ama bu daktilo meselesi, onun bir önceki jenerasyona ait olduğunu ve teknoloji ile pek de rahat olmadığını gösteriyor. Stephenson’a da bu yüzden post-cyberpunk bilim kurgunun Quentin Tarantino’su deniyor.

Neil Stephenson’u son romanı Cryptonomicon’un çıkmasıyla farkına vardık. Bir kere kitabın ismi çok ilgi çekici. H.P. Lovecraft’in Necronomicon’una benziyor. Lovecraft’in dünyasında Necronomicon, okuyanın öldüğü, lanetli bir kitaptı. Yazar, Cryptonomicon ismini seçerek, ayrıca William Gibson’un Necromancer kelimesini Neuromancer kelimesine çevirip kendi kitabına isim diye koymasına da gönderme yapıyor. Ama bu ismin romandaki işlevi Lovecraft’inki gibi. Hikayeye göre 1600’lü yıllarda bir ingiliz kriptolog tarafından yazılmış ve o güne kadar ustadan çırağa geçegelmiş olan kriptoloji ilmini bütün ayrıntılarıyla anlatmış. Stephenson’un kitabı, kriptoloji konulu bir serinin ilk kitabı. Bu konuda kaç tane daha yazacağını ise kendi de bilmiyor.

Cryptonomicon’un kahramanı -evet, bildiniz- bir kriptolog. Yani şifre çözücü. Hatta bir geek. (Geek: bilgisyarının başından pek kalkmayan, okulda cool çevrelerden sayılmayan, gömlek cebinde her zaman tükenmez kalem lekesi olan şahıs. Gerçi bu romanlarla bu tanımlar da gitgide değişiyor ama…) Ama bu geek’in amacı dünya egemenliği. Evet, bir kaç arkadaşıyla pasifikte bir atollün göbeğinde bir kaç bin ton Nazi altını ile desteklenmiş yeni bir elektronik para icad edip, nuhu nebîden kalma devlet denen şeyleri yerle bir etmeyi planlayan bir adam. Önünde iki problem var. Bir, altının onun olması konusunda herkes hemfikir değil. İki, zaten nerede olduğunu o da bilmiyor. Ve altının yerini bulmak üzere eski nazi şifrelerini çözmek de tabii sadece onun harcı.

Kendisi de bir Geek-Lord olan Neil Stephenson’un kitabını okumayı heyecanla bekliyoruz.

Kitap 917 sayfa ve Amazon.com’dan edinilebiliyor. Daha etraflı bilgi için:
cryptonomicon.com
amazon röportajı
wired makalesi

en eski siber alem fransa’nın idi

hafifuyku | 11 May 1999 10:16

Sanırım günümüzün ilk siber-kültürü Fransa’da oluştu. İnternet daha normal insanlar tarafından kullanılmaya başlanmadan önce, ve batı dünyasının geriye kalanı BBS denilen nesnelerle meşgulken onların Minitel’i vardı.

2400bps’lik bir modemle Fransız telefon ağına bağlı bir teletext terminali olan Minitel, günümüz ticari İnternet’inin bir nevi atasıydı.
80’lerde inanılmaz bir hızla gelişti, çünkü kurması ve kullanması çok kolaydı. Önceleri sadece milyonlarca telefon rehberi bastırıp dağıtmamak amacıyla başlatılan bu teknolojik atak, başka servislerin de eklenmesiyle daha da büyüdü. Bu servislerden para kazanabileceğini hisseden France Telecom da milyonlarca Minitel terminalini bedava dağıtarak ayrıca akıllılık etti.

Tren rezervasyonundan ev almaya, pizza ısmarlamaktan e-mail çekmeye, chat etmekten fatura ödemeye kadar binlerce servis Minitel üzerinden verilmeye başlandı. Özellikle alışveriş ve ödeme kısımları çok elverişliydi, çünkü güvenlik sorunu yoktu. Yaptığınız harcamalar o ayki telefon faturanıza ekleniyordu.

Sonuçta ortaya vaktini Minitel karşısında geçiren bir grup insan çıktı. Fransa’nın yüzde yirmisi Minitel’i kullanıyordu, ama bazıları (aynen şimdi olduğu gibi) hergün chat’e çıkıyor, uzak mekanlardan insanlarla chat ediyor kısacası bu işi bir yaşam biçimi haline getiriyorlardı.

