bildirgec.org

yaşamak hakkında tüm yazılar

ASİ KARADENİZ

tarik09 | 20 January 2008 04:23

Bir yerde su sesi korkutucu olur sadece. Sanki büyük bir kavga varmış gibi gelir insana. İcin titrer hava soğuktur. Rüzgar denize gaz verir o da Allah ne verdiyse… Kayalar isyan etmiştir artık yeter dercesine yalvardığını zannedersin. Kumların başı dönmüş bu çılgınlıkta onlarda heyecanlı, canlı ve aynı zmanda asi olmuşlar. Tıpkı insanları gibi kumlarda asi hırçın… Niye biliyor musunuz? Karadeniz öyle hızlı çarparki kıyıya damlacıklarıyla yıkar seni maşaallah. Karadeniz ismi gibi dibi kara deniz, sonu kara deniz… İklim şartarı yaşam kosullarını belirler, yaşam koşullarıda insanların karakter ve özelliklerini. Herkes bilir farklı coğrafyalarda farklı insanlar yetişir. Ahhh Karadeniz! İnsanını bu kadar mı benzetirsin kendine… Herkes derya karadeniz erkeğinden uzak duracasun… Asi olurlar ve hırçın… Üzerine fazla gidilmez tıpkı karadeniz gibi yani hafif costuysa hafiften dövüyorsa kıyıları varmayın üzerine. Kendini yerken sizide yer bitirir. Karadenizliler hırçın olur demiştim ya bu özelliklerini denizin rüzgarın yanında dağlarından tepelerinden de almışlardır. Yemyeşildir dağları sanki diğer renklere küfreder gibi yok sayar gibi alabildiğine yeşil insnanın midesi bulanır oksijenden… Bu dağlarda yaşamak için yüksekliğe karşı çıkmak lazım bu yerde nefes almak için gerçekten hayatta olmak lazım ve isyan etmek lazım seni rahatsız eden herşeye isyan… Kim kurtulabilir bu dalgaların isyanından ve yüce dağların dumanından ikiside alır içine hapseder seni tıpkı kendi insanı gibi ve kurtul ordan kurtula bilirsen…

ASİ KARADENİZ
ASİ KARADENİZ

TOPRAK

sahinden | 23 December 2007 23:38

Bugun sımsıyah bir bulutla duş aldım..
Gitsin diye üstümden bütün ilahi lekeler terledim ardından süresizce.
Düşünmek her şeyi. Bu ülkede veya bu ülkenin herhangi bir toprağında zerdali ağaçlarının hışıltısıyla.

Süresiz aşkların süreli birliktelikleri gibi ışıl ışıl çağlayan, içinden huzur geçen rüzgarların tadı gibi temizlenıyorum şimdi yavaş yavaş.

Düşüncerler değil düşüncesizliklerle kirlenen ruhumu yağmurlara vurdukça bütün kızıl bulutlar ruhuma iniyor gibi ürperiyorum.
Tanrıya dönüşü yaşıyorken sessiz sessiz dökülüyor kaşlarımın üntüne saçlarım.
Nan kokusundaki bereketlilik gibi düşündükçe o’na gidişimi hayal edebiliyorum sık sık.
Ben soyunuyorum sana dıyorum. Tüm lekelerimi çıkarmış ilahinin tınısını bekliyorum
Bir ses versen de gelsem diyorum. Etime sardığın ruh anlamını yitirdiği günden bu yana
Sesinin hasreti ile geceyi gündüz gündüzü gece ediyorum.
Bir yanda sarı siyah bir film şeridinden geçen et kokan bir hayat, bir yanda ahrimi ve ahrilerimi bütünleştirecek olan olan sen ebedi ışık.

bil ki.. bekliyorum sesini..

