bildirgec.org

tutunamayanlar hakkında tüm yazılar

Tutunamayanlar

illag | 25 March 2010 15:00

‘’Tutanamayan: Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır. Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez.’’

İşte bir Oğuz Atay’ın kahramanlarıyla özdeşleştirdiği “tutunamayan” tanımı. Hayata tutunamayan insanlarının ruhlarının iç çekişmelerini anlatan, düşüncede yaratılan bir dünya kuran tek ciltlik bir ansiklopedi “Tutunamayanlar”.

Arkadaşı Selim Işık’in intiharıyla sarsılan Turgut Özben arkadaşının intihar sebebini bulmak için başladığı araştırmalar sonucunda kendi kimliğini bulur ve bir ‘Tutunamayan’ olduğunu anlar ve Selim’in yazdığı “Tutunamayanlar Ansiklopedisi”nde ‘Turgut Özben’ maddesinin de bulunması gerektiğinin farkına varır. “Her zaman böyle değiliz. İlerisi için planlar kuruyoruz. Tutunamayanlar ansiklopedisine yeni bölümler yazmayı düşünüyoruz. Benim de girmem ihtimali kuvvetle belirdi. Olric öyle söylüyor.” Olric Turgut Özben’in iç benliğini temsil eder. Giderek bu dünyadan kopan ve kendi iç benliğine yaklaşan Turgut’un en yakın arkadaşı Olric’tir artık. Anlayamadığı ve anlaşılamadığı bu dünyada en yakını olmuştur Olric. “Sonra Olric’le beraber istediğimizi yapacağız. Romanlar yazacağız: Bitip tükenmeyen romanlar. “Tutunamayanların Sonu”, “Tutunamayanların Dönüşü” gibi. Tutunamayanların romanı biter mi?” Tutunamayanların romanı bitmez. Çünkü her insanın içinde bir ‘tutunamayan’ vardır. İnsanlık var olduğu sürece de tutunamayanların romanı bitmez. İnsanlar, hayata sımsıkı sarılmak için elinden geleni yaparlar, sabah kalkıp işine veya okuluna gider, akşam evine döner yemek yiyip yatar, hayat yolunu bu rutin çizgi üzerisinde yürür ve tamamlarlar. Böyle görünse de her insan zaman zaman durup hayata şöyle bir bakma ihtiyacı hisseder. Bütün yaşadıklarının ne anlamı olduğunu, diğer insanların ne yapmaya çalıştıklarını sorgular durur. Bir cevap bulamayınca da hayata aynı şekilde kaldığı yerden devam eder. Daha fazla sorgulamak, üzerinde düşünmek istemez. İşte bu sorulara cevap aramaktan bıkmayan, yorulmayan, hayatı anlamaya çalışmaktaki mücadelesini sonuna kadar sürdüren insana kendisi dışında her şey garip, anlaşılmaz ve sahte gelir. Böylece diğer insanlardan ve dünyadan ister istemez yabancılaşır. Bu da onu bir “tutunamayan” yapar. İçindeki tutunamayan taraf büyür büyür ve o kişinin ta kendisi olur.

