bildirgec.org

sabah hakkında tüm yazılar

Karşı

pillihafif | 04 April 2010 18:30

Üstüne kekik kokusu sinmiş bir aşkın
daha ilk günleri.
Katl-i batıl inanışlarda ”neden olmasın” durumu!Bağrı yanık köy çocuğu olmaya mecalim yok arkandan.
Ama istersen,
gelirsin.
İstemez,isteyemezsen sen
halim vahim..!
Kan kokusu var haberlerde,televizyon izleyemeyeceğim.Kan korkutmuştu seni çünkü.Çünkü kan artık ürkütüyor beni.Büyüdüğünü fısıldıyor sensizliğime.İzleyemeyeceğim ısrar etme…
Şarap açtım yine,yine yalnız içeceğim.Sarhoş olamıyorum ya,en çok onun için acıyor içim,açıyorken bir şişe daha ceddine.Rüyalarıma kan damlıyor göğüs uçlarından her gece.
Sonra onbeşinde ergen oluyorsun sen.Bacak arası sızan çocukluğundan büyüyorsun.Sonra mı?
Sonra açılıyor gözlerin.Yeni yeni tanıyorsun bakir sevdaları.Halbuki;
halbuki çoktan büyüdün sen.
Kollarımda…
Karşı sabaha..!

BULANTI

il mare | 03 March 2010 09:41

Bugün seni kim seviyor,öğren.
Kaç kişi gezinmiş saifanı,tıkla hemen.
Ne zaman öleceğini mi merak ediyorsun,doğru yerdesin…

Ali sana gül yolladı,

Veli sana sarıldı,

Ayşe ayıcık gönderdi,

Fatma da öpücük.

Bu mesajı 15 kişiye yolla,

Yollamazsan…

nası akrostişş yaptınız öleee???
nası akrostişş yaptınız öleee???

Flash tv, sabah kuşağını bilmiyorum.Öğleni de.

Akşama doğru bir curcuna,şarkı türkü. Bi taraflarını, parıldayan aptal elbiselerin içinde sallayan boya kutusu hatunlar… Kolbastı vardı bi ara her açtığımda,şimdilerde yok gibi.. Mide bulantısı sebebi.
Daha geç vakit;bir adam.Bir de kadın..Rastgeldiğim vakit hep böyleydi yayın.
Yapma bir sızlanış kadında. Gözlerindeki yapma acı,sadece bağırdığında.Kasıyor ya kendini;gözlerindeki o ifade de işte,kasmaktan.Yaş falan da yok zaten.
Susuyor sonra bir ara,nefes alıyor az. Yoruldu çok,dinlensin biraz. Susmak televizyonda haramdır,günahtır. İşte tam da burda araya giren küfürler,avuçları kaşındırırrr.. Hatırr hatırrrrrr…

Hamsin 14: Sanatçı ‘Uyanışı’

admin | 15 February 2010 10:39

Uyandım. Bir döndüm yatakta şöyle; başucumdaki suyu dikip içtim. Beyaz perdemden donuk bir ışık geliyor. Yan döndüm. Büzüldüm. Sehpanın üstünde bir kitap var. Öyle, baktım uzun zaman kitaba. Ne kitabı bu yahu? Burada mıydı? Kimin kitabı. Yüzükoyun döndüm. Yatağımın solundaki kalorifer peteğinin üstünde sıra sıra dizilmiş kitaplar. Bazısı yeni, bazısı kopuk. Bunlardan bazısı epeydir burada. Bazısı arada yenileriyle yer değiştiriyor.

Bir adaya düşmüşüm mesela şimdi… Ada ıssız. Sadece bu solumdaki kitaplarla düşmüş olsam… Ne kadar zaman idare eder acaba bunlar… Dönüşümlü okusam hep. Diğerini okurken ilkini unutmaya çalışsam. Böylece tekrar okuyuşlarda hep ilk okunuştaki lezzeti bulmaya çalışsam. Neyse… Kimin bu kitap o sehpadaki…? Telefonumun yanında. Telefona hiç bakmayayım. Göbeğim açılmış uyurken. Hafiften üşüyorum. ‘Tembeller şahı’ dedim kendime.