ölüler dünyası veya bizim dünyamız

DEJAVU 07 | 06 November 2007 16:11

Her geçen gün birileri bu yaşadığımız dünyadan ayrılıyor. Kimi büyük bir devlet adamı, kimileri emekli, bazen sevdiğimiz bir sanatçıyı kaybederiz bazen de evcil hayvanımızı. Bu dünyadan giden bütün sevdiğimiz dostlarımız, ağabeylerimiz, yakınlarımız için göz yaşı dökeriz. En fazla 1 hafta ağlarız gidenlerin arkasından ve sadece aklımıza getirmek istediğimizde hatırlarız bir resme bakarken mesela… Etrafımızda ne çınarlar yitip gidiyor ve bazen farkına bile varamıyoruz. Her geçen saniyede yüzlerce aileden feryatlar kopuyor dünyada ama kulaklarımızı tıkıyoruz.
Son yolculuğuna uğurladığımızda, görevimizi yapmış olmanın verdiği huzurla evlerimize dönüyoruz ve bir daha açmamak üzere bir defteri kapatıyoruz. Yeni bir tanesi konuyor önümüze ve biz ona yazmaya devam ediyoruz. İyisiyle kötüsüyle mutlaka hatıralarda bir şeyler kalıyor ve diyoruz ki “o bunu başardı” ya da “o bize bu eseri kazandırdı”. Bu cümleleri söylediğimizde içimize bir buruk kıskançlık dalgası giriyor neden o bunu yaptı da ben yapmadım diye. “O heykel benim heykelim olabilirdi.”, “Yüz yıllar boyunca insanlar heykele bakıp benden konuşa bilirdi.” ya da “Neden o neden ben değilim?”
Neden o?
Çok basit bir cevabı var bu sorunun. Çünkü o öldü. Sen hala yaşıyorsun. Bir kitap yazabilecek kadar ömrün var hala. Birisine bir iyilik yapacak kadar nefesin var. O olamamanın sebebi; o arkasında insanlığa bir sürü armağan bıraktı. Ya sen?
Sen ne yaptın insanlık için? Senden sonra gelecek nesil için hangi taşın altına elini soktun da, şimdi gelmiş “Neden o?” diye soruyorsun?
Bir gün yolumuz mutlaka ölüler diyarına düşecek. Bundan şüphemiz yok ama biliyorum ki o diyara gidene kadar bizler bu dünyada yaşıyoruz ve çekip gittiğimizde kendimizden bir parça bir şey bırakırız. Belki bi’ kitap, belki bi’ film, belki bi’ şarkı, bir şiir, bir dize…
Bizler tarihin derinliklerinde kaybolmuş, diğerlerinden çok ama çok uzakta bu dünyada bıraktıklarımızla yaşıyor olacağız.

ÜÇ FİDAN İÇİN

mavi ay | 23 October 2007 12:00

Ben bu gün size dün gece okuduğum kitap hakkında neler hissettiğimi aktarmak istiyorum. Kitap okumak yazmaktan daha kolay ve keyifli bence. Gece 03:00 ‘a kadar elimden bırkamadığım zaman zaman da gözlerimden yaşlar inmesine engel olamadığım bu kitap. Helede kitabın içeriği hakkında bilgiye (yaşayarak yada çokça duyarak) sahipseniz. Nihat BEHRAM’ın ”DAR AĞACINDA ÜÇ FİDAN”. Bu arada bu kitabın belgesel anlatı olduğunu da belirtmek isterim. Ben 68’ler kuşağını birebir yaşamadım ama çocukluk yıllarımda 75-80 arasını hiç unutamadım. 80’lerde çocuk sayılacak yaşda idim. Buna rağmen abimin üniversitede (İ:T:Ü:) okuması nedeni ile belkide pek çok olaydan haberim var. Bir kaç yıl boyunca radyo ve televizyonlardan haberleri anne ve babamın pür dikkat korku içinde dinledikleri günleri (İst.dışında idik o zamanlar), ( aman evladımız hakkında ne duyacağız diyerek ) unutmam tabiki mümkün değil. Şükürler olsun biz kötü bir haber duymadık. Ama ya duyup yürekleri halen yananlar için ne diyebilirim ki. Neyse ben aktarımıma döneyim.
Kitabı bırakamadım an be an içinde yaşadığımı hissedip çok etkilendim. Daha öncede bu kitabın içerdikleri kişiler ve konular hakkında kitaplar okumuştum. Fakat bu çok başka. Çünkü anlatılanlarla bu gününü karşılaştırdığımızda çok da haksız olmadıklarının görebiliyorum.
Yazık ne diyebilirim. Bildiğim en önemli şey bu ülkenin bu güne gelebilmek için Başta Mustafa Kemal ATATÜRK ve onun silah arkadaşları vede milyonlarca şehitimizin haklarının nasıl ödenebileceğidir. Bize bırakılan Ay,Yıldızlı bayrağı (hürriyetimizi,cumhuriyetimizi, hatta varlığımızı temsil eden) bizde bizden sonraki kuşaklara aynı temizliği içeriğinin bize getirdiklerini kirletmeden sonraki nesillerimize aktarmakdır isteğim. Şahsım adına elimden geleni yapacağım.

