bildirgec.org

tanık hakkında tüm yazılar

HADİ DURMA VUR!

| 13 September 2010 09:35

Kapıldı isen bir rüzgarın gürültüsüne, hadi durma;
Tepeden tırnağa delik deşik et kevgire döndür bedenimi…
Batır üzerimdeki güneşi.
Bir daha doğmamak üzere batır.
Kurtulacaksan acılardan
kurtul kurtulabildiğin kadar..
kızıl esmere boyanmış çehrenle,
Maviye övgüler yağdıran kaleminle
Bildiğim, bilmediğim yüzünle,
Lal ve gül renginle düş peşime vur..
Vur vurabildiğin kadar..

İçinde yuva kurmuş nefretinle vur
İki dünyaya ayrılan hayat adına
İki parçaya ayrılan dünya adına
Soluğun kesilinceye kadar vur…
Yagdır lanetlerini Dante gibi Ovidius gibi
Yağdır yağdırabildiğin kadar..
Ama sen sonkez, gel beni dinle;
Eğil de bak henüz görmediklerine.
Meleklerin şarkısıyla yerde secde et düşün…
O gün geldiğinde,
Güneş dürüldüğü yıldızlar söndüğü zaman
Şeytanın sözünün bittiği,
Dağlar yürüyüp hayale dönüştüğü zaman
O fırtına yığını içinde,
Koklaşan bülbüller sustuğu zaman
bil ki,
Versen bile canını alan bulunmaz…

GÜVAH

sevde837 | 19 December 2009 12:00

Sessiz yaşanır yaşanılanlarsa
Yanılsamalardan arta kalan yansımalardır.
Sedasız söylenir dile gelenler,
Su yüzüne çıkarmaya kalkıştığında acıtır.
Örtbas et
Ve çoğu zaman sus pus olsun sorguya çektiklerin.
Arkanı dönüp gidebildiğinde
Asılı kalır yere serdiklerin
Ayak altına aldıkların yağmura hasret..
İzi çıkmış kirlenmişliğin varsayılanı seçmiş
Günah bir güvah!

BİR TANIK VE BİR SANIK;KALP VE AKIL

gayei hayal | 04 December 2007 16:16

BİR TANIK VE BİR SANIK; AKIL VE KALP
…yine tartışmışlardı ve yine aynı konu… Neydi bu kalbin bu akıldan çektiği; her fırsatta onu bütün işlerine duygusallık karıştırmakla suçluyor, senin yüzünden ben de çekiyorum diyor ve son hep aynı bitiyordu, akıl kapıyı çarpıp gidiyordu… Bu sefer de yüzüne çarpılan kapı sonrası kalp ağlıyordu. Sanki görevi ağlamakmış gibi ha bire ağlıyordu, akıl haklımıydı ki acaba, gerçekten kalp olur olmaz işlerde de ön plana mı koyuyordu duygularını… Biraz sakinleştikten sonra konuşmak için akıla gitmeğe karar verdi kalp. Tereddütlüydü oldukça, acaba derdini anlata bilecek miydi bu sefer. Ama çok da kararlıydı içinden gelenleri söylemeye. Bir de teşekkür borcu olduğunu düşünüyordu akıla. Giderken aynı zamanda söyleyeceklerini de düşünüyordu. Anlatacaklarını toparlaya bilmek için sanki yolu uzatmak istiyor gibi ağır – ağır atıyordu adımlarını. Ağlamaklıydı, dolmuştu yine gözleri yaşla ve kırpmamak için zor tutuyordu kendini. İkna edebilmek için güçlü görünmeliydi akıla. Bu son fırsatı olabilirdi, atışları bir fırsat daha vermeye bilirdi ona. Ve son kez kendini toparladıktan sonra kapıyı hafif – hafif tıklattı… Kapı çalar çalmaz, akıl hemen ‘gel’ diye seslendi. Sanki kalbi bekliyormuş gibi hazırdı ‘gel’ demeye. Eliyle işaret ederek kalbe oturacak bir yer gösterirken sanki yakınına oturmasını ister gibiydi, gösterdiği yer sol yanıydı. Çünkü alışmıştı onu hep sol tarafta görmeğe. Ve söze her zamanki gibi akıl başladı:
– Buyur, seni dinliyorum… Aslında anlatacaklarını biliyorum ya…
– Evet, anlatacaklarımı bilme konusunda haklı olabilirsin ama her seferinde ya benim hıçkırıklarımla ya da senin bağırmalarınla kesilen atışlarım yüzünden anlatamadım anlatmak istediğim her şeyi.
– Kararlısın yani bu sefer!
– Eh, sen de izin verirsen bir defalığına da olsun sözlerimi bitirmeden hıçkırıklara boğulmayacağıma dair söz verdim kendime.
– İyi, ben de söz veriyorum atışlarına engel olmayacağıma, bir defalığına da olsa…
– Başlarını biliyorsun zaten, hatta onu bana sen göstermiştin. Sen ilk görüşte ben de ilk hissedişte âşık olmuştuk ona. Uzun – uzun anlatmıştık birbirimize, bıkmadan, usanmadan. Aynı hikâyeyi defalarca, farklı cümlelerle süsleyip – süsleyip konuşurduk saatlerce, günlerce, aylarca ve derken yıllarca, ta ki sen pes edinceye kadar. Merak ederdik hep sen onun gözlerini ben de kalbini, acaba onlar da bizi fark ettiler mi diye. Sonra da sen beni ben de seni, karşılıklı teselli ederdik birbirimizi. Beraber mahcubane bir tavırla yazdığımız ama bir türlü veremediğimiz o küçücük mektubu saklarım hala.Kalp, bir eliyle gözyaşlarını silerken bir eliyle de cebindeki mektubu akıla uzattı ve sözlerine devam etti:
– Ara sıra açar okur, bu mektuptan sonra yaşananları düşünür ve o ilk günlerdeki safiyeti özlerim aniden. Ve kendimi deniz sahilinde dalgaları izlerken bulurum her seferinde. Dalgalara katarım içimdeki sıkıntıları her sahile çarpıp dönüşlerinde. Topraktan altını ayırır gibi ben de aşkın safiyetini yaşananlardan ayırmaya çalışırım.
– Bu kısmını iyi bilirim, maalesef bu kısımlarda ben de devreye girerim çünkü. Ne de olsa ben de bir görgü tanığı sayılırım.
– Evet, sen görgü tanığı bense gönül sanığı… Aşkın avukatlığını yaparken, sanık kürsüsünde buldum kendimi. Sanık olmanın sonrası değil de öncesi öldürüyor işte beni. Sonrası hapis, öncesi ayrılık. Suçumsa, sevmek…
– Ve bütün bunlara rağmen benim unut dememi kınıyorsun hala!
– Ama unutmak senin işin benim öyle bir yetim yok ki. Olmasını da istemezdim zaten. Unuta bilseydim eğer, her ay ilk buluşmamızın hatırına aynı saatte, aynı yere gidip, aynı masaya oturmak için ısrar eder ve sonunda ikna eder miydim seni?
– Yaa, bir de oralara götürdün ya beni boşu boşuna tam altı ay…
– Boşuna deme ne olur, kalbime dokunuyor… Zaten sonunda istediğin olmuş sen unutmuştun. Ben de sana ikna olmuş gibi gözüksem de aslında hiç unutmamıştım, unutamamıştım. Artık onun gözleri başkasını görüyor, kalbi de başkası için atıyordu ama, ama içimdeki susmayan bir ses hep, sanki, ‘bir gün’ diye haykırıyordu. Sana inanmadığım gibi onu kaybedişime de inanmamıştım veya inanmak istemiyor ve kendimi buna zorluyordum. Artık hayattan işaret bekliyordum hep. Ne yöne olursa olsun, bir işaret işte. Kuyruğunu yakalamaya çalışan kedi gibi olmuştum sanki unutmak için uğraşıyor ama bir taraftan unutmak da istemiyordum…

