bildirgec.org

sen hakkında tüm yazılar

NUBUK DÜŞLER

pelitas | 02 February 2008 06:03

Bir şiir(cik) var şimdi
Belki de az(cık)
Yazdığım, bir kısmını paylaştığım
Geceydi vakit, edepsizdi
Nubuk düşlerim vardı
Parlatmaya sünger bulamadığım
Moralim, salaş bir can sıkkınlığına esir olmuş
Kelebekler bile özgür kılmış kendini
Kozaların gözyaşlarında
Burukluk hep var
Kalbimin en derin köşelerinde
Derman; onda, bunda, şunda
Bende yok!
Ya, yarın onu görürsem tedirginliklerim var;
Ya, onu gördüğümde dilim tutulur bir şey diyemem acabalarım var
Var oğlu var.
Hal bu ki hiçbir şey yok
O yoksa!
Tamamen içten bunlar
Güdülerin kendini bulduğu anlara hediye olsun
Atabilmek için sürekli direnen kalplere; armağan olsun…
Sana, bana, ona, buna, şuna olsun
Yeter ki olmasın aşksız bir hayat
Direnç olsun düşlerime
Bir film olsun sonra
“Mutluluk valsi” filmin adı
Bir dam, bir gam, birde kavalye
Ağlayan bir senarist;
Yüreksiz bir yönetmen.
Bir film olsun kimsesiz.
Geriye kalan bir klavye vardı birde kavalye
‘Dam’ hala aynı,
‘Dam’lar hala aynı
Gözyaşı aynı
Hem dam, hem damlar;
Kavalyesiz…
Ve film bitti!
Sabah oldu yine, şakayla sevişircesine
Kocaman bir Cumartesi günüydü göz kırptığımız
Mesaimiz vardı geceden kalan
Ve mesaisi sabaha çarpan insan/lar.
Hayırlı işler bu vaktin emekçilerine
Tatile hemen girin ümidiyle
”Hisseli (aşk) çalışanları”…

Seni sana, beni bana bıraksam.

pillibebekkuyuda | 19 January 2008 01:12

Gece kaç renk.. en koyusunda sana gelsem, kapını açar mısın..

Sana renkli, fıstıklı, bademli, akide şekerleri getirsem hüznünü verir misin bana..

Köpükten baloncuklar yapsam, iç çekişlerini alır mıyım..

Deniz koksam, saçlarım yosundan olsa, toplamaya çalışır mısın..

Coşup, dalgaları uyandırsam sonra ayakların ıslansa kızar mısın yine..

Loş ışıkların arasından, sisli maskelerle baksam, gözlerimi bulup, gülümser misin bana..

Kaybolduğum kuyulardan, şarkılarımı duysan, bir nefesinle çıkarır mısın beni.

Alkışlar ve Perde…

pelitas | 16 January 2008 07:05

Bir deli sevda bende ki;
yürek acısı…
Yalnızlığın kaçıncı durağı ki?
Anlamlar hiç bu kadar anlamsız olmamıştı,
sözlerin hiç bu kadar canımı yakmamıştı.
Alışmalı sensizliğe, sessizliğe dayanmalı
Hani seni sevdim ya!
Ahmaklık mı yaptığım?
Alçaklık mı yaptığın?
Bu son şehir, son limanım.
Amansız fırtınalar, denizlerin tadı yok.
Yıldızlar ağlıyor
ve karabasanlar uykularımı bölüyor.
Kaçıncı ayrılık perdesi bu?
Gönül yorgun, yürek susuz,
sevgi sonsuz.
Bu son film, son gökkuşağı;
yıldızların gecede son oyunları.
Ay ışığının hükmü gökyüzünde,
yakamozlar tüm sahil şeritlerinde;
anlamsız hayatın ilk başlangıç yerinde…
Bu sözler sana, hüzünler bana…
Sevgiler sana, mutsuzluk bana…
Yara bu!
İçin için kanasa da…
Geç bir vakit artık;
geç bir sen,
geç bir ben,
geç bir “biz”.
Doğru ya! Geç kaldık…
Alkışlar ve perde…