ORGAN BAĞIŞI

dimoedes | 14 October 2007 18:49

hani bir laf vardır herkes birgün ölecektir..ama sadece ölene kadar neden yaşayalım öldükten sonra yaşamak gibi bir fırsatımız varken.. bunu başarmak hiç de zor değil sadece organlarımızı bağışlayacağız… ve bu sayede bir çok hayat kurtarabiliriz ve bu sayede yaşamaya devam ederiz… haberlerde izliyoruz organ bağışı yedi hayatı kurtardı diye düşünsenize ölürken tek parçaydınız ama organ bağışı sayesinde yediye bölündünüz… sadece ben organ bağışı yapmayacağım bir sorun çıkmazsa okuduğum üniversiteye vakıf getirteceğim ve diğer insanlarında organ bağışı yapmalarını sağlayarak onları da öldükten sonra yaşamaya davet edeceğim… birde olaya sizin sayenizde kurtulacak hayatlar olduğunu düşünerek bakın ve biran önce organ bağışınızı yapın… organizasyonu yapacağım zaman size haber veririm isterseniz sizde gönüllü olarak katılabilirisiniz.. HER ORGAN BAĞIŞI BİR İNSAN HAYATINI KURTARIR…

KaK-oS

| 01 October 2007 09:58

vizörümden.....
vizörümden…..

Kaç bahar, kaç kış geçti üstünden, bilmiyorum……….. bana demiştin ki: biliyor musun yavrum, insan ölürken bir en sevdiğinin yüzünü, iki anasının yüzünü, üç en sevdigi şehrin yüzünü görürmüş, onların içinden çıkarmış sanki ruhu. Gidiyorum buradan, sizi gittiğim yerde bekleyeceğim….dermiş….. Doğru mu bilmem!! Niye böyle denmiştir, onu da bilmem!… Sevgiliden ve yaşamdan ayrılmak zor sanılıyor, belki ondan ya da insan gözüyle yaşama aynı şekilde bakamayacak olmaktan duyulan korkunun aldatıcı kandırması mı desem… Teselli işte.

Yaşayarak Öldüm, Yaşadım Ölerek…

universideli | 28 September 2007 11:28

Önce hayata hayatla başladım.
Ardından geldi her şey. Bakıp görmelerim, duyup hissetmelerim, yapıp etmelerim, fikretmelerim. Hayatla kuruldu, tüm bağlarım; canlıydım ki görüyordum, canlıydım ki hissediyordum, canlıydım ki düşünüyordum, canlıydım ki … yaşıyordum. ’ Yaşam ’ denilen o öncesi ve sonrası meçhul zincirin, artık ben de bir halkasıydım, bu zincirdi ki bağlamıştı beni evrene, bu zincirdi ki hapsetmişti beni zamana ve mekana, bu zincirdi ki duyumsatmıştı bana zindanımı ya da tersten okumayla bu zincirdi ki kamçılamıştı bendeki hürriyet aşkını, zamansız ve mekansız bir evren özlemini. Hayat bir zincirdi ve zinciri kırmaya tek çare de yine kendisiydi.