Romanda Teknik Unsurlar 1 :Bilinç Akışı

kahvekokusu | 28 November 2009 12:42

www.kafehaber.com/?mxz=KA&kid=118
www.kafehaber.com/?mxz=KA&kid=118

Sanat eserlerinde anlatılacak şeyden çok anlatım biçimi önemlidir. Çünkü biçim anlatılacak olan konuyu, felsefeyi, mesajı okuyucuya ulaştırmada en önemli vasıtadır.
Romancı eseri ortaya koyarken anlatmak istediklerini en etkili biçimde okura sunabilmek için bir takım anlatım tekniklerine başvurur. Bu teknikleri yalnızca yazarın bilmesi yeterli olmaz. Okurun da bundan haberdar olması gerekir ki yazarın ne yapmaya çalıştığını kavrayabilsin. Anlatım tekniklerini bilmeyen bir okur yeterince sağlam bir okuma elde edemez ya da çoğu zaman okuduğumu anlamıyorum hissiyle kafası karışır. Günümüz romanları eskiye oranla çok daha karmaşık bir yapı barındırır. Ancak anlatım teknikleri romandan çekip çıkarılacak olsak geride ya bir psikoloji ya bir sosyoloji ya da salt bir tarih kitabı kalırdı. Bu nedenle bilinç akımı tekniğinden başlayarak anlatım tekniklerine değinmek istedim. Bilinç akımı esasında psikoloji biliminin romana bir armağanıdır. Önceleri psikolojiye ait bir terim olup roman sanatının gelişimiyle yazıya intikal etmiştir.
Bilhassa insanı ve iç dünyasını ele alan eserlerde ya da psikolojik romanlarda insanı en doğal haliyle karşımıza çıkarmayı planlayan romancı bilinç akımı tekniğine sık sık başvurur. Peki, nedir bilinç akımı ya da bilinç akışı? Bilinç akımı roman kahramanının zihninden geçenlerin aralıksız, seri halde bir iç konuşma şeklinde okura verilmesidir. Bu teknik kahramanın kafasından geçenleri okurun adeta izlemesini sağlar. Hiçbir gramer kuralı sentaks, yapı vs. gözetmez. Yazar, bu tekniğin kullanıldığı yerlerde imla bile gerek duymadan hiçbir noktalama yapmadan akış buyunca ahengi bölmeden, kahramanın zihnini ortaya döker. Bu uygulamanın en kapsamlı ve ilk kabul edilebilecek örneğini Joyce’un Ulysses romanında kullanılmıştır. Yazar 45 sayfalık bir bölümde bilinç akışı tekniğini kullanırken hiçbir noktalamaya yer vermez. Çünkü zihnin imlası yoktur.
Bilinç akımı romanın niteliğini etkileyen en önemli tekniklerden biridir. Bu tekniğin kullanıldığı romanlarda psikolojik bir derinlik mutlaka vardır ve kahramanın ne yaptığından çok ne düşündüğü vurgulanır.
Bilinçaltından geçenlerin yazıya aktarılması özel bir dil kullanmayı gerektirir. Bu nedenle de çoğu zaman kendi kendimize ne denmek istiyor? Gibi sorular sormamız kaçınılmazdır. Ancak eline bir kâğıt ve kalem alan okur sadece zihninden geçenleri, üzerinde durup düşünmeden yazıya dökecek olursa yazarın yaptığına yakın bir deneyim elde etmiş olacaktır.
Bilinç akımının psikolojik bir boyutu olduğunu söylemiştik. Bu nedenle zihinden anlık geçen düşünceler ya da kelimeler çoğu zaman bir imaj ya da sembolün ardına saklanmış olarak da ortaya çıkar. Bu semboller ise romanda daha evvelden anlatılmış bazı konuların zihinde yeni bir şekle bürünmesinden başka bir şey değildir.
Dünya ve Türk edebiyatında sıkça kullanılan bu teknik özellikle post-modern romanda daha dikkat çekici bir boyuta ulaşır. Tolstoy-T. Mann-Proust-Faulkner-Joyce-V. Woolf gibi romancılarda en fazla kullanılan tekniklerden biri olmuştur. Türk edebiyatında ise Oğuz Atay- Tutunamayanlar, Peyami Safa- Matmazel Noraliya’nın Koltuğu, Adalet Ağaoğlu- Romantik Bir Viyana Yazı örnek verilebilir.
Konunun daha anlaşılır olması bakımından Romantik Viyana Yazı’ndan kısa bir bilinç akımı paylaşalım:
“…E peki küvet boş mu temiz mi ip orada mı yoksa başka yere gitti mi lafa bak uçak kaçtı olur mu taksi parası yok diye dönmüş geri hani ne oldu komşu havaalanındaydı hani ben sana söyledim bunlar çekmez yolun altında silkeleyiverirler dedim şimdi yeni bir bilet alması gerekecekmiş Bülent’in plak sabun paralarını da çaldırdım artık siz ödersiniz değil mi Hoca somon füme seviyor boş ver bir duş alırım sonra…”

HIŞMEDİŞ

il mare | 05 May 2009 13:55

Hışımlığım!
Çok sevdiğim…
Hışmettiğim… Seviyorum seni ve tüm içine kattıklarını…Her neyi,hiç düşünmeden bile,kattıysan içine,ister acımasızca ister binlerce damla gözyaşı döktürterek,gene de seviyorum seni.Senin zalimliğini,böylece sindirdiğin çekiciliğini,tüm geride bıraktığın masumluklarını…İçimde,hatta çok içimde bir yerlerdesin…Biraz olsun yüzeye çıkamaz mısın ve hatta biraz olsun taşamaz mısın? Biraz da bana zulmedemez misin? Gerçek ‘ben’ e…