YÜZÜN KAYBOLDU

| 05 January 2008 16:39

Yüz çizgilerini hatırlıyorum, vurgun yemiş balıkçılarınki gibiydi; denizde ölmekten onurlu, ölümle karşılaşmaktan şaşkın olan. Küçük bir pencereciğin ardındaydı, gördüğümde bütün dünyasını. Başı hafif sağa yatık duruyordu ve arada bir kıyıya bağlanmış kayıklar gibi; boynu üzerinde hareket ediyordu. O pencereciğin öbür yanında yalpalarken ben bu yanında yalpalıyordum. Dokunamasam da dokunamıyordu. İlk defa dokunmak için uzanmak kafi değil ve ilk defa seslenmek kar etmiyor duyurmak için. Ayyaş bir kafayla yazıyorum satırlarımı, her kes her şey dağılmış gibi, sonsuzluk gibi, şekiller biçimsiz ve biçimsizlik seçimsiz.İlk gördüğümde yüzünü bakışlarıma takılan burnundaki o ben buradayım deyiş kavisiydi. Kaşlarının başladığı o yerden başlayan ve dudaklarının hemen üzerindeki burun deliklerinde biten o hali. Hala düşünüyorum da hani bir sürü dağ arasından bir tanesi dikkatini çeker ya işte burnun yüz hatların arasında dikkatimi çekti ilk baktığımda. Yüzünde bir dağın güçlü gölgesi gibi duruyordu. Arkandan yansıyan ışık yüzünü karanlıkta bıraksada…Gözlerin yüzünde bir yerlerde kaybolmuş gibi, iki tane ve birbirlerine benziyorlar lakin yalnız kalmış iki yabancı gibiler. İkisi aynı anda aynı şehre bakarken, farklı fırtınalara kucak açar gibiler. Çipil çipil küçük durmalarına rağmen ele avuca sığmaz kocaman bir kainata açılıyor adeta. Yüzün bu sebepten olsa gerek yorgun, bu sebepten olsa gerek dudaklarının etrafından yanaklarına doğru nasır tutmuş gülümseyemiyorsun. Ayyaş bir kafayla yazıyor ve ağlıyorum şu an. Kendimden nefret edemeyecek kadar kendimsizim. Sadece seni anlatmaktı niyetim, affet beni içinde kendimim olmadığı bir yazı düşünemiyorum. Arsızca sızıveriyorum satır aralarına. Ve arsızca gülümsüyorum bütün kızmalarına rağmen.Ve gözlerini şimdi daha net hatırlıyorum. Her şeye utanan lakin aşka hayasız ve meydan okurcasına. her şeye hayasızken bile kendine utanan. Bir eşyanın hareketi sırasında onu izleyişini hayal ediyorum; her hareket her çizgi yeni kelimeler topluyormuşçasına bakışlarında damıtışını. Ve sonrasında bakışlarında sakladıklarını kağıtlarına döküşünü ve o gözlerle ağlayışını. Göz yaşlarını yalnızlığına koza yapışını ve en sonunda isyan edişini.Gözlerini şimdi daha net hatırlıyorum umursamazmış gibi bakarken her noktaya aslında nasılda izlediğini her bir ayrıntıyı, hiç atlamadan. Sen es geçsen de gözlerin, gözlerin es geçse de senin es geçmeyeceğin yaşamları hiç atlamadan….Kaşlarına değinmeyeceğim onları hatırlamıyorum. Dudaklarını da anlatmayacağım çünkü iki de bir sağa sola doğru kıvırıp durdun göremedim gerçek şeklini. Genel olarak yüzün, yorgundu ruhun gibi, bir güneş siyaha boyandığında nasıl görünürse öyleydi, gülmeye yeminli yarın gibi. Ve umarsız, gülünmesi gerekenler karşısında bile somurtkan. Hep dokunulması istenen ama kimsenin dokunamadığı duvarlar kadar soğuk. Soğuk çünkü ölü aşkların parmak izlerinden ağırlaşıp, yorulmuş. Soğuk çünkü gidişlerin gölgesi vurmuş, soğuk çünkü yalnızlık ayaza dönmüş yüzünü mesken tutmuş.Bakışlarımda yüzümü kaybediyorum, susuşumda sesimi kaybediyorum. Ayyaş bir kafayla yazıyorum bu yazıyı, zangır zangır titriyor bedenim hava soğudu, ışık karardı, ses sustu, yüzün kayboldu.

