bildirgec.org

yeter hakkında tüm yazılar

Sistem ve Kendin Olabilmek

mahadeva51 | 12 December 2010 20:32

Özgür bir insan olmak ;insanın hakettiği gibi yaşamasıdır.Nelerdir özgür bir insanın hakları ?Herkesin bildiği birçok tanım var bu konuda ama kavramlarla,özelliklede sadece tanım olarak kalan şeylerden bahsetmek istemiyorum.İnsanın kendi yaşantısına yön verebilmesi gerekir.Ama günümüzde bu pekde mümkün değildir.Yaşadığımız dünyada kapitalizm hakimdir.Bir çok yönüylede herkesin eleştirdiği bir sistemdir.Bugüne kadar başka bir altenatifide üretilememiştir.

Şunu sorabilirsiniz ‘Konuyla kapitalizmin ne ilgisi var?’.Dünyamızda savaşlar,açlık,yoksulluk gibi sıralayabileceğimiz ve daha birçoğunu ekleyebileceğimiz konuların hepsinin altında yatan nedenler ekonomiktir ve kapitalizmle ilişkilidir.Bireysel olarakda hayatımıza yön verdiğimiz zamanlarda karşılaştığımız koşullar da yine ekonomiyle ilişkilidir ve sistemle bağlantılıdır.Sistemin dişlileri şunlardır;İnsan hakları,demokrasi,hukuk.Bu kavramlar her ne kadar kavram olarak doğru görünsede aslında oyunun bir parçasıdır.Aslında herşey açıktır.Sonuçlar bellidir bunlar sadece kılıfıdır.Bu dişliler sizi yok eder bambaşka bir insan olarak varolursunuz.Özetle kendiniz değil sistemin istediği insan olursunuz.Şu anda bulunduğum kafa yapısına nasıl geldim bu gerçekten ben miyim ?

Ben Sevgimi Zirvede Bıraktım

karuma76 | 26 July 2010 15:35

Bu gece dağınık düşüncelerim arasında sen dolaştın durmadan. Sen takıldın göz kapaklarıma ve sen ıslattın kirpiklerimi. Ya sen? Sen ne kadar düşündün beni, sen ne kadar duyumsadın bensizliği? Sen ne kadar umursamaz olsan da ben yine sensizliğe karşı koyacağım. İçimde kabaran feryadı duymasan da, ben yine “Seni Seviyorum” diye haykıracağım.
Korkma! Artık yaşamayacaksın ızdırap zannettiğin o güzel günlerimizi. Tekrar dönemeyeceksin mutluluğuna inandığın o dakikalarımıza. Sevgim izin vermeyecek buna, yine sevgim hapsedecek seni dört duvar arasına. Arama sakın beni, bulduğun yalnızlıkta, karanlıkta arama beni. Ben inandım sevgime ve sevgimin yüceliğine. Şimdi bahardayım. Papatyalar arasında ufuklara uzanan yaylalardayım. Mutluluk bir esinti şimdi, sevgi bir kır çiçeği. Yüreğime çarpıyor esintiler ve yamacımda bitiyor uçsuz bucaksız sevgiler. Benden sevmemi bekleme artık. Çünkü BEN SEVGİMİ ZİRVEDE BIRAKTIM!

ALINYAZIMIZ

karuma76 | 16 July 2010 10:55

Sor bakalım gözlerime
Seni doyasıya seyretmiş mi?
Sor hadi ellerime
Ellerinin sıcaklığını hissetmiş mi?

Ne oldu?
Niye ağlıyorsun?
Ben mi istedim böle olmasını?
Ben mi aramadım bu sevginin arkasını?

Suçlusun, inkar etme!
Sen yaşattın bize bu ızdırabı
Hatta sen utandırdın karşımızda mehtabı.

Ağlama ne olur
Ağlama yeter
Suçlu da olsan
Yakışmıyor ağlamak sana
Sorun biz değiliz
Alınyazımız, anlasana…

paypal artık türkçe mi

ijon tichy | 27 November 2008 01:53

sevgideğer bildirgeç ahalisi
bir haftada 12 adet “paypal artık türkçe” başlıklı ve konulu bildiri girilirse 1 ayda kaç adet bildiri girilebilir?
hani bir şey değil de last read pointer’larım karışıyor.