Çok sıkıldım,ama öylesine zevkli ki…Şu zamanda sıkılmak..Neyden sıkıldığını,en azından bilmek,doğal kalmak… Sık-ılmak… Böyle genişlerlen etraf,yaşananlar,ahlak,yaşanmışlıklar,ağızdan çıkan küfürler,yapaylaşmış ve yavşaklaşmış sevgiler…Sevgi mi? Ne sevgisi? İşte ben,bi çamaşır ipinde,çekilmiş bir şekilde,hala kurumaya çalışıyorum.Birileri ıslatmış,boğmaya da çalışmış ama hazırmış can yeleklerim,hem de üst üste birkaç tane,birisi de işte tam dibimde.(Canım Şirine’m:))

voksne mennesker

schizophrenia13 | 07 January 2009 12:40

voksne mennesker
voksne mennesker

tek işi duvarlara stencil icra etmek olan daniel‘in hayata dair tek umursadığı şey hiç birşeyi umursamadığıdır, en az kendisi kadar hayalperest bir uyku kliniği gözetmeni ve hakem adayı morfar bu konuda kendisine film boyunca yardım eder. ikilinin hayatına ise tesadüfen pastanede tanışılan franc, en az onlar kadar umursamaz olmasıyla kısa bir süreliğine de olsa renk katar.

voksne mennesker
voksne mennesker

bu kadar umursamaz bir biçimde bahsettiğim film bir dagur kári eseri, 2005 yılında cannes film festivalinde gösterilen voksne mennesker insanlardan birşeyler beklenilmesinden çok o insanların aslında beklentiye gerçekten sahip olup olmadıklarını ya da ne zaman bekleyeceklerini deşeliyor.
slowblow imzalı müziklerine ise kulak kabartmakta fayda var.

Ölüm

nanotoni | 17 October 2008 10:42

Ben sana ‘sakın ölme’ demedim, sen de bana ‘aman öl’ demedin. İki canlının tam aynı anda ölmesi mümkün olmadığına göre birimiz daha erken ölecektik. İlk önce ölen kazanır mı dedi birisi? ‘Ölümün de iyi tarafları var be adamım!’ deyiversen çıkıpta. Ölüm riskinden kurtulmanın tek yolunu buldun işte. Yaşayan kimsenin bilmediği hissetmediği göremediği bir şeye vakıf olabilmek için canını verebileceğinden hepimiz emindik. Kendini otherside a transfer ettin ve bedenin ortama bir bütün halde cevap verebilme yeteneğini yitirdiği için otherside dan bu tarafa geçiş yapamıyorsun değilmi. Her iki taraftada kendini varedebildiğini iddia edenlere cevap mı oldun.

oğuz atay tutunamayanlar adına…

kahramancayirli | 07 February 2008 22:07

oğuz atay
oğuz atay

kim bilir kaç kez aldım elime. sonra bıraktım. devam etmeye çalıştım gene. sonra kaldı. atladım kimi yerlerini. yine denedim. gene. yok. olmadı. oğuz atayın tutunamayanlarını okuma serüvenim böyle sürdü epey. kendimi nadasa bıraktım sonra. başka isimler başka kitaplarla yola devam ettim. sonra ustanın günlüğünü okudum. nefis bir okumalık. şimdi de bir bilim adamının romanı ile nefes alıyorum. müthiş. çok keyifli. diğer kitaplarını da okuyacağım. nihayet tutunamayanlar gene. sonunda. hep.