Akşam kafadan bir tarif uydurup ‘çiiizkek’ yapmıştım. Telefona uzandım. Bir mesaj… Baktım. ‘Sevgililer gününüz kutlu olsun…’. Bu da kim. Numara hiç tanıdık değil. Bir arasam mı… Ne arayacağım yahu!

Bugün birileriyle yürümek istiyorum. Hava ılık galiba. Ilık havada yürüsem. Bir sevgiliyle olması şart değil. Keşke… Bir bakayım kimmiş bu. Numaramı gizleyip yorganın kenarından çıkardığım koluma dayandım. A… Bir erkek sesi? Kapattım hemen. Kimse kim, bana ne. Tanımadım sesi.
Telefonu sehpaya bıraktım. O kitabın yanına. kimin bu kitap yahu? Buradan bakınca sırt kısmı görünmüyor. Kapağı da yabancı gibi. Tanıyamadım. Uzanıp aldım. Edebiyat kuramları ve eleştirisi. Allah Allah… İçine baktım… 15. basım. İçindekilere gözattım. Önsözler… Birinci baskıya önsöz, onuncu baskıya önsöz… Öf…

İlk sayfaya baktım. “Sanat nedir, sorusuna ilk verilen cevap… Sokrates der ki, elinize bir ayna alın… Onaltıncı yüzyılda Van Dyck demiş ki, ‘Bunlar ayna, evet resim değil ayna bunlar’. Dr. Jonshon, Stendhal, bizde de Recaizade Mahmut Ekrem, sanatın, hikaye ve romanın ayna olduğunu… Görüngüler, yansımalar… Üç şekilde olurlar. Yüzey gerçekliğini, tümeli (özü) yahut ideal olanı yansıtır…”

Kapattım kitabı. Gözlerimi de kapattım. Sonra hafifçe araladım kirpiklerimi. Sarı yorganın kenarından peyaz perdeye doğru, kirpiklerimin arasından baktım. İşte tamam? Tıpkı Monet’nin tabloları gibi oldu ‘görüngü’. Sanat yaptım işte. Herkes kirpiklerinin arasından böyle baksa… Olur mu olur.

Bu Monet’nin ayçiçekleri resmi vardı. Van Gogh’un da vardı. Benim de en sevdiğim çiçek ayçiçektir. Kocaman kafalarıyla neşeli ve azman görüntüleri vardır. Monet’nin ayçiçekleri, sakin bir ikindi vakti derli toplu, temiz bir evde masanın üstünde duran, zamanın akışını umursamayan huzur dolu çiçekler. Sanırım bu evde parkeler cilalı. Sigara da içirtmiyor sahibesi. Oysa Van Gogh’un ayçiçekleri akla ölümü getiriyor. Sanki evde ağır hasta, ama hastalığı uzun zamandır devam ettiği için artık yakınları tarafından kanıksanmış biri varmış gibi. Hastanın kocası manyak bir ihtiyar olmalı. Hava sıcak, içerisi de havasız ve loş olduğu için torunlar içeriye girmiyorlar pek. Gelinler de komşularla ‘laklak’a dalmış. Oğullar zaten ilgilenmez. Atmışlar hasta analarının bakımını karılarının üstüne… Aylardan Ağustos…

OYUN VE GERÇEK

mavilikler | 26 January 2010 09:36

Penceremi açıyorum. Güneş ve hafif bir esintiyle birlikte dalıyor içeri bir anda ‘gün’. Peşinden sesleri ve kokuları da sürüklüyor… Evle dışarıyı birbirine katıyor, karmançorman ediyor… En küçük bir ayırım bile bırakmıyor aralarında.

En çok bu saatlerde seviyorum, O’nu odama konuk etmeyi. Güneş yeni yeni yükselmeye, pencerelerin perdeleri birer ikişer henüz açılmaya başlamışken… Ve dışarıdaki seslerin tek hakimi, hala kuşlarken…

Gün boyu hakim olacak sesin sahipleri, daha yeni yeni üzerlerinden atmaya çalışırken uykularını; uykunun kendileriyle aralarına soktuğu uzun saatlerin yarattığı, geçici hafıza kaybından kurtulmaya, kendileri olmaya çalışırken… ben çoktan kendime gelmiş, günü karşılamaya hazır bir şekilde açıyorum penceremi.