Şükretmek ama tatmin olmamak

darjeeling | 16 July 2008 12:05

Gerçekten herşeyden sıkılmış bir ben var benden içeri.. Şükrediyorum, çünkü inançlıyım. İnançlıyım ve şükrediyorum ama bu başka bir şey. Öyle çok şeye sahibim ki. Bu bizim olmayan sahte dünyada o kadar çok şeyim varki aslında. Ailem, bir arada ve bozulmamış ailem, işim, param, sağlığım, tek başına ayakta durabilme cesaretim, hırçınlığım, insanlığım.. Aslında dolu doluyum ama hani biliriz ya insan hayatta bir şeyler için savaş verdiğinde aslında yaşadığını hisseder, işte bende o amaç yok. Kiminin çocuğu var ve onu büyütmenin peşinde, kimi evlenmeye hazırlanıyor ve yeni bir hayat aşamasının eşiğinde. Benim şükretmeme rağmen hayatımdan tatmin olmamamı sağlayan şey de işte tam buralarda bir yerlerde. Bir kadın olarak yalnız olmak. Çoğul yaşama geçmenin özlemi, yeni bir hayat evresinin kenarında bile dolaşıyor olmamak. Uzun süredir bir heyecan yaşamadığını fark etmek ve bunalmak. Ne iğrenç ne pis bir hismiş bu. Ne kadar çok şey var ve ben gerçekten ne kadar sıkıldım bu HERŞEYDEN. Çözüm belli ama ne zaman gerçekleşeceği belli değil..
yeter….

Haşarı İlacı

aRRoGaNTe HoMbRe | 18 March 2008 15:08

Efendim, size konusuz konusuz yazılar yazdım son dönemlerde. Sonra bir durup düşündüm. Niye durduysam? Halbuki (‘Halbuki Takamuro’, Japon savunma bakanı, yuuuh. halbuse var bi de) Ne diyordum, evet halbuki ben durmadan da, hareket halindeyken de düşünme yetisine sahip (Yetiiiiiii, huuuuuu..!) bir modelim. Model 348-ARX. Evet, düşündüm ve size haksızlık yaptığıma karar verdim. En azından bu yazımda bir şeyler anlatmalıyım, bir konum olmalı, unutmamalı, sevgiyle anmalı dedim kendi kendime. Bakın bir anı anlatayım o vakit size. Valla laaan, bak aşağıda..!

bir daha yazmayayım diye yapıyorlar, biliyorum. ama sen duuu, daha duuu..!
bir daha yazmayayım diye yapıyorlar, biliyorum. ama sen duuu, daha duuu..!

Ben küçükken…Bak ya anlatamıyorum. Aklıma yine bir şey geldi. Sen küçükken kaç yaşındaydın diye de embesil bir soru vardır ya, küçük çocukları ambale etmek için sorulur.(ambale de ne acayip bir kelimeymiş) Ulaaan esas sensin o ambale, küçücük çocuğa o soruyu sorduğun için. Ambaleeee. Ayıp be ayıp. Kaç yaşında adamsın, eğlencene bak. O çocuk sana şimdi senin ben muğa koim, böyle soru mu olur, allağaaan gerizekalısı dese iyi mi olur?

Aşkın yorgunluğu

darjeeling | 18 December 2007 10:57

Yorgun olur insan bazen. Tükenmişlikle sonlanacağını bildiği o yolda hırsla yürürken yorulduğunu anlar. Halbuki sonunun kötü olduğunu bile bile yapar bunu. Yolun sonu hiç te hayırlı değildir. Bir parıltı bile yoktur ki ona umut versin. Ama öldürmeyen şey güçlendirirmiş ya, heralde bu yüzden daha bir bağlanır, tutunur hedefine. Elimde tutayım derken avuçlarından kayıp gidiveren aşkını görünce anlar insan sona yaklaştığını. Gözyaşları nafile. Verilen tüm emekler nafile. Fedakarlıklar nafile. Duyulan acı sözler kulakların kiri olmuş artık. Ve bilinir ki, aşk, karşı tarafa çok ta değer vermediğin zaman güzel. Kendini yiyip bitirip tüketmedikçe, ona aslında ne(?..)olduğunu ima ettiğin sürece güzel…