KİRALIK RUHLARIN 90 DERECE DÜNYASI

sonsingle | 08 August 2007 09:54

uzun zamandır bu kahpe ama kahpe olduğu kadar da gururlu şehrin içinde ruhumda yaşayan yüzlerce kadınla mücadele edrek dolaşıyorum ..
insanların sırf elim yüzüm düzgün ya da geçerli bi mesleğim var falan diye bana paye yüklemelerinden ,beyin arıyorum diyen beyinsizlerden ve aşk diye inleyen ahmaklardan örülü o sokaklarda dolaşırken boş bi dükkan buldum …veeee elimdeki okla hala ruh sahibi olanları avlamaya ve dükkanıma almaya başladım…Şimdi artık adı dükkan olan bi yerim var…İçinde de ruhlarını kiralayan gerçek insanlar…
Beklerim…
anlayanlar anlatacak bi şeyleri olanları
Tutunanlar da tutunamayanları da….

TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ

ikonoklast | 13 June 2007 09:47

Oğuz Atay
Oğuz Atay

Oğuz Atay‘ın ünlü romanı Tutunamayanlar’ı bilenler bilir. O romandan esinlenerek yazmaya başladığım “Tutunamayanlar Ansiklopedisi” ise henüz bilinmiyor. Bu ansiklopediden bir kaç bukleyi aşağıda bulacaksınız ve zaman içinde, bu ansiklopediye konu olan yeni yeni tutunamayanları keşfedeceksiniz.