Şu anda gözümüze eski püskü gözükse de yaklaşık 20 yıldır Fransızların evlerinde duran bu yaşlı makinalar çok işe yaradı ve çok para kazandırdılar. Son sayımda yaklaşık 17 milyon Minitel cihazı ve 25.000’den fazla on-line servis olduğu ortaya çıktı. Minitel üzerinden yılda yaklaşık bir milyar dolar para para dönüyor ve bunun yarısı France Telecom’un oluyordu.

France Telecom bu kadar kârlı bir yere dükkân açınca, tabii İnternet, ki kendisi bedavadır, Fransa’ya girmekte biraz zorlandı. Bir kere Minitel’de buldukları güvenlik İnternet’te yoktu. On-line bankacılık işlemlerini aynı gönül rahatlığıyla yapamıyorlardı.
Fransa Minitel’e yatırım yapmaya devam etti, aynı sistemi daha hızlı modemlerle kredi kartı okuyucularıyla donattılar. Ama dünyada da İnternet salgını başlamıştı ve geri kalmaları düşünülemezdi. Bu yüzden France Telecom, yılların Network tecrübesini İnternet alanında kullanıp Fransa’nın bir numaralı ISS’si olmaya, dünyanın çeşitli dev komünikasyon şirketleri de zaten online alışverişe alışkın olan fransız halkının açlığını gidermeye karar verdiler.

Fransa, İnternet konusunda diğer Avrupa ülkelerinin çoktan gerçekleştirdiği patlamayı ancak geçen sene yapabildi. Bu yavaşlık Minitel kadar İnternet’in çoğunun İngilizce oluşuyla da alakalıydı. Ayrıca bedavaya gelen Minitel’den sonra, bir bilgisayara bin küsur dolar vermek zorunda olunması da Fransız halkının hiç hoşuna gitmiyodu. Bu yüzden, France Telecom ve birçok üretici şirket, Web’e ve Minitel servislerine aynı anda ulaşabilen özel ve ucuz, televizyona bağlanabilir cihazlar üretmeye çalıştılar. Ancak beklenen ilgi bir türlü yakalanamıyor, Fransız halkı İnternet’e ısınmıyordu. France 98’in web’den canlı yayınlanması meseleyi çözdü. 98 yazında Fransa’nın İnternet’i beklenen patlamanın işaretlerini vermeye başlamış, Fransa 1 milyon kullanıcıyla Avrupa ülkeleri arasında üçüncü sıraya yerleşmişti.

Biz de İnternet haftamızı kutlarken, Fransa’nın teknolojik izolasyona karşı çıkıp dünyaya ayak uydurmak için attığı adımların bize örnek olmasını diliyoruz. Bizim izolasyonumuzun tamamen yoksunluk yüzünden olmasına rağmen…

19280 numaralı blog

hafifuyku | 13 January 1999 03:03

Lösemili çocuk mail’i :: Biz de mi bir sahte chain-mail’leri deşifre etme merkezi kursak? Şu lösemili çocuğun 100.000 kişiye ulaşırsa 100.000$ kazanacağı mail dolaşıyor etrafta. Arkadaşlar, bir e-mail’in kaç kişiye ulaştığını bilse bilse Echelon bilir. Yok böyle bir teknoloji.

42002 numaralı blog

hafifuyku | 10 November 1998 12:22

Bu sağlıksız zamanlarda gidilmesi gereken yerlerden biridir. Kırılmaz camla ayrılmış çifter çifter odalardan oluşur. Taraflar birbirlerini duyabilsin diye iki yönlü bir ses düzeni yerleştirilmiştir. Ama hapisanelerdeki gibi telefon ahizesi filan yoktur, çünkü mücadele sırasında eller serbest olmak durumundadır.

Duvarlar kendini çarpmak veya kafa atmak isteyenler için yumuşak birşeyle kaplanmıştır. Ama İki tarafı ayıran kırılmaz camın önünde bir masa vardır ve bu sert birşeydir. Kendinize illa zarar vermek istiyorsanız masayı kullanabilirsiniz.

cyberpunk fikir yarışması

hafifuyku | 05 November 1998 03:00

Taa FreakOut BBS zamanlarından kalma bir metin. Şu anda elimde yok, Net’te de bulamadım, aklımdan yazıyorum. Çok eski bir cyberpunk fikir üretme yarışmasının kazananları. Amacın kötülük yapmak değil sadece merak gidermek olduğu dönemden bir hatıra

1- Bir telefon üreticisinde çalışıyor, telefonların bilgisayar devrelerini tasarlıyorsunuz. CallerID denen şey, yani arayanın numarasının telefon çalarken gözükmesi, yeni çıkmış. Tasarladığınız telefon devresine, kimseye çaktırmadan şöyle bir özellik ekleyebilirsiniz: Sizin ev numaranızdan arandığında telefon çalmaz. Ve diyelimki üç kez arayıp üçer kez çaldırdığınızda telefon, hoparlörü kapalı olarak speakerphone’a geçer. Yani evde olup bitenleri dinleyebilirsiniz. Bu özellik üretiğiniz bütün telefonlara ekleneceği için bir kaç ay içinde dinleyecek bol bol telefon bulabilirsiniz.

