bildirgec.org

tutsaklık hakkında tüm yazılar

Tutsaklık…

lemii | 16 June 2011 09:52

Bu güne kadar hep şuna inanmışımdır. “İnsan kendi kendini tutsak edemez.” ‘Hiçkimseye ve hiçbir şeye kendi isteğiyle tutsak olamaz’ derdim hep. Düşüncelerim bu yöndeyken gördüklerim beni öylesine şaşırttı ki. Bir insan, nasıl olur da “aşk” adı altında kendi hayatından bu kadar vazgeçebilir ? Geçiyor işte. İlişkisi uğruna ailesinden,arkadaşlarından,okulda çıkacağı öğle yemeğine kadar her şeyden vazgeçebiliyormuş. Hatta o yemekte yiyeceği,içeceğine bile kararı kendisi veremiyor.

Yüreğimi yakıp gidiyorsun!

| 22 July 2010 09:54

Umurumda değil tarih,
Bir anda silinmiş, bir ruh kalmış ortada.
Bir ruh ki, nerede doğduğu belli olmayan.

Umurumda değil kaldırımda yalnız yürümek.
Yürümek benim olmayan bir eve doğru,
bir kışlaya hastaneye gider gibi yürümek…

Umurumda değil hangi suratların ortasında
tutsak bir aslan gibi dikilip kaldığım.
sevilmişim, sevmişim, sevmişler, umurumda değil…

Av köpeklerinin en kurnazı gelip arasa,
bulamaz bana ait izleri, bana ait ne varsa.
kütük haline getirilmiş bir ağaçtan başka…

Şimdi kendimi savurup gideceğim,
umurumda değilsin, desem de,
“bil ki, kötü bir yazarın, yüreğini yakıp gidiyorsun!”

YARIM ASIRLIK ÖMÜR

akoni | 02 October 2007 09:51

Geçtiğimiz aylarda 50. yaş günümü kutladım. Yarım asır. Dile kolay. Çocukluğumu hatırladım, elli yaşına gelmiş insanları düşündüm… Çocukken onlar çok büyük, yaşlı gelirlerdi gözüme. Yıllar ilerleyipte o yaşlara gelince ruhun genç kaldığını ama aslında bedenin yaşlandığını farkettim. Çocukluğumdaki 50 yaş kavramı değişmişti. Ben kendimi genç hissetmekteydim. Çok sular geçmişti köprünün altından. Geçirdiğim her yıl beni büyüttü, geliştirdi, değiştirdi.
Değişen her şey yaşamıma özgürlüğü getirdi. Tarifi kolay, anlamı derin.. Meğer hayat nasılda başkaymış özgür olunca.. Ama ne gariptir ki bazen o yüklerin tekrar gelip omuzlarıma oturduğunu farkediyordum. Her seferinde özgürlüğüm güçleniyor ve içimi her seferinde tarifi mümkün olmayan güzel bir duygu sarıyordu.
Kimi zaman kendimi ifade edebilmenin özgürlüğü , kimi zaman hayır diyebilmenin özgürlüğü, kimi zaman sevmenin, kimi zaman bağımsız olabilmenin özgürlüğü , kimi zamanda var olmanın özgürlüğü yaşamımı zenginleştiriyor.
Bazen tutsaklığımı farkediyorum. Yaşam deneyimlerim beni kendime tutsak ediyor.
Yaşamı paylaştığımız herkesle öylesine sıkı bir ilişki içerisindeyiz ki. Yaşamı paylaşırken bu kalıplarımızı çevremizdekilere yansıtıyoruz. Özgürleşmek adına bazen tutsaklığı kabulleniyoruz Bazen de tutsak ediyoruz etrafımızdakileri.. Ancak yaşama tanık olabildiğimizde bununda farkına varabiliyoruz.
Peki tek başına özgürlük ne ifade ediyor ? Ben tek başıma özgür olmuşum ne fayda.. Sen, o, diğerleri özgür değilse, içimdeki coşkunun ne anlamı varki ? Biz olabilmenin yolu hepimizin özgürlüğünden geçiyor. Birimizin özgürlüğü diğerimizin tutsaklığına neden olabiliyorsa o özgürlüğün ne anlamı var.. Çünkü hepimiz biriz ve aslında hepimiz birbirimizin içinde birbirimize hizmet etmekteyiz. Bu duruma tanık olunca. Her özgürlüğün içinde tutsaklık, her tutsaklığın içinde de özgürlük vardır. Tutsaklık özgürlüğe giden yoldur aslında.