SAHIBINDEN SATILIK MODERN CAG EVLERI

iLLERiN HANi | 04 October 2007 11:22

İnsanların bir arada yaşama düzenleri oluşturduğu zamanlardan beri suçlar tanımlanmakta. IÖ 2050 Ur-Nammu ‘dan ,İÖ 1868’lerden kalan Lipit-İştar Yasalarıyla İÖ 1780’lerde sekiz metrelik monolit taş bir tablete Akad dilinde yazılmış Hammmurabi Kanunları’ndan beri her siyasal düzlemde örgütlenmiş toplumda, birtakım yapılmaması gereken davranışlar ve bunlara uymayanlara verilecek cezalar listeler halinde düzenlendi. Eski Yunanlılar dünyasında, MÖ 900’lerde suçlar ve cezalar resmi olarak tarif edilmemişti… MÖ yedinci yüzyılın ortalarında Yunanlılar ilk kez suçları tanımlayan ve bunların işlenmesi durumunda cezalar ihdas eden yasalar düzenlemeye başladı, Yasakoyucu adı verilen bir kurum oluşturuldu bu zamanlarda Yunan dünyasında. Yasakoyucular kral ya da benzerleri gibi hükümdar değildi; yalnızca yasa yazmakla görevli atanmış memurlardı. Çoğu orta kademe soylulardı. Yasa koyarlarken taraf tutmalarının bertaraf edilebilmesi için siyasal yönetimin içinde yer almalarına izin verilmiyordu. MÖ 620 yıllarında görev yapan Draco, eski Yunan’dan bugüne kalmış ilk yasaları düzenlemiş olan görevlidir. Bu yasalar öylesine sertti ki, bugünkü İngilizcede “ölçüsüz derecede sert kanun” anlamında kullanılan “draconian” sözcüğü eski Yunanlı Yasakoyucu Draco’dan mülhemdir. Bu donemden sonra Tarih sayfasinda ortaya cikan bir baska suc-ceza ornegi Roma – (İ.Ö. 367– leges duodecim tabularum 12 Levha Kanunları 527 yılında Doğu Roma imparatoru olan ve 565 yılına kadar hüküm sürdükten sonra ölen Iustinianus, Roma devletine eski görkemini geri getirmek için askeri ve siyasi alanda, daha sonra Hristiyanlığın kabulü ve resmi din haline gelmesiyle dini alanda, birçok faaliyete girişti. Siyasi ve dini birliğin hukuki birlik ile desteklenmesinin elzem olduğunu bilen imparator, faaliyetlerini hukuku toparlamaya ve hukuku devrin ihtiyaçları için kullanılabilecek hale getirmeye yöneltti ve nihayetinde Corpus Iuris Civilishazirlandi… Bundan sonra ornek olacak magna carta dan baska benzerlerine Tarihin pek cok doneminde ornekler cogaltilabilir,, burada ki donum noktasi ve beni asil irgalayanin modernitenin ortaya cikmasi ve eski sistemlere nazaran suc-ceza sisteminin degismesi… Modernitenin temelinin yaratici bicimde yikmak oldugu kabul Edilir..Yonetsel kurallarla modern devlet oznelerin ve yurttaslarin hayatlarina mudehale edebilmekte, yine peter wagner a gore bu is icin en iyi yol muktedir kilici-lik-tan gecmekte ve bu is kurumlar araciligi ile gerceklesmekteydi…bu tur buyurgan Kurumlar’i dusununce hamurumda yer alan biraz anarsistlikten Itaat-anarsiden yola cikinca daha ziyade beynimde on plana cikan mekan hapishaneler oluyor…. iyi-pekde hos da nedir, ne ise yariyor bu hapishaneler…, insanin insana tutsak edilmesi yahut ben in baskasina imhasi mi?? Nedir?? Denetim ve gozetim olarak ilk hapishane 1596 yilinda amsterdamda acilan RASPHUIS dir.. küçük bir çocuğun hapsedilmesi için kurulmuş. Küçük çocuk hırsızlık yüzünden aslında ölüm cezasına çarptırılacakken, bu cezanın çok ağır olduğunu düşünen mahkeme heyeti belediyeden çocuğu kapatmak için bir mekan istemiş. Ve belediye çocuğu kapatmaları için bir manastırın küçük bir bölümünü tahsis etmiş. Ve böylece bir manastır ilk cezaevi haline gelmiş. (NEDEN MANASTIR,) Kadınlar için yine Amsterdam’da açılan ilk cezaevinin kapısında ise şöyle yazıyormuş: ‘‘Korkma, kötülüğe kötülükle karşılık vermeyeceğim.’’ Burada aslinda bir kavram degisikligi var,,denetleme ve gozetleme gibi bir kavram ortaya cikiyor modernitenin dogusu ile birlikle … Onemli baska bir nokta ise ,,denetleme ve gozetleme den once insanlar ne sekil cezalandirildigi idi .. Bundan önce, daha çok bedene yönelik cezalar en yaygin olanlar. 18. yüzyılın sonuna kadar İngiltere’de teşhir amaçl genellikle halka acik olarak gerceklestirilen, insanlari zincirlemek,kaba dayak,kizgin demirlerle kamcilamak,daglamak yada asmakti .,, Foucault nami diger fuco’nun HapishaneninDoğuşu’nda ( naissance de la prison) çok güzel tasvir ettiği, ibretlik, toplumu bir fiili yapmaktan alıkoymak için verilen cezalardı, bu yüzden bu cezalandırmaların topluma açık olması gerekirdi… Ayni kitabin baslangici ise “Fransa krali XV.Louis’yi bicakladigi icin 1757 de olum cezasina carptirilan Damiens’in cezasinin infazini betimleyen ayrintilarla acilir…Betimlenen infaz yonteminin ta kendisidir..Mahkemenin kararina gore Damiens’in bedeninin cesitli yerlerinden kizgin masalarla et kopartilacak;bicagi tuttugu eli sulfurle yakilacak; et kopartilan yerlere eritilmis kursun, kizgin yag, yanar halde recine , birlikte erimis balmumu ve sulfur dokulecekti daha sonra vucudu atlarla cekilip parcalanacak, parcalar yakilip kul haline getirilecek ve son olarakta kuller ruzgara savrulacakti…. Yine 1770’lerde İngiltere’de zindanlarda kalabalık var, çok kötü bir koku var, diye tarif ediliyor. Zindan humması denen, tifo benzeri bir hastalık var. Geldiği zaman mahkûmların çoğunu öldüren hastalıklar. Esas o dönem sürgün de var. Sürgün iki yere oluyor; ya Avustralya’ya ya Amerika’ya. Amerika bağımsızlığına kavuştuktan ve Amerika’ya sürgünler durduktan sonra dikkatler bir anda hapis cezasına yöneliyor. İlk başta Thames nehri üzerindeki gemiler bir tür yüzergezer hapishane gibi, zindan gibi kullanılıyor Fakat modern hapishanenin ve diğer bütün modern kurumların da babaları, Aydınlanma dusuncesi ve protestanliktir… Fransa’da, İngiltere’de ve 18. yüzyılın sonlarında Rusya’da ortaya çıktığını görüyoruz. Tarihci gultekin e gore Bunların öne çıkardıkları şey, “ penitentiary” denilen kurum. Penitentiary ilginç bir kelime, çünkü İngilizce’de penitence kelimesi ‘tövbe’ demek. “Penitentiary” Redhouse’un ilk İngilizce-Türkçe lügatında, 1880’lerde, “tövbeye mahsus hapishane” diye çevrilmiş. Bu ne demek? Aslında “tövbeye mahsus hapishane”, bugün bizim F tipi diye kısmen gördüğümüz şey. (F tipi, 19. yüzyıldaki hücre tipi hapishaneyle tamamen aynı şey değil. Çünkü F tipinin içinde çalışma yok ve sistem bütün mahkûmlar için uygulanmıyor. Oysa penitentiary adi suçlular için de uygulanıyordu. ) Hatta Redhouse İngilizce-Türkçe lügatinde bunu “nedamete mahsus hapishane” diye çevirmiş. Bunun kökeni de Manastır. Bu konuda yine Kiliseye ait olan anlaminda “Ecclesiastical” larda incelenmesi gereken baska 1 konu..—– Ecclesiastical prisons…. Aslında modernitenin birçok kurumu, Hıristyan Katolik kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir.Penitentiary’nin esas hareket noktası manastırdır. Manastırın amacı, insanı tabiattan ve onun baştan çıkarıcı, günaha sevk eden taraflarından tecrit etmektir. Penitentiary’nin de amacı, insanı iki şeyden tecrit etmek: sosyal ve fizikî çevresinden, diğer insanlardan. Amaç insanın kendi üstüne katlanıp düşünmesi, yani vicdanıyla baş başa kalması ve kendindeki “ahlâkî” kötüleri düzeltip iyileri ortaya çıkarması. Tabiî, manastır projesi teolojik ve dinî bir projeydi; 18. yüzyılda karşımıza çıkan ise seküler bir proje bu bakimdan modernitenin birçok kurumu, Hıristyan Katolik kurumlarının sekülerleştirilmiş halidir. Filozof Gilles Deleuze Gilles deleuze —– kuşatma