2- Bir arkadaşınızla hesabın kasa önünde ödendiği (Örneğin Pizza Hut) bir lokantaya gidersiniz. Ayrı masalara oturursunuz. Arkadaşınız bir kahve içer, sizse deli gibi yersiniz. Yemek bittiğinde tuvalette buluşur, hesap pusulalarını değiştirirsiniz. Siz kahveyi öder ve çeker gidersiniz. Arkadaşınız ise sadece bir kahve içtiğini, bu korkunç hesabın onun olamayacağını söyleyerek itiraz eder. Haklı bulunur ve o da kahvenin parasını ödeyip çıkar. Daha sonra başka bir restoranda siz kahve içersiniz, arkadaşınız karnını doyurur.

3- Bir bilgisayar mağzasında geziyorsunuz. Çok uygun fiyatlı bir ses kartı görüyorsunuz. O da ne kartın üzerinde megabaytlarca hafıza var. Nasıl olur da bu kadar ucuz olur, diye düşünüyor ama yine de alıyorsunuz. Eve gelip bilgisayarınıza takıyorsunuz. Herşey güzelce çalışıyor. Gecenin boş saatlerinde asla kapamadığınız bilgisayarınız, 555-XXXX’i arıyor ve gündüz boyunca o bol RAM’ine kaydettiği konuşmaları yaratıcısı olan hacker’ın bilgisayarına yolluyor. Belli olmaz belki disk’inizde ilginç birşey vardır diye disk’in tam bir haritasını göndermeyi de ihmal etmiyor.

4- Bir dalgıç elbisesi ve üzerine dikeceğiniz yüzlerce minik motorla, programlanabilir bir cybersex ünitesi hazırlıyorsunuz. (Fikir bu. Nasıl yapılabileceğini anlatıyor. Hepsi de hikaye değil tabii)

5- Öyle bir zincir mektup hazırlıyorsunuz ki, okuyan herkes, tanıdığı herkese iletiyor. Zincir mektup çığ gibi büyüyor ve çekirge sürüsü gibi, üşüştüğü server’ları iptal ederek ilerlemeye devam ediyor. Sonuçta dünyanın Internet ekipmanı kullanılmaz hale geliyor. Yeni baştan yapmak zorunda kalıyoruz, ve bu sefer daha iyi yapıyoruz. En azından kablolar fiber-optik oluyor. Ve hoşgeldin, Information Super Highway. Bu madde ayrıca, hazırlanacak zincir mektup için harika bir öneri içeriyordu ama dediğim gibi seneler oldu, hatırlayamıyorum.

eline bilgisayar verilmiş çocuk ne yapar?

hafifuyku | 30 October 1998 00:38

Ailesi çocuğa büyük fedakârlıklar sonucu bir bilgisayar almıştır. Çünkü bilgisayar, onların gözünde yabancı dil gibi, çocuğun boynuna takılacak bir incidir. Gelgelelim, çocuk mütemadiyen oyun oynamakta, ya da IRC’de [ayarsi] ehueheue gibi kelimeler yazarak bir takım tanımadığı, ne idüğü belirsiz insanlarla konuşmaktadır.