O YER

mavilikler | 13 January 2010 11:09

Bir sabah herşey değişmiş olacak. Yine aynı yönden vuracak güneş, odanın aynı yerine… Ve yine saniyeden de kısa bir zaman diliminde, nedensiz bir mutluluk saracak içini. Ama bu kez, önceki sabahlardaki gibi hemen terketmeyecek bu sıcacık duygu onu. Sanki nedenini bulmuş gibi ve onu anlamsızlıktan kurtaran bu nedenle gittikçe güçlenerek sürecek gün boyu.

Herşey aynı olmayı sürdürecek yine görünürde. Odasının kapısını açtığında, aynı hayat karşılayacak onu. Çocukların seslerini duyacak yine yan odadan. Kocasının ayak seslerini… Sesler onu çağıracak yine önceki günlerdeki gibi. ‘Hadi, kalk artık!’ diyecekler. ‘Biz çoktan kalktık. Gel de, hepbirlikte güne başlayalım.’

?

massay | 05 November 2009 13:01

Bir ıslık atıyorum. Harbiye’den. Nereye gidecek. Ağzımı beceren kelimelerim. İçini dışı ettiğim yeminlerim.
Gece yanlız. Gece düşmüş. Nereye koymuşsam. Oradan bakıyor ellerim. Be hey gafil sinirin sistemi. Nasıl keskin sigara bu. Paketinin jelatinine sardığım yarımdan az, tamdan terkedilmiş mirtozepin. Güneşimi Yutuyorum. Bir tekmede.
Gece dövülmüş. Gece aklanamamış sinkafından.
Nihayet yetişiyorum ıslığıma Galata’da.
Hırs dediğim mazaretin oğluyum artık.
Tarih denilen oğulun oğlanıyım.
Oturuyorum masana. Altonun mübalağasız en fecisi. Sesin tüm güzelliğini buharlaştırırken, avuçların kadehi tutamayacak kadar küçük. Evvelin kadehi yutacak kadar kayıp. Garson büzüğünün ışıklarla absorbe olan beyaz gömleği bir tutam ışın gibi kesiyor ilahi yanılgıyı.
Niye geldiğimi soruyorsun?
Sen niye buradasın? diyorum.
Niyetim konuşmak değil.
Stiletto içine çivilenmiş ayaklarının ellerin kadar küçük olmadığını öğreniyorum bacaklarımda süzülürken.
İçiyorum.
Kayboluyorum.

sONSUZLUk dANSÇISı

| 19 August 2009 09:45

Bir

İki

Üç

Kırmızılara bürünmüş bakışların en alıcı noktası. Yerde iz bırakan parmak uçlarıyla, cehenneme yol haritası çıkarıyordu. Elleriyle yalnız zamanlara ait azılı cesetleri saçıyordu. Kollarını iki yana açmıştı bütün geleceğe meydan okur gibi. Baş parmak ve serçe parmak birbirine dokunurken diğer üç parmak havaya mahkumdu. Bu karanlık hiç bu kadar tırsak olmamıştı. Bu aydınlık hiç bu kadar korkunç kükrememişti. Sahnenin perdeleri tavanı sayıklıyor, zeminin her halinden nefret ediyordu. Rengindeki siyahlık bütün renkleri çehresinin kuytularında tutsak ediyordu.

Ölümün Kol Saati

| 15 August 2009 16:02

12:30

Kimselere söylenmeyen bir yeminle dilini hançerlemişti. Öylece duruyorken karşısında, hayatın tam olarak kaç metrekareye tekabül ettiğini sorarak baktı gözlerime. Başının üzerinde tam olarak ne olduğunu bilmediğim bir tavan vardı. Ayakları… ne kadar ağırdı!

13:50

Eminim şu an sadece ayaklarımın ağırlığını düşünüyordur. Ben kaçıncı kişiyim benliğinin zindanlarında? Şu köşelerden tutunsam, merkezinde soluyabileceğim o kaçınılmaz bağa ulaşabilir miyim? Ya uzakta atıyorsa! Ya hiç kendinin bile olmamışsa! Hayır! O kalp sadece bana ait kalmalı.