kurumlarıbunlara kapatma ve diyor. Ne bunlar? Kışla, fabrika, hapishane, hastane, tımarhane, daha sonra da huzurevleri, darülacezeler filan. İnsanlar bu Katolik Hıristiyan felsefesi: Dünya, baştan çıkarıcıdır, günaha sevk eder, dolayısıyla bizim tekemmül etmemiz için vicdanımızla baş başa kalacağımız bir tecride ihtiyacımız vardır, diyor. Böyle bir tecrit fikri, İslam düşüncesinde yok. İslam, tabiata baştan çıkarıcı bir yer olarak bakmıyor. Tabiata, dışarıdaki hayata meşru bakıyor. Katoliklik ise buna meşru bakmıyor… Hapishanenin mucitlerinden Protestanlarin ise şöyle bir fikirleri var: Biz eğer suçluları alıp tek başına hapsedersek, suçlu vicdanıyla baş başa kalır ve bu süreç sonunda buradan normal bir vatandaş olarak çıkar. Açılan iki model hapishane var. 1790 yilinda da ABD Philedelphia’da kurulan Walnut Caddesi Hapishanesi bu ülkedeki ilk modern cezaevi olarak uygulanan Pennsylvania modeli olma ozelligini tasiyor…. Pennsylvania, Philedelphia hem merkezi Amerikan Aydınlanmasının hem de Amerikan püritenliğinin merkezlerinden biri. Bir taraftan Fransız deizminin Amerikan topraklarına girdiği yer, bir taraftan da Protestan, püriten teşekküllerinin en faal olduğu yer. Zaten bu hapishane projesinin de arkasında bugün de faal olan bir Protestan tarikatı olan Quakerlar yer alıyor. Sert olan Pennsylvania modeli, mahkûmların gece ve gündüz tamamen hücrede tecridine dayanıyor. Mahkûmlar birbirleriyle hiç temas etmiyor. Sürekli bir sessizlik ve yalnızlık içinde, onlardan “suç” diye tarif ettikleri davranış kalıplarını değiştirmeleri bekleniyor. Nasıl ki Hıristiyanlıkta insanın doğuştan günahkâr olduğuna ve kendilerini temizlemeleri gerektiğine bir atıf vardır…. 1816 yilinda uygulanan Auburn modelinde ise mahkumlar gündüz beraber çalışıyorlar ama sessizlik esas, hiç konuşma yok (silent system); gece hücrelerine gidiyorlar yine.; mahkumların gündüz hiç konuşmadan beraber çalışıp gece hücrelerine döndükleri bir model. Latin Amerika ve Avrupa hapishane kurucuları tarafından bu ikincisi daha çok tercih ediliyor…kapitalist soylem yahut marksist terminoloji ile ifade edilecekse bu insanlara mikro-iktidar da denilebilir, ucuz is gucunden yararlanildiklari ve sermayeye katildiklari icin… Şapel’e, ibadethaneye gittiklerinde bile, tek tek kabinlere kafalarını sokup dinliyorlar… 18. yy sonunda mahbesleri düzenlemek için, Şerif Howard’ın öncülüğünde kanunlar çıkıyor İngiltere’de ve Pentonville denilen bir hapishane yapılıyor. Bu hapishane de tıpkı ABD’dekiler gibi. { ornegin, ingiliz cezaevleri, bridewell’leri, newgate’ten, cold bath fields’tan, millbank’ e(heksagonal pentagonlar ), , mountjoy’a, pentonville’e -ki sonuncusu bugun bildigimiz f tipinin oncusudur) Tabi pentonville den once 1816 yilinda yapilmis olan ingilterenin ilk ulusal cezaevi millbank i es gecmemek lazim,,, hatta filmi biraz daha geriye sardirip “gözetleme toplumu” anlayışının bir sonucu olarak ortaya çıkan Jeremy Bentham in hayal ettigi PONOPTICON a kadar geriye gidebiliriz.. Bu bina tam bir daire şeklinde yapılır ve dairede eşit olarak bölünmüş her dilim bir hücredir. tam ortada ise bir gardiyan kulübesi vardır. her bir dilimin sivri uçlu olmayan yani dairenin sınırlarına ait olan kısmında pencere bulunur. bu pencereden gelen ışık sayesinde tam merkezde bulunan gardiyan, bütün hücrelerde ne olup ne bittiğini görebilir. ama aynı ışığın dört bir taraftan merkeze yansıması nedeniyle, merkezdeki gardiyan kulübesi görünmez olur; Aslinda kulede bir gardiyan olsada olmasada ponopticon un sagladigi bu surekli kontrol olanagi cok kuvvetli bir