Hatta aile fertlerinden birinin birgün monitörde çıplak bir kız ya da erkek gördüğü rivayet edilmektedir. Baba, çocuğun odasının önünden geçerken, karanlıkta yüzüne monitörün ışığı yansımış, sırıtan evlâdını görmekte, Aman Yarabbim, ben ne yaptım, ne yarattım? diye sormaktadır. Bilgisayar alındıktan sonra, raflara dizilmiş eğitim CD’leri bir kenara atılmıştır. Ama ingilizce konusunda gelişme vardır. Çocuk, bol bol nuke [nyuk] diye bir şey yediğinden ve attığından bahsetmektedir. Ayrıca cool, [kuğl], lame [leym], crack [krek] gibi sözcükler de dağarcığından arasıra dökülüvermektedir. (Korkuya gerek yoktur, bu atılan ve yenilen nyuk, son moda bir uyuşturucu değil, karşı tarafın bilgisayarını Net’ten düşürmeye yarayan bir muziplikten ibarettir.) Arasıra bilgisayar bozulmakta ve zıttırbıttırının tamiri için 100 dolar istenmektedir. Kabaran telefon ve Internet faturası da cabasıdır. Çocuktan sürekli somut bir ilerleme beklenmekte, Bu bilgisayarı almamız ne işe yaradı, evlâdım? diye sorulmaktadır. Çocuk ise bu soruları ustalıkla geçiştirmekte, E.. öğreniyorum işte! demektedir. Bu belirsizlik ortamı ve aile-çocuk iletişimsizliği durumunda, Aile’nin içini rahatlatmak da, naçizane Web yazarınıza düşmektedir.

Kabul etmeniz gereken şey şu. Eğer bilgisayardan çocuğunuza akan bilgi, rüzgar gibi fiziksel birşey olsaydı, çocuğunuzun monitör karşısında saçları uçuşurdu. Bilgisayar öğrenmek denen şey, sadece karşılaştığınız sorunlarla ilgili. Her sorun, farklı bir beyin jimnastiği. Ve şu müthiş zevkli oyunu oynamanız için, önce şu saçma donanım problemini çözmeniz gerekiyor. Oyunlar ve IRC gibi şeyler, çocuğun verilen acı hapı yutabilmesi için eklenmiş tatlandırıcı gibi. Bol oyun oynayan ve Net’e çıkan bir çocuk, artık IRQ çakışması, Windows çökmesi, driver bulma, nyuk atma ve tutma, Web sitesi yapma, gibi adını sanını duymadığınız ağır konularda bilgi sahibi bir uzmandır. Ve bilgisayarcı böyle kurcalayarak olunur. Bilinki, eğer başına oturuyorsa birşeyler öğreniyordur. Yani boynuna inci kolyeyi takma konusunda başarılısınız. Hatta yavaş yavaş kendinize de bir inci kolye edinmenin zamanı gelmiş olabilir. (Çocuğunuzun bilgisayarına sulanmayın, kendinize yeni bir tane alın. Hatta ona yeni bir tane alın ve onun eski bilgisayarını siz kullanın. Gözleri parlayacaktır.)

web tasarımının acıklı kaderi

hafifuyku | 28 October 1998 00:36

Dünya üzerinde baktığım, insan yapısı herşeyin, tasarlanmış olduğunu farkettiğimde fena halde büyülenmiştim. Bir kibrit kutusundan, kalorifer demirlerine kadar herşey ama herşey biri tarafından tasarlanmış da yapılmış, birisi o kalorifer demirinin şöyle değil de böyle olmasına karar vermiş ve bu işten para kazanmıştı.

Web, bilim adamlarının çalışmalarını paylaşmaları için kullanılmaktan çıkıp bir “medium” (media çoğul bir kelime) olalı beri, işin içine fena halde tasarım girdi. Üstelik büyük fedakarlıklarla yapılan bir tasarım söz konusu. Bir web sitesi tasarlarken boyutları ve renkleri sürekli değişen bir broşür tasarlıyor gibisiniz. Çünkü tasarladığınız web sitesi bir cep telefonundan bile izlenebilir olmak zorunda (Abartmıyorum. Yakında görürsünüz.) Bu yüzden Web tasarımcıları, bir iki yıldır HTML’nin imkanlarını çılgınlar gibi zorluyorlar. Bu iş, bir yandan da Divan Edebiyatı’na benziyor, çünkü uymanız gereken yüzlerce kural var. Web’de gördüğünüz ve “Vay, be!” dediğiniz sitelerin hepsi binbir tilkilikle bu kuralların etrafından dolaşılarak yapılmış. O kadar çok emek harcanmışki, bugün hiç bir web tasarımcısı, Web işlerinin kağıt işleri kadar kolay olmasını istemez. Adam aylarını verip HTML’ye takla attıracak duruma gelmiş, binbir numara bulmuş, sayfaları her browser’da aynı gözüksün diye günlerce uğraşmış, sonra da grafik yeteneği yüksek biri, alacak eline FrontPage 2003’ü ya da Net Objects Fusion’u canının istediği nesneyi canının istediği yere koyarak dillere destan bir sayfa yapacak. Var mı öyle yağma?…