“Hayat”sız … “can”sız … “ölü” ?…
Derdim olmuştu artık hayat, dermanımsa yine yaşamak! Hayat, Janus’un iki yüzü: bir yanı esaret,bir yanı hürriyet; bir yanı muvakkat, bir yanı ebedi; bir yanı korku, bir yanı ümit; bir yanı yaşam, bir yanı … ölüm. Bense arafta salınan bir sarkaçtım; kimi zaman ölü,hep yaşamak zorunda olan, kimi zaman diriydim. Ama hep yaşıyordum. Yaşıyordum ki vardım: bazen ‘can’lı, bazen’ölü’ ; ama hep ‘var’dım, yaşıyordum ve vardım; bazen canlı, bazen ölü …Ben hayatı, beni evrene [ve dahi ötesine] bağlayan zincir olarak tanımlarken “kainatın rabıta-i ittihadı[birarada tutan bağ ]” diyordu Said Nursi hayat için.Ya da Tolstoy’un kelimeleriyle aynı anlam farklı bir libasa bürünüyordu: “insanın kainatla olan ilişkisidir hayat” .Beni kainata bağlayan bağ idi hayat, ve dahi varlığa. Ama sadece dünyaya değil tüm kainata ve dahi ötelere; yalnız bu zamana değil, bütün geçmiş ve geleceğe, ezel ve ebede. Değil mi ki hayatın bir yüzü esaret, bir yüzü hürriyet derken sonsuza nispetle dünyanın zindan oluşunu kastediyordum; öyleyse dünyayla yetinemezdim, dünyanın ‘olma’dığı bir uzam-zamandan gelmişti benim ‘hayat’ım ve onun ‘olma’yacağı bir uzam-zamana değin uzanıyordu madem, o zaman dünya beni kuşatamazdı. İşte bu yüzdendi kendimi esir hissedişim, bu yüzdendi korkum … öl[üm] …Yine hayattı ki hür hissetmemi sağlayan kendimi, yine hayattı ‘ümid’e sevkeden beni. Çünkü ben ‘hayy’dım ve sımsıkı bağlıydım son[suz]a, ‘hayy’dım ve ‘hürr’düm.Hürr oluşumdandı ‘ruh’umun sınırtanımazlığı, cesedimde yerleşememesi, yakazada ya da menamda, bir fırsatını buldukça ötelere kaçıp gitmesi ve cesedim… öl[üm] … Hürr oluşumdandı kalbimin kalbimde sınırlı kalamaması . Hürr oluşumdandı aklımın dahi sınırtanımazlığı,yetinememesi beynimle,her daim açılması enginlere.Anlamıştım ki beni ‘esir’ eden ancak sınırlı cismimdi, ama o dahi ‘can’lı olmasıyla kendinde bir sınırsızı barındırıyordu ve bir nebze olsun hissettiriyordu bana sınırsızlığı. Hayattı asıl bağım sonsuzla, sonra; canlı olan neyim varsa: ruhum, kalbim, aklım .. ve dahi cesedim …Derken ruhum bedenime, kalbim kalbime, aklım beynime sığmaz olunca; o malum ve şöhretikötü ‘son’ benim de başlangıcım olacaktı. Bir japongülünün her gün yaşayageldiği ölüm bana da uğrayacaktı ‘son’unda, ama illa ki ‘uc’unda bir ‘dirim’le; ölüm ‘yaşam’ın bir ‘son[uç]’uydu belki ama ‘son’u ölümse ‘uc’u ‘dirim’di.
Ve öldüm ben de ‘son’unda, fakat hep yaşayarak, sadece yaşayarak.
Yaşayarak öldüm ve ölerek yaşadım.

Sonra hayata ölümle devam ettim.