denetim mekanizmasi olusturmakta… Bununla beraber 1840 yilinda uygulamaya konulmus olan Irlanda modeli var tarihte; buradaki mahkumlar cezalarinin bir bolumunu bir sure tek kisilik hucrelerde tamamlamaktalar uslu dururlarsa auburn tipi baska bir hapishaneye nakli gerceklesiyor ve yine itaatkarligi ile yeni cezaevinde sorun cikarmayan mahkum sartla saliverilmekteydiler… Bastaki 2 sistemle karsilastirildiginda daha insani oldugu bariz goz onune cikmakta , diger 2 modelde ki nihai amac silent system sayesinde bireyi tektiplestirmek, ve tektiplesen bireyi kendi icine vicdanina dek nufuz ettirmek… 1850’lere kadar hapishaneler giderek bütün dünyada yaygınlaşmaya başlıyor. Bütün modern kurumlarda olduğu gibi hapishanelerin de ilk yaygınlaştığı yerler Kuzey Amerika ve Batı Avrupa. Hapishanenin bu manada kurulduğu yerler, Weber’in tabiriyle Protestan ahlâkının yaygın olduğu, Marx’ın tabiriyle kapitalizmin neşvünema bulduğu yerler, 1850’lerde Latin Amerika’da veya benzer yerlerde, bir hapishane binasının, bir liman binasının veya bir okulun anlamı ne kadar modern bir toplum olduğunuzdur. Çünkü modern değilseniz sizi işgal ediyorlar. Dolayısıyla Latin Amerika’da hücre tipi bir hapishane açıldığı zaman (ki bunun modeli İngiliz faydacı düşünür Bentham’ın projesini çizdiği panopticon’dur) Buenos Aires’te, Lima’da her hapishane açıldığında bir yabancı sefirler grubu çağırılıyor. 1870’lere gelindiğinde Fransa’da hücre tipi hapishane fikrinden vazgeçilmeye başlanıyor. Bunun en önemli nedeni mahkûmların arasında akıl hastalığı oranının giderek artması, ikinci nedeni de bunun ıslah edici bir özelliğinin olmaması.. Tabi bu donemde osmanlilarin ne yaptigi merak konusu,, bu donemde ne tur evrimlerden geciyor, ne yeyip ne iciyorlar … 1831’te Sultanahmet’te ilk “model” hapishane açıldığında Basiretçi Ali Efendi adlı gazeteci, Basiret gazetesinde hapishane için “çok temiz, çok düzenli, çok hijyenik (Osmanlı bürokrasisinde hijyen saplantısı o dönemde başlamış), muntazam ve mükemmel, güzel koğuşlar var, güzel atölyeler var” diye yazıyor. Altı ay sonra baktığında hapishanenin içi hiç de anlattığı gibi değil. Mahpuslar içeride kendine mahsus bir hayat kurmuş, atölyelerde çalışan yok. Tesisat yok, duvarlar dökülüyor. Bir kısım mahpuslar kaşıkla duvarı delip kaçtığı için demir kaşık yerine tahta kaşık veriliyor …. Burada ufak bir detay var ; osmanlida “ilk model hapishane “ oncesi kullanilan baska bir kavram var…. Biri “mahbes”, diğeri “hapishane”. “Mahbes” bir şeyin yapıldığı yeri gösteriyor. Bu manada mahbes kişinin hapsedildiği yer olarak bir kale olabilir, bir kule olabilir, Hani klasik turk filmlerinde Cuneyit Arkindan bilmem baska sanatcinin ya hapis olarak tutuldugu,, yada degisik varyasyonunu baskalarini kurtarmaya calistigi mekanin ta tezahuru…16. yüzyılda kullanılan Galata Kulesi gibi; bir zindan olabilir, bugün Tarih Vakfı’nın bulunduğu Baba Cafer Zindanı ya da Yedikule Zindanları gibi; kuyu olabilir, etrafı çevrilmiş herhangi bir yer olabilir. “Mahbes” –bir kişinin hapsedildiği yer– çok eski tarihlerden, eski Mezopotamya ya da Antik Yunan ve Roma’dan beri var.“mahpushane” kelimesine ilk olarak 1871 tarihinde rastlaniyor… Bu kelime, o zamanki mahkûmların yazdıkları bir dilekçede geçiyor. “Hapseden”le “hapsedilen” arasındaki bakış farkı burada ortaya çıkıyor. Refi Cevat hatıralarında bir hapishane tasviri yapıyor: eğer bir müfettiş hapishaneyi ziyarete gelecekse, hapishane müdürü içerideki mahkûmlara haber veriyor ve barbutlar, zarlar, esrarlar kenara kaldırılıyor, müfettiş gittikten sonra da hayat aynen eskisi gibi devam ediyor. 