TUTUNAMAYANLAR ANSİKLOPEDİSİ
Tutunamayanlar Kimdir?
Tutunamayanlar için bir çok tanım önerilebilir. Hemen arkasından da bütün tanımlar ve tanımlama çabaları gibi beyhude olduğu anlaşılacaktır bu önerilenlerin. Bildiğim kadarıyla bu konuda en iyi yorum Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında yapılmıştır. “Disconnectus Erectus” başlığı altında, bir çeşit hayvan türü gibi tanımlamıştır tutunamayanları yazar. Bu tanımla belki aslında her konuda kısa ve net tanımlar arayanlarla alay etmek istemiştir:
“Beceriksiz ve korkak bir hayvandır. İnsan boyunda olanları bile vardır.Yalnız pençeleri ve özellikle tırnakları çok zayıftır. Dik arazide, yokuş yukarı hiç tutunamaz. Yokuş aşağı, kayarak iner. (Bu arada sık sık düşer.) Tüyleri yok denecek kadar azdır. Gözleri çok büyük olmakla birlikte, görme duygusu zayıftır. Bu nedenle tehlikeyi uzaktan göremez. Erkekleri, yalnız bırakıldığı zaman acıklı sesler çıkarırlar. Dişilerini de ayni sesle çağırırlar. Genellikle başka hayvanların yuvalarında (onlar dayanabildikleri sürece) barınırlar.Ya da terk edilmiş yuvalarda yaşarlar. Belirli bir aile düzenleri yoktur. Doğumdan sonra ana, baba ve yavruları ayrı yerlere giderler.Toplu olarak yasamayı da bilmezler ve dış tehlikelere karşı birleştikleri görülmemiştir. Belirli beslenme düzenleri de yoktur. Başka hayvanlarla birlikte yaşarken onların getirdikleri yiyeceklerle geçinirler. Kendi başlarına kaldıkları zaman genellikle yemek yemeyi unuturlar. Bütün huyları taklit esasına dayandığı için, başka hayvanların yemek yediğini görmezlerse, acıktıklarını anlamazlar.(Bu sırada çok zayıf düştükleri için avlanmaları tavsiye edilmez.) İçgüdüleri tam gelişmemiştir. Kendilerini korumayı bilmezler. Fakat – gene taklitçilikleri nedeniyle- başka hayvanların dövüşmesine özenerek kavgaya girdikleri olur. Şimdiye kadar hiçbir tutunamayanın bir kavgada başka bir hayvani yendiği görülmemiştir. Bununla birlikte hafızaları da zayıf olduğu için, sık sık kavga ettikleri, bazı tabiat bilginlerince gözlenmiştir. (Ayni bilginler, kavgacı tutunamayanların sayısının gittikçe azaldığını söylemektedirler.) Din kitapları, bu hayvanları yemeyi yasaklamışsa da, gizli olarak avlanmakta ve etleri kaçak olarak satılmaktadır. Tutunamayanları avlamak çok kolaydır. Anlayışlı bakışlarla süzerseniz, hemen yaklaşırlar size. Ondan sonra tutup öldürmek işten bile değildir. İnsanlara zararlı bazı mikroplar taşıdıkları tespit edildiğinden, Belediye Sağlık Müdürlüğü de tutunamayan kesimini yasak etmiştir. Yemekten sonra insanlarda görülen durgunluk, hafif sıkıntı, sebebi bilinmeyen vicdan azabı ve hiç yoktan kendini suçlama gibi duygulara sebep oldukları, hekimlerce ileri sürülmektedir. Fakat ayni hekimler, tutunamayanların bu mikropları, kasaplık hayvanlara da bulaştırdıklarını ve bu sıkıntıdan kurtulmanın ancak et yemekten vazgeçmekle sağlanabileceğini söylemektedirler. Hayvan terbiyecileri de tutunamayanlarla uzun süre uğraşmış ve bunları sirklerde çalıştırmak istemişlerdir. Fakat bu hayvanların, beceriksizlikleri nedeniyle hiçbir hüner öğrenemediklerini görünce vazgeçmişlerdir. Ayrıca birkaç sirkte halkın karsısına çıkartılan tutunamayanlar, onları güldürmek yerine mahzun etmişlerdir. (Halk gişelere saldırarak parasını geri istemiştir.) Filden sonra, din duygusu en kuvvetli olan hayvan olarak bilinir.Öldükten sonra cennete gideceği bazı yazarlarca ileri sürülmektedir. (…)”