SENİN OLMAK İSTEDİĞİM

| 04 January 2008 17:04

Hep hiç bilmediğim uzaklıklardayım. Ellerin kadar yüreğim, yüreğin kadar ellerin üşümekteydi. Her sevgilin bakışında, dokunuşunda ve sesinde seni aradım. Bir kez olsun bulabilir miyim heyecanı ve umuduyla. Ne gün sensiz bulduysam kendimi işte o gün yakaladı avuçlarım ölümü, sana giden dalların yerine.Biliyor musun? Her ne olursa olsun ben hep her şeyimle seni istedim aslında ve sen farkındaydın içimdeki yangınların. Bakışlarımda görmesen de ben hep en çok seni sevdim. Şimdilerde bakıyorum da senin olmak için hiç gayret etmemişim. En çok senin olmayı hak ederken. Ve en çok sana ihtiyacım varken.Her seferinde sadece senin için ağlamak istiyorum lakin çekiştiriyorlar göz yaşlarımı, hırpalıyorlar yüreğimin karanlık yanları. Anlam veremiyorum, üzülüyorum ve susuyorum.Ellerin kadar yüreğinde olmayı istiyorum. Yazgımın sahibi olduğun kadar benimde sahibim olmanı istiyorum. Ruhunun kuytularına uzanıp seni seyre dalmak ve orda öylece kaybolmak.Ey yürek aydınlığımın tek nedeni. Karanlığıma ışık, yalnızlığıma sevgili. Ellerim kadar yüreğimde senin. Yalnızlığım kadar kalabalıklarımda senin. Ve biliyorum sen yoksan hiçbir şey yok. Ve biliyorum sen varsan her şey var. Bak avuçlarımdaki boşluk kadar kimsesizim sen yokken. Ve sen yokken yaşama uzak ölüme yakınım.Ey yürek aydınlığımın tek nedeni, sana gelip, sende kalıp, senin olmak istiyorum. Geri çevirme senin olan beni…

bari hz. isa’nın ismi geçsin.doc

huaryu | 29 December 2007 13:04

Hani zaman geçti ömür takvimimden. Yaprakları tek tek düşerken ömür günlerimimin, aklımca faydalı işlerin peşinde yıllarımı harcamışım boşuna. Şimdi anlıyorum ki; boş gibi görünen işlerdeymiş hayatın anlamı. yani hayat öyle bir kripto içeriyor ki; sadece ona kendini kaptırmadan onu izlemekmiş aslolan. Ya da kendi adıma aslolan. Belki Hilmi bey; budalalığın keşfini yaparken ya da; Bertrand beycağız, aylaklığa övgü derken; bunu kastetmişti. Kim bilir? Ne mi? Demek istiyorum? Eğer buraya kadar sabırla okuduysan sana garanti veiririm ki buraya kadar söylediklerimin; ne başlıkla ilgisi var ne de yazıyla. Ama sen de tahminim odur ki, her hafif okuyucusu gibi, önce başlığa bakacaksın. Eğer “başlık” ilgini çekerse sonra “yazana” bakacaksın. Eğer yazan kişi de bir şekilde hafif’in popüler elemanlarındansa yahut senin yazına ahkam yazanlardansa sonra yazının biraz baş kısımlarına bakacaksın. Ve sonunda belki bu yazıyı doğru dürüst anlamadan bir “ahkam kes”eceksin. Ancak ahkam yazmada da eğer uyanıksan, kontrpiyede kalmamak için yazının içeriğine değinmeyen tali bir mevzuu seçeceksin. Senin için, ey okuyucu, bunca söylediklerimden sonra eğer hala okuyorsan bu yazıyı, umarım senden az vardır… eğer okuyucu, sen onlardan değilsen buraya kadar yazılanların yine yazılmak istenenle bir ilgisinin olmadığını bilmelisin. Ve şunu da bilmelisin ki; bu yazı amaçsız da değil. Buraya kadar yazdıklarım; klavyeye uzak kalmış yarı-tutsak bileklerimin belki klavyeyle flörtü… sadede gelirsek.Bu ecnebiler dizi işini iyi beceriyorlar. Daha önce divx film kültürüyle kültürlendikten sonra epey ecnebi filmi izlemeye başladım. Gerçekten şunu itiraf etmeliyim ki; eğer antik yunanda yaşasaydım sanırım film tanrısı olarak holivuda tapınabilirdim? Adamlar bu işi iyi yapıyor. Bir de bu gücün dizi yönü varmış ki; yeni keşfettim. Daha önce lost ile tanıştığım ecnebi dizi külliyatının 3. sezonunu 24 saat içerisinde bitirmek suretiyle bilgisayarımı ve beynimi epey zora soktuğumu aktardıktan sonra, şu an “prison berak” üzerinde olduğumu söyleyebilirim. Bu yazınında amacına gelicek olursak, bu dizilerde ilgimi çeken; sürekli inanç, söz verme, (hz)İsa(as), incilden cümleler, ghandiden alıntılar, vesaire vesaire. Yani bizim de belki dizilerimiz için böyle bir şeye pek gerek yok. Zaten sit(tiret)komlarımıza da pek kurandan sözler gitmez ama, en azında filmlermizde, özellikle de iddialı olduklarını iddia etmelerinden daha fazla iddiası olamamış filmlerimizde dahi biraz inanç kavramları geçemez mi? Yani kuran mealini pek okumadım, acaba diyaloglar mı uygun değil? Lakin geçen sene müthiş(!) yerli yapım filmimiz olan Polis filmine gitmiştim. Müziği amerikan özentimiz; Allahın cezasına ait olan. Başrollerinde de buffalo soldiers(fiyasko men) kahramanı haluk beycağızımızın oynadığı. Film bence fiyaskoydu. Lakin orada kuran okunan bir yer vardı. Alt yazıdan okunanların anlamı geçiyordu. Aklımda kalan: “Allah dilemedikçe, siz dileyemezsiniz” bu cümle filmin bütünüydü. Tamam. Belki İslamiyet bu film işleri için uygun da olmayabilir? Belki bir filmde hz. Muhammet(as) ismi geçmesi birilerini rahatsız edebilir veya kullanıcılara yabancı gelebilir. O zaman, en azından, hz. İsa’nın(as) adı geçsin.