1880’den sonra hapishanelerin müdavimleri Anadolu’da Ermeniler, Trakya’da Makedonlar oluyor, yani şiddet kullanan siyasî militanlar. Hapishaneler de inanılmaz kalabalıklaşıyor. Ondan sonra da sık sık aflar çıkmaya başlıyor. Ancak bu af da, 2000’de uygulanan af gibi “merhamete” dayalı bir af değil, hapishaneleri boşaltıp yeniden yapılandırmak için çıkarılmış bir af. İktidar muktedir olduğunu hem hapsederken hem de af ilan ederken gösteriyor. . Osmanlı Devleti’nin St. Petersburg’da 1890 tarihlerinde bir hapishane kongresine katıldığını göruluyor.. O zamanlar henüz bir hapishane literatürü mevcut değil….Bu tarihten sonra Batılı elçiler yoğun biçimde “hapishane yapın” yerine “var olan hapishanelerde yanlış uygulamalar var” şeklinde taleplerde bulunuyorlar. En rahatsız eden kısım ise, bu elçilerin sadece azınlığın haklarını korumaya yönelmesi. Hırsızlık suçundan hapiste olan ve beş senedir mahkemesi bitmeyen Ahmet Efendi hakkında hiçbir talep yokken, mevzu Ermeniler ya da Makedonlar olunca (ki elbette bunların da durumu hiç iyi değil) iş siyasî meseleye dönüyor. Bu açıdan, tarihte, Osmanlı hapishaneleri ve hapishane reformları, bunun uluslararası mesele olduğu tek örnek. 1898’de ilk defa Abdülhamit hücre tipi hapishane projesi hazırlattırıyor. Projeyi hazırlayan Jasmus, aynı zamanda Sirkeci Garı’nı çizen mimar. Yani “Hazır Prusyalı mimar gelmiş, garı çizmiş, bir de bize hapishane çizsin”! Bunun adı “Yedikule Penitentiary Projesi”. Yapılacağı yer, şimdiki Yedikule , Osmanlıların ilk siyasî hapishanesi –veya mahbesi diyelim– Fatih orayı hapis manasıyla kullanmaya başlamıs. Abdülhamit’in projesinin de yapılacağı yer Yedikule. Bunun sembolik anlami tarihe olan muhabbetten de kaynaklanmıyor. Her reformist yapacağı yeni şeyi eski zarfın içine koyuyor. O eski zarfın içinde, doğabilecek sosyal tepkiyi azaltmaya çalışıyor. Siz Yedikule’nin içerisine bir penitentiary koyduğunuz zaman, “Bu bizde 500 senedir devam eden gelenektir” demiş oluyorsunuz 1920’li yıllarda Karadeniz ve özellikle Ünye – Fatsa yöresinde eşkıyalık olaylarının çok olması, hapishanenin mahkûmlara yetersiz kalmasına yol açmıştır. Bunun üzerine, unye de bulunan Saray Câmîi hapishane olarak kullanılmaya başlanmış,, II. Dünya Savaşı sırasında çıkarılan Varlık Vergisi’ni veremeyenler de oraya hapsedilmiştir… 1926`da çıkan Türk Ceza Kanunu`yla suçlar ikiye ayrıliyor: Cürümlüler ve kabahatliler. Ağır suçlulara cürümlüler, hafif suçlulara kabahatliler dendi ve 1929`da hapishaneler Adalet Bakanlığı`na bağlaniyor.. 19. yy baslari ve ortalarina gelindiginde yayginlasan baska bir cezalandirma sistemi ile tanisiyoruz,, insanlari kapatmak, itaatkar hala getirmek, ucuz is guclerinden yararlanmaki icin donemin en acimasiz uygulamalari siralamasinin baslarina ceza kamplari oturmustu… Bunlardan en meshur olanlari 1930 yilinda kurulan gulag ceza kamplari idi.. 1930’dan sonra, Sovyet ceza sistemi hapishane, çalýþma kampý (gulag), çalýþma kolonileri (gulag), özel açýk alanlarda tutukluluk ve para cezasý uygulamalarýnýn içeriyordu,, Gulag çalýþma kamplarýna (yuzbinlerin oldugu—ki bana kalirsa milyonlarin oldugu), ciddi suçlar iþleyenlerle (cinayet, hýrsýzlýk, tecavüz, ekonomik suçlar vs.) birlikte karþý devrimci faaliyetler nedeniyle mahkûm olanlarýn çoðu gidiyordu. 3 yýldan fazla ceza alanlar da bu çalýþma kamplarýna gönderilebilirdi. Çalýþma kampýnda bir süre geçirdikten sonra, hükümlü bir çalýþma kolonisi ya da özel açýk bölgeye gönderilebilirdi….