Akıl gecenin karanlığını bozan ay ışığında parlayan ıslak gözlerini kaçırmaya çalışıyordu kalpten. Kalpse sadece hıçkırıklara boğulmamaya söz verdiyi için ağlayışını saklamaya çalışmıyordu bile. Titreyen sesi buna izin vermezdi de zaten… Söze akıl devam etti:

İşyerinde Duygusal Taciz (Mobbing)

qtarantino | 30 January 2007 09:34

Radikal’deki haberi okuduğumda hepimizin farklı şiddetlerde maruz kaldığı ve fakat yapılanları çoğunlukla suç adletmediğimiz, hiç aklımıza gelmeyen haklarımız olduğunu farkettim ve araştırmacıların kutsal kitabı google’ı açtım önüme…

Neler buldum neler, meğerse sadece yurtdışında değil, ülkemizdeki çalışanlar da birçok konuda haklarını aramaya ve bilinçlenmeye başlamışlar.
Öncelikli düşüncem, TDK’nın “mobbing” kelimesi için, türkçe bir karşılık bulmasının yerinde olacağı yönünde, İngilizce “mobbing” kavramı, “mob” kökünden geliyor. “Mob” sözcüğü, aşırı şiddetle ilişkili ve yasaya uygun olmayan kabalık anlamında. Sözcük Latince “mobile vulgus” dan türemiş. “Mobbing” sözcüğü ise çevresini kuşatma, topluca saldırma ya da sıkıntı verme anlamında kullanılıyor.Konuya başlamadan burdan ve şurdan daha detaylı bilgi almanızı tavsiye ederim.
Olayı kısaca aktarmak istiyorum; Jeoloji Mühendisleri Odası’nda görev yapan Sn. Tülin Yıldırım, 2004 seçimleri sonrası yönetimin değişmesi ile birlikte başlayan, yöneticilerinin aşağılamalarına ve hakaretlerine maruz kalmış ve bu durum “istifa et” baskısına kadar dayanmış, Sn. Yıldırım ise yılmamış ve bu konuda açılacak gelecekteki davalara örnek teşkil edebilecek bir sonuçla nihayetlenen bir dava açmış, gerçekten büyük bir cesaret örneği.
Bu olayın ardından kurumun yaptığı açıklama ise burada
Bu durumda olan kişilerin başvurabileceği birkaç yöntem buldum naçizane, öncelikle farkında olmak ve cesaretle olayın üstüne gitmek gerekiyor kesinlikle…
Tavsiyeleri inceleyin bu link ve şu linkteki
Kanıt toplamak çok önemli, bu durum patronu alehine tanıklık yapacak kişiler için de zor bir süreç, yargıdan olumsuz karar çıkan bazı davalar AİHM’e de gitmiş.