Yazarın kendisinin de, aynı romanındaki karakterler gibi bir tutunamayan olduğu konusunda iddialar vardır. Bu iddiaları araştırdığımızda roman hakkında ironik bir gerçek gözümüze çarpar: Bazı otoriteler, romanın yayınlandığı 1972 tarihine kadar Dünya Edebiyatında tutunamayanlar temasını işleyen pek çok roman yazılmış olduğunu, bu yüzden de romanın temasının yeni ve orijinal olmadığını ve Atay’ın bu temayı işleyen bir roman yazmakta geç kaldığını ifade ediyorlar. Atay bu bakımdan, romanında yer verdiği, her şeye, hatta yaşamaya bile geç kalan karakterlere benzemektedir, diyorlar. Bu fikir hakkında ne söylenebilir? Tutunamayanların kahramanı Selim, bu fikri duysaydı, bayılırdı ve yazdığı “Tutunmayanlar Ansiklopedisi”ne Atay için bir madde eklerdi:
OĞUZ ATAY:
Yazar, Türk Tutunamayanı. 1934’te İnebolu’da doğdu. Ankara Maarif Kolejini ve İTÜ İnşaat Fakültesini bitirdi. (…) 1970’de TRT’nin açtığı yarışmada Roman Ödülünü kazandı. Ancak, her on yılda bir dünya yazarları arasında düzenlenen bayrak yarışını, daha önceden hiç bilinmeyen yepyeni bir tema bulamamış olduğu için kaybetti, diskalifiye oldu, madara oldu. Yarışta ülkesini iyi temsil edememiş olduğu için vatan hainliğiyle suçlandı. Yargılandı ve suçlu bulundu. Milli Edebiyat Dünyasında gözardı edilmek ve unutulmak üzere hüküm giydi. Mahkemenin tarafsız olmadığına ve suçlanıp mahkum edilmesinin asıl sebebinin resmi olarak ilan edilenden başka olduğuna dair söylentiler vardır: Buna göre, Atay, bir keresinde ülkesindeki yazarların çoğunun kendileriyle hesaplaşmak gibi bir dertleri olmadığı için yazdıkları romanların da gerçek roman olmadığını, edebiyat hayatımızın da bir düzmeceden ibaret olduğunu iddia etme cür’etini göstermiştir. Bu yüzden de şimşekleri üzerine çekmiştir.
Bir başka söylentiye göre, bu bayrak yarışı, yargılanma ve mahkumiyet hikayesi asılsızdır. İşin aslı, yazarın gerçekten bir tutunamayan olduğu, çünkü yaşadığı dönemde ülkesindeki edebiyat çevrelerince ya apolitik, ya da politik olarak yanlış tarafta bulunduğudur. Bu yüzden de eserleri geçerli edebiyat anlayışına sahip olanlarca görmezden gelinmiş ve unutulmaya terkedilmiştir.
Gerçek her ne idiyse, aradan pek çok yıl geçtikten sonra Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanı yeniden basılmış ve çok satan kitaplar arasına girmiştir. Böylece sonunda yazarın iade-i itibarı mümkün olmuştur. Ölümünden 28 yıl sonra Oğuz Atay üzerine araştırmacı Yıldız Ecevit “Ben Buradayım…Oğuz Atay’ın Biyografik ve Kurmaca Dünyası” başlıklı biyografi yazmıştır.
MARY EDMONIA (WILDFIRE) LEWIS
Amerikalı heykeltraş. Hayatı hakkında çok az şey biliniyor. 1845’te doğduğu sanılıyor. Doğum yeri konusunda da iddialar çeşitli: Newark, New Jersey ya da Ohio belki de, büyük ihtimalle New York. Babası hizmetkarlık yaparak geçimini sağlayan, azad etilmiş bir siyah köle, annesi Amerikan yerlilerindendi (Chippewa Kabilesinden). Babası öldükten sonra annesinin kabilesiyle birlikte büyüdü. Yerliler arasında adı Wildfire’dı.
Irkçılığın ve cinsiyet ayrımcılığının doruğunda bir yerde ve zaman diliminde yaşadı; beyaz ırktan değildi, kadındı ve eşcinseldi (aslında bunların biri bile bir tutunamayan olmak için uygun koşulları sağlayabilirdi).
Köleliğin kaldırılması için mücadele eden Abolititonistlerin yardımıyla, kadınları ve “renklileri” kabul eden Oberlin College’de bir süre eğitim gördü. Bu süre içinde California’da maden işleten erkek kardeşinden maddi yardım aldı. Ancak okulda iki beyaz sınıf arkadaşını afrodizyakla zehirlediğine dair bir suçlamaya maruz kaldı ve ırkçı Vigilante örgütü taraftarlarınca linç edilmek istendi. Hakkında açılan davada John Mercer Langston tarafından savunuldu ve delil yetersizliğinden beraat etti. Oberlin’i terkedip, görece liberal olan Boston’a gitti. Oberlin’deyken keşfettiği çizim yeteneğini değerlendirmeye karar verdi ve Abolitionistlerin lideri aracılığıyla 1863’te tanıştığı neoklasik heykeltraş Edward Brackett’le çalışmaya başladı. İlk heykelleri Amerikan İç Savaşının kahramanlarını ve köleliğin kaldırılması için mücadele edenleri konu almaktadır. Siyah bir kadınla adamı tasvir eden, “Sonsuza Kadar Özgür” adlı bir heykeli çok ünlü oldu ve Washington’da Howard Universitesi Sanat Galerisi’nde sergilendi.