PUFF OLMAK

| 19 August 2007 12:26

Dün akşam sevgilime dert yanıyordum…
“Ev o kadar kalabalıktı ki dün gece! Ve aksi gibi ben de bir o kadar yalnız kalmaya ihtiyaç duyuyordum! İşkence gibiydi hayatım ya! Puff olasım vardı yine!”
Durdu…Suratıma baktı:
“Allahaşkına bir anlatsana bana, nasıl oluyor şu “puff olmak”? Yani puff olmaktan ne kastediyorsun? Bir yerlere gidip dönmemek mi demek bu? Ya da bir süreliğine kaybolup sonra geri gelmek mi? Nasıl bir şey bu?”
Nasıl anlatabilirdim ki ben şimdi bunu? Puff olmak işte…Daha ne diyeyim? Yok ama, anlatmamı bekleyen bir ifade vardı adamın suratında. Mecburen kelimelere dökmeye çalıştım:
“Hani bazı zamanlar bulunduğun yerde olmak istemezsin ya…Ama çok şiddetli bir duygudur hani…Kalbin sıkışır, daralırsın. Konuşulanları dinleyememeye başlarsın…Etrafındaki herkes yabancılaşır. Bir anda orada ve hatta hiçbir yerde olmak istemediğini fark edersin…İşte öyle zamanlarda aynı çizgi filmlerdeki gibi “puff” diye yok olmak ve arkanda sadece bir toz bulutu bırakmak istersin ya…Öyle bir şey işte.”
“Peki geri gelmek istiyor musun sonrasında?”
“Evet…Bir süre sonra, ama ben istediğimde, geri gelebilmeliyim elbette. Bir tür kaçış olmalı anlayacağın “puff” durumu.”
“Anlıyorum sanırım…”
Gerçekten anlıyor muydu, daha doğrusu ben gerçekten anlatabilmiş miydim bilmiyorum…Ancak eve geldiğimde bunun kafama takıldığını fark ettim. Bazen ne kadar tutsak olduğumuzu anladığımız zamanlarda neden firar edemediğimizi sorgulamaya başlamıştım ister istemez….
Doğarken tutsaklığımızla beraber doğuyoruz. Annemizin sütünden beslenmeye tutsak, birilerinin bizi temizlemesine, giydirmesine ve barındırmasına tutsak…Sonra büyüyoruz ve okula başladığımız gün itibariyle tutsaklığımızı ikiye katlıyoruz. “Büyüklerimizin” uygun gördüğü şeyleri öğrenmek zorundayız çünkü artık. Sınavlara, değerlendirilmeye, eğitilmeye, istenilen şekle sokulabilmek için birileri tarafından davranışlarımızın belirlenmesine tutsak…
Arzu edilen kıvama geldiysek ve zorunlu aşamalardan başarıyla geçtiysek iş hayatına atılıyoruz bu sefer…Tutsaklık katlandıkça katlanmakta…Mesainin başlama ve bitiş saatlerine, patronun taleplerine, alınan maaşa, o maaşla bir şeyleri yetiştirmeye çabalamaya, kariyer telaşına tutsağız artık.
Sosyal hayatımız var bir diğer yanda. Arkadaşlarımız ve sevgilimizle öngörülen şekilde bir şeyler paylaşmaya tutsaklık.
“Çok ayıp, insan arkadaşına bunu yapar mı hiç?”
“Kırk kere aradım Mualla’yı, o beni bir kere bile aramadı! Aramam artık terbiyesizi! Hıh!”
“Sevgilim bana sevgililer gününde çiçek almadı. Terk ediyorum öküzü!”
“Bir hediye alıp Necla’lara gitmek gerek. Yeni ev aldılar. Ayıp olur gitmezsek…”
Tutsaklık olduğunu çoğu zaman fark edemeden kurulan bunlar gibi bir sürü cümle eşliğinde yaşamaya devam ediyoruz…
İşte ben nadir de olsa bunu fark etttiğim anlarda kısa bir kalp sıkışması geçiriyor ve “puff olmak” istiyorum…Ruhumu ve bedenimi salmak boşluğa…
Bu farkındalığı her daim yaşamıyor olmamız büyük şans. Yoksa hayat zulüm olurdu…