Bu yüzden bazı sayfaların altında gururla eklenmiş “Notepad’le yapılmıştır” ibaresini görüyoruz. Tasarımcı, “Ben bu güzel şeyi o kız işi programlarla değil, inci gibi HTML yazarak yaptım.” demeye çalışıyor. İşin acıklı tarafı Web tasarımı artık “tut, bırak, oraya yerleştir” kıvamına da gelmek üzere. Yeni HTML standardı, CSS, Dinamik HTML, NGLayout gibi teknikler 5.0 browser’lara eklenmeye başlandı bile. WYSIWYG (What you see is what you get / “Ne yapıyorsan herkes onu görür” gibi birşey) HTML editörleri de geliştikçe gelişiyor. Ve sıkı Web tasarımcıları bu gelişmeleri tırnaklarını yiyerek izliyorlar. Çünkü yıllarını verdikleri yeteneklere neredeyse ihtiyaç kalmayacak. Herşey bilgisayarlar yayımcılık sektörüne el attığında, sayfa dizme mesleğinin makas ve yapıştırıcıyla çalışanlardan, Macintosh operatörlerine devrolması gibi olacak. Web tasarımcıları da bayrağı, normal grafikerlere teslim edecekler.

Yine de tecrübe ve birikim değerli bir vasıf. Kendisini HTML’nin iç organlarını öğrenmeye vermiş bir insan, fokusunu rahatlıkla değiştirebilir. Ayrıca, “Elinizde bir çekiç olması sizi marangoz yapmaz. Ama elinizde bir çivi makinası olması da marangozluktan çıkarmaz.” demiş, web tasarımcısı Sam Stevens.

hintli coder mucizesi

hafifuyku | 15 October 1998 00:22

New York’daki gökdelenler yapılırken, özel bir kızılderili kabilesinin üyeleri, yüksekten hiç korkmamaları sayesinde aranan işçiler olmuşlar. Gökdelen belirli bir yüksekliğe geldiğinde inşaat şirketi, kabilenin liderine başvurur ve yüksekte çalışmaktan hoşlanan bir takım kiralarmış.

Amerikalıların ve bütün batı dünyasının kızılderililere hintli demesini bir kenara bırakırsak, gerçek hintlilerin de programcılık dünyasında buna benzer bir rolü var. Onlar, bir yazılım kontrol edilemez boyutlara geldiğinde, kodun içinden çıkabilen değerli varlıklar, bilgisayar dünyasının elf’leri. Kültür farkından mı, inanılmaz sabırlarından mı bilinmez, hintli kelimesi birkaç yıldır, ya New York bakkalı, ya da sıkı programcı manasına geliyor. İspat isterseniz, Windows 3.1’den itibaren bütün Microsoft yazılımlarının kredilerine bakabilir, hintli isimleri kendiniz de görebilirsiniz.
Bunca yıldır sektörün kalbinde bulunmaları, tabii amerikalıların stereotip yaratma güdüsünü harekete geçirmiş. Onlara Raj diyorlar. Ve şöyle düşünüyorlar: Raj, deli gibi çalışabilir. Dolayısıyla işinizi her an elinizden alabilir. Özellikle yetiştirmesi gereken birşey varsa önünde durmayacaksınız. O bir kodlama makinasıdır. Bir işi şu tarihte bitiririm, derse bitirir. Ama risk almaktan ve girişimcilikten hoşlanmaz. Patronların gözünde, şirketi ayakta tutan, çalışanların Raj’la yarışabilmek için çırpınmalarıdır. Pek hintli patron da yoktur. İstisnai Sabeer Bhatia dışında. O 1995’de kurduğu Hotmail’i geçen sene Microsoft’a 400 milyon dolara satmış ve bir efsane olmuştur. Birkaç senedir moda olan birşey, ağır programcılık işlerini yüklenip Hindistan’a götürmek, burada altından kalkabilecek ufak bir yazılım firması bulup, fason çalışmak. Tabii ufak bir yazılım firması, birden bire Lotus Notes programlamaya başladığında işin rengi biraz değişiyor. Firma bol bol para kazanıyor ve kendi işlerini de yapmaya başlıyor.
Bundan da feyz alan hintli programcılar yavaş yavaş iş adamlığına soyunuyorlar. Artık risk almaktan fazla korkmuyorlar. Üstelik Hindistan bilgisayar konusunda inanılmaz atılımlar gerçekleştiriyor. (Tabii, atom araştırmalarında da…)

ekim – 98