İç Savaştan sonra, İç Savaş kahramanı Robert Gould Shaw’ın büstünü yaptı ve büstün alçıdan kopyalarını satarak kazandığı parayla 1865’te İtalya’ya gitti. Orada sanatını icra etmek için teşvik edici bir ortam buldu ve çalışmalarını iyi fiyatlarla sattı. Roma’da yaşayan Nathaniel Hawthorne, Henry Wadsworth Longfellow and Harriet Beecher Stowe gibi yazarlarla yakın ilişkler kurdu. Ayrıca Harriet Hosmer ve Charlotte Cushman Amerikalı sanatçılardan oluşan bir lezbiyen çevreye üyeydi. Yazar Henry James, bu çevreyi “Amerikalı bayan sanatçılardan oluşan garip bir kızkardeşler örgütü” olarak tanımlar. “Bu örgütün bir üyesi de, derisinin rengi sanatını icra ederken kullandığı mermerle tam bir zıtlık arzeden bir zenci kadındı,” diye devam eder James ve Lewis’in siyah olmasının onun ünlü olamasını sağladığını iddia eder. Bu iddiasında bir bakıma haklıdır: sanatçıların ünlü ya da sanat tarihçileri ve eleştirmenler için ilgi çekici olmasında belirleyici olan, genellikle yeteneklerinden bağımsız, tamamen farklı ölçütlerdir. Lewis, Amerika’da kölelik karşıtı hareketin desteğiyle belirli bir ün kazanmıştı. “Derisinin rengi ile değil yetenekleriyle değerlendirilmek istediğini” söylerken ırkçı önyargılarla gözardı edilmek kadar, ırkçılık karşıtlarının politik başarısının bir sembolünden ibaret olmayı da istemediğini belirtiyordu. Yeteneklerini dolaysız ortaya koymak için tasarladığı heykelleri, diğer heykeltraşlar gibi taşyontucu zanaatkarlara yaptırmıyor, baştan sona kendisi yontuyordu. Böylece genellikle kadın heykeltraşlara yöneltilen “aslında yeteneksiz oldukları halde heykellerini marifetli taş yontucularına yaptırdıkları” iddiasından kurtulmayı umuyordu. Bir kadının tek başına mermer yontması İtalya!ya gelen turistlerin bile ilgisini çekiyordu ve herkes akın akın mermeri yontan Wildfire’ı görmeye geliyodu.
1876’da Philedelphia 100. Yıl Sergisinde ve Chicago’da Kleopatra’nın Ölümü adlı 2 tonluk bir heykeli sergilendi. Ancak Lewis heykeli İtalya’ya geri götürmek için para bulamayınca Chicago’da bir depoya bırakmak zorunda kaldı. Heykel bir süre sonra bir meyhaneye satıldı. Blind John Condon adlı kumarbaz heykeli alıp çok sevdiği Kleopatra adlı yarış atının mezar taşı olarak kullandı. Son olarak bir hurdalığa kaldırılan ve uzun süre vandalizmin hedefi olan heykeli ancak 1980’lerin sonuna doğru Harold Adams adlı bir itfaiyeci buldu. Adams’ın “İş makinalarının arasında yardım çığlıkları atarak kurtarılmayı bekleyen beyaz bir hayalete benziyordu” diye tanımladığı heykeli Smithsonian Institute’a bağlı Amerikan Milli Sanat Müzesi aldı ve restore ettirdi. (Bu heykelin öyküsü “san’atın ölümsüzlüğünden” söz edenlere ithaf olunur.)
Edmonia Lewis’in daha sonraki hayatı hakkında bilgi yoktur. 1911’de Roma’da yaşadığına ilişkin bildirimler olmasına rağmen ne zaman ve nerede öldüğünü kimse bilmemektedir. Heykellerinden çok azı günümüze kadar korunabilmiştir. BÜYÜK HEYKELTRAŞLAR arasında adına yer verilmemiştir. Kadınların, siyahların, Amerika yerlilerinin, ezcümle “başka”ların tarihiyle uğraşan bir kaç yayında sözü geçer.