Diðer yandan 425 çalýþma kolonisi mevcuttu. Bunlar çalýþma kamplarýndan çok daha küçük, daha serbest ve daha az gözetlenen birimlerdi… (aslinda 1930 yilina gelene dek 90 adet yeni kampsovyetlerin kullanimina hazir hale getirilmistir, gulag ozellikle 1 olum kampi ve penal koloni olarak en bahsi gecilecek olanlarin basinda)… Tabi ki bundan daha once kurulan baska unlu ceza kampi Fransiz Guyanasi bulunmakta kurulus tarihi 1852 dayanan bu ceza kampi 1939 yilina dek kullanimi surmustur, bu zaman dilim arasinda 80.000 den fazla kisi suclu olarak bu sistemde yerini aldi… Fransiz Guyanasi nin amiyane ikinci adi yerine kullanilan bana gore kult filmlerden 1 i papillon u izlemek; bu konunun ne kadar gayri insani oldugunu hatirlatan bir film.. akabinde turlu turlu kamplar bulunmakta toplama kamplari; ciplaklar kampi, izcilik kampi gibi vellakin konu dahiline girmiyorlar (: Endüstri devrimi ile dönüşmüş ,,feodal yapının yerine gelen kapitalist toplumsal yapı içinde iktidarın denetim mekanizmasını işletmek için oluşturduğu önemli toplumsal bir kurum haline gelen hapishaneler, bir sure sonra dallanip budaklanarak sistem icerinde neredeyse her kesime hizmet verecek duruma eristi… Askeri sisteme karsi gelenler icin askeri cezaevleri Military prison, asayisi bozan cocuklar icin kurulan juvenile prison (islahevleri), Kadinlar icin icad edilmis kadin cezaevleri… Suc-Ceza-yeni suc paradoks ucgeninde dunyada bayragi tasiyan America sistemini dikizledigimiz zaman bu konuda genel anlamda uygulanan correctional facility on plana cikiyor…prison-break yahut Oz dizilerindeki hapishane tiplerinde uygulanan maksimum guvenlik uniteleri uyglanan sistemin ornekleri… bu sistemin cok sik olarak kadinlar icin kullanilanina ise riverside correctional facility” sadece kadin mahkumlari barindiran bir maksimum guvenlik unitesi..Her hangi bir günde ABD (dunyada kisi basina dusen mahkum istatistigi) hapishanelerinde yatan insan sayısı 2.2 milyon. Bir yıl içinde buradan “geçen” insan sayısı ise bunun çok üzerinde. Hapishanelerde ve bağlı tesislerde çalışan insan sayısı 750 bin. Bunun ülkeye yükü yılda 60 milyar doları aşıyor. Eldeki verilere göre üç yıla kadar eski mahkûmların %67’si yeniden tutuklanacak ve %52’si yeniden hapse mahkûm edilecek.Amerikan Hapishanelerinde Güvenlik ve Suiistimal (araştırma) Komisyonu 8 Haziran 2006 tarihinde çok ilginç bir rapor sundu. 126 sayfalık bu raporu Amerika gibi Türkiye’nin suç-ceza-yeni suç döngüsünden kurtulabilmesini icin cok iyi bir referans kanimca, yanliz turkceye cevirimùis orjinali yok, varsada ben bulamadimorijinali… Ayni durumda Kendi ulkemizde ki suc-ceza-yeni suc mevzuyasi amiyane yer kure ustundeki pek cok ulkeden geri kalmamakta ;Türkiye suç işleme konusunda da hızla batılı ülkelerin seviyesine yaklaşmakta:
Adalet Bakanlığı’nın istatistiklerine göre sabıkalı sayısı 8 milyonu, mahkûm sayısı 68 bini geçti. Emniyet’in rakamları da olayın boyutlarını gözler önüne seriyor. Son 10 yılda işlenen suç sayısı üçe katlandı. 1995′te 229 bin suç işlenirken, rakam 2006′da 785 bin 510′u buldu. Suçların yüzde 42’si İstanbul, Ankara ve İzmir’de işleniyor.İlk suçun işlenmesinin önlenmesi ayrı bir inceleme konusu elbette. Ancak 8 milyon sabıkalı büyük bir rakam… Gunler,yillar,yuzyillar gectikce sistemin gelistirdigi alternatifler islevselligini yitirmekte…Modernitenin daha iyi bir yasam olanaklari yaratmak adina sistemin dipsiz kuyusu haline getirdigi hapishanelerin islevselligi-ki bana kalirsa islevsizligine hangi panzehir elhem olacak…Modernitenin meftasinin coktan kaldirildigi kabul edilirse modernitenin yarattiklarinida bir bir sorgulamanin sirasi geciyor sanirim.