Hız

buddhala | 05 November 2006 00:18

Sahnedeki çocuğa takıldı gözüm. Kendinden geçmiş bir halde. Eminim bedeninin çizgilerinde bir dalgalanma, tüylerinde bir ürperme, vücudunda gittikçe keskinleşen ahenk ve kasılma. Elindeki gitara sınırları belli bir sürede kendi yeteneğine göre sayısı belli olmayacak şekilde nota basmak. Gittikçe hızlı nota basmak. Gittikçe hızlı solo atmak. Daha çabuk tepeğe çıkıp daha fazla basamaklara basarak aşağı inmek…
Büyük şehvetle birbirine sarılan bedenler geldi sonra aklıma. Daha fazla birbiriyle temas etmeye çalışıyorlar. Daha fazla uyarılıyorlar. Daha hızlı hareket etmeye çalışıyorlar. Daha fazla ürperiyorlar. Daha hızlı nefes alıp veriyorlar. Birden tüm duyular aşırı yükleme sonucu kilitlenen şebekeler gibi kasılı kalıyorlar. Eşik değerinden geçen beden parçanıyor sanki. Vücudun sınırlarında bir dalgalanma ve yeni bir tek bedende vücut bulan iki ruh…
Çok hızlı dönen araba tekerleri nasıl hiç dönmüyormuş gibi gözükür, o kıvama hayatın değişik kulvarlarında ulaşan beden inanılmazı başarıyor ve ruha temas ediyor. Geçici kaynaşma tüm özgü hataları nötralize ediyor ve anlık kusursuzlaşma bedeni topraklıyor sanki. Biz insanlar kendimize tanınan sınırları belli sürede daha fazla iş yapmak için nasıl uğraşıyorsak, bu üstten bakıldığında; sınırları belli bir çizgiyi sayısız küçük parçalara, noktalara ayırabilmek demek aslında. Daha hızlı soru çözmek, daha hızlı pedal çevirmek, daha hızlı araba sürmek, daha hızlı sevişmek, daha hızlı çalmak, daha hızlı…..
Hayatın önüne geçmek, zamanın önüne geçmek için mi bütün bu uğraş. Hız yeterli bir kavram mı bunun için. Fizikçiler hep tartışır, ışık hızına ulaşan beden, ruh ile soyut maddeler kapısından mı geçer? Işık hızına uaşan beden esirdeki tutsaklıktan kurtulabilir mi? Somutlukla soyutluk arasındaki kapının eşik değeri belli bir formülle ifade edilip, edilse bile aşılabilir mi?

Gidebilirdim Ama Sen Varsın

zabun | 03 November 2006 21:22

Yukarıdaki Gürbüz Doğan Ekşioğlu karikatürü, uluslararası bir karikatür yarışmasında mansiyon almış. Alttaki resim ise tahminen orjinalinden esinlenen bir çocuğun çizdiği versiyonu. 9 yaşındaki Ege Topçu’nun çizdiği resmin ne manaya geldiğini “Kuşlardan biri özgür görünüyor, öteki de tutsak. Ama aslında ikisi de tutsak. Çünkü özgür olan uçarsa arkadaşı düşüp boğulacak!” sözleriyle açıklaması ise; çocuklarında büyükler kadar, olanlara vakıf olabileceklerini anlatır gibi. Her özgürlüğün içinde bir tutsaklık var mıdır? Artık o kendimizi bile bile tutsak yapacak vefa, sevgi, bağlılık gibi vicdanla beslenen hasletlerimizden kalmış mıdır? Sorumluluğumuz, idaremiz altında olan insanlarla, bizden sevgi bekleyen; eşimiz, çocuğumuz, sevdiğimizle sadece hem hal olabilecek kadar bile aldırışımız kalmış mıdır?