seninle yalnız bayram

dimoedes | 20 December 2007 12:21

yeni bir bayram yine bir bayram… bu sefer insan kalabalığı içinde yalnız geçen bir bayram… hep aklımda sen oluyorsun bayram seyran dinlemiyorsun çıkarıp atmak istiyorum yokmuşsun gibi davranmak istiyorum ama yapamıyorum… artık git kalma bende beni aldattığın gün serbest bıraktım seni…. sevmiyorum artık seni istemiyorum artık seni…

BeLaLıM…

necronamber | 06 December 2007 15:21

Yıllar sonra bir gün rastlarsan bana
Bakma ağaran saçlarıma ufukta, renk
değiştiren gözlerime ve yıllar sonra bir gün
rastlarsam sana, evinin balkonun da yanın da bebeğine
bak yavrum feleğin lanet ettiği insanlardan biri de bu de
serseriy di de ayyaş tı de ama sakın ha ! sevme di deme…!
Oda senin gibi tüm sevenlerden nefret etmesin.İstikbalim için attığım altıncı adımı beşinci adımdan gelecek kuvvete ve kudrete lanet olsun. Paramıdır insanların miktarı ve nazarı, her yerde kurulmuş bir orospu pazarı, biz de olduk bu alemin okur ve yazarı ….
Sosyete kim biz kim BeLALIM…

KİM OLURSAN OL!…

siirimsi | 03 December 2007 09:26

Eskitilmiş yaşamlar üzerine

(Yıpranmış bir sürü elbise gibi, bir zamanlar kullanıp da kıyamayıp bir kenara attığımız eşyalara benzeyen, biriktirdiğimiz bir çok şey var yaşamda… Ağırlığını üzerimizde taşıdığımız bir çok yük oluyor çoğu zaman eskittiğimiz yaşamımız… Yaşamın her anı, dakikası, eski bir film karesinden çıkmış gibi siyaha ve beyaza döndürmekten başka bir renge sığdırılamayan küçük şeritler halinde gözümüzün önünden gitmeyen anılar, yaşanılmışlıklar, yaşanılmamış, yaşanılası günler olarak geçip gidiyor önümüzden… Eskiyen sadece anılar değil, sanırım düşleri de eskittik, zamana yenildi düşlerimiz… Bir çok sabahın akşamına saklandı gitti hep yarına, yarına deyip ertelelenerek, eskittik yarınlarımızı da şimdiden…

bana diyor ki o;

biSGen | 02 December 2007 20:16

bana diyor ki o ; “Sen yazmayan bir kaLemsin!”

bana diyor ki o ; “sen açmayan bir çiçeksin, dikenLere sevdaLı!”

bana diyor ki o ; “sen esmeyen rüZGar, tutmayan, dokunmayan eL, bakmayan göRmeyen göZsün ve kuLaksın hiç duymayan!”

bana diyor ki o ; “Sen bir yetişkinsin ama hiç doğmamışsın, doğmuşsan da yetişmemişsin!”

oysa ben insanım… sıradan mı sıradan kLasik bir insanım. Hiç biLinmeyenLi denkLemim. Her tarafı su(R)Larla çevrili bir adayım: ne yeraLtı, ne yerüsTü kaynakLarı olmayan biR adayım. Rüzgâr esmez ama fıRtınam eksik oLmaz içimde. Evet doğRudur, üzerimde insan da yaşamaz, yaşayamaz ! SuLarım çaĞLamaz, bir iki cıLız dere akaR sadece… içiLmez, kan renGi akar çünkü…