TO BE CONTINUED…

“Tutunamayan” akademisyenlerin hal-i pür melali

kahramancayirli | 16 March 2007 18:03

Bugün 8 Eylül. Yani Temel Okur Yazarlık Günü. Çocuk Vakfı Çocuk Edebiyatı Okulu’nun bugün sebebiyle hazırladığı Türkiye’nin Okuma Alışkanlığı Karnesi’ne bakınca durumumuzun neden içler acısı olduğunu, AB kapılarında daha uzun süreler bekletileceğimizi anlamak güç değil. Çalışmanın tüm bulguları, üzerlerinde tek tek düşünmeyi gerektiriyor ama ben bu yazımda hepsine değinemeyeceğim maalesef.
Gazi Üniversitesi’ndeki 1915 öğretim üyesiyle yapılan araştırmaya göre öğretim üyelerinin yüzde 21.9’u sadece akademik yayın okuyor. Yüzde 56.2’si ayda bir-iki kitap okuyor (Radikal, 7 Eylül 2006). Şaşırmadım. Ayrıca aynı vahim tablo bütün üniversitelerimiz için geçerli. Özellikle büyük şehirlerde aldıkları maaşlarla zor geçinebiliyor örneğin araştırma görevlileri, okudukları son kitabı veya takip ettikleri akademik yayınları sorduğumda durup epey düşünmeleri bu yüzden. Fakültelerde küçücük odaların her birinde üçer-dörder araştırma görevlisi sıkıştırılmış vaziyette. Fiziki imkanların yokluğundan son derece rahatsızlar ve hallerinden memnun değiller. Hatta oda yokluğundan büyükçe bir odanın kapısında dört-beş profesörün ismini görmek mümkün. Oysa vakıf üniversiteleri bu açıdan cennet gibi, devlet üniversitelerimize kıyasla.
Akademisyenlerimizin (bir kısmının diyelim hepsi değil) okumamaları ve kendilerini geliştirmemeleri sadece fiziki olanakların yetersizliğinden kaynaklanıyor olamaz. Uzmanlık alanıyla ilgili her yayını takip etmeye çalışan, sürekli okuyan, bilgi saçan, aydın akademisyenlerimiz de var. Hangi kitaplara, hangi dergilere gelirimizin ne kadarını ayırıyoruz? Zira ilk paragrafta bahsettiğim çalışmaya göre ihtiyaç maddeleri sıralamasında kitap 235. (evet iki yüz otuz beşinci) sıradaysa diyecek söz kalıyor mu?
Elbette kalıyor. Okuyup, kendini geliştirmeyen akademisyenler öğrencilerine ne öğretebilirler ki? Teorik bilgi mi? O zaten kitaplarda da var diyeceğim ama malum kitap da okumuyoruz.
Üniversite: Kutsal bir yer
Akılcı düşünen, sorgulayan, okuyan, toplumu iyi yönde etkilemeye gayret eden cesur gençlere her zaman olduğundan daha çok ihtiyacımız var. Bu gençlerin artması için sorgusuz sualsiz ezberlenmiş bilgiye yönelten eğitim sistemimizden derhal kurtulmamız gerek. Ve eğer biz ağzımızı açmazsak, meydan cahillere kalır.
Yepyeni bir eğitim-öğretim yılının eşiğindeyiz. Hiçbir şey değişmiyor. Üniversite hocaları bile ellerindeki silahların finaller, sınavlar, derslerden kalmamız olduğunu sanıyorlar. O kadar yanılıyorlar ki. “X Hoca’nın sınavından kaç almıştın sen bakayım” diye sormayacak hiç kimse bize, not için ezberlediklerimiz değil sorarak, düşünerek, mantıksal bağlantılar kurup yorumlayarak öğrendiklerimiz kalacak yıllar sonra yanımızda.
Mevcut üniversitelerden mezun olanlar zaten işsizken on beş yeni üniversite açanların “Tutunamayanlar”dan haberi var mıdır acaba? Oğuz Atay’ın mizahi cümleleri son söz olsun şimdilik: “Olamaz. Orası üniversite. Kutsal bir yer. Oradaki hocalar bizim lisedeki gibi mıymıntı değildir. Orada herşey başkadır. Profesörler, ders sırasında öyle sözler bulup söylerler ki insan altüst olur. Ne diyeceğini, nasıl düşüneceğini bilemez. İnsanın o güne kadar aklına gelmeyen öyle bir noktaya parmak basarlar ki önünüzde ufuklar açılır; o zamana kadar bunu bilmeden yaşamış olduğunuzdan utanırsınız.” ( Tutunamayanlar, Oğuz Atay, sayfa 362-363, İletişim Yayınları, İstanbul)

Rakı şişesinde balık olamamak

benibeklemekaptan | 14 September 2006 02:52

İçiyoruz… kendimizi kaybetmek için. Belki de kendimizi bulmaya çalışıyoruz. Ama olmuyor hiçbiri. Ne kaybedebiliyoruz kendimizi ne de bulabiliyoruz. Aşk zamansız gelipi zamansız gidiyoruz hayatımızdan, ve biz sarhoş olduğumuzdan ayırdına varamıyoruz bunun. Bir bakıyoruz gelmiş, hatta bir bakıyoruz gitmiş. Keşke bakmasak o zaman gelmez belki. Gelse de gittiğini görmeyiz en azından.
Asıl sorun şu aslında… Turgut Özben mi olacağım Selim Işık mı? Buraya birşeyler yazmam bile Turgut olacağımı gösteriyor. Halbuki ben hep Selim olurum diye ümit etmiştim. En azından öyle göstermiştim kendimi insanlara. Ama maşam sıkmıyor işte.
Yazabileceğimi düşünsem Yusuf Atılgan gibi davranıp kaybedeceğim kendimi dünyanın derinliklerinde. Elimden gelen bir şey de yok ki. Ne öykü, ne deneme, ne de şiir yazabiliyorum… okuyabiliyorum sadece. Bu ise bir yetenek değil. Balık yakalayamıyorum ama yiyebiliyorum yanında rakı ile birlikte. Rakı şişesindeki balık bile olamıyorum.