bildirgec.org

öykü hakkında tüm yazılar

Ayelip Günlüğü

fitil | 16 February 2011 12:33

Resifin arkasındaki mor evin kapısı açıldı. Upuzun saçları suyun içinde çiftleşen yılanlar gibiydi. Sinsice etrafı kolaçan etti. Suyun içinde hızla ilerlerken arkasında baloncuklar bırakıyordu. Mürekkep balıklarının yumurtalarını görünce yaz aylarında uçurumun kenarından suya atlayan genç erkek insanların yaptığı gibi kollarını öne uzatıp suyun içine daldı. Altmış sekiz metrelik dalıştan sonra batığın kalıntılarını gördü. Yüzüne yerleşen kocaman gülümsemeye engel olamadı ve yunusları anımsatan ama onlarınkinden en az yirmi kez daha yüksek olan bir çığlık attı. Bu derinlikteyken kimsenin onu duyamayacağını biliyordu. Batığın karanlık kalıntılarının arasında ilerlerken ne aradığından çok da emin değildi. Ama eğer işine yarayacak bir şey varsa onu orada bulacağından emindi. Kocaman derin metal kapların olduğu bölüme girdi. Kullanabileceği hiçbir şey yoktu etrafta. Kocaman bölmelerin olduğu yöne ilerlerken canı sıkılmaya başlamıştı. O’nu kesinlikle istiyordu ve kaybetmemek için tüm ırkına karşı bir savaşın içine girmesi gerekiyorsa bunu yapacaktı. Buraya bayılıyordu çünkü metal kutuların içinde parlayan ışıl ışıl taşlar ve birbirine geçmiş halkalar vardı ki Silaposa o şeye persepus adını vermişti. Persepuslardan birini sudan balıkları çıkarıp kuyruklarına o iğrenç sesi çıkaran aletleri takan insanlardan birinde görmüştü. İnsan kadın halkayı boynuna geçirmişti.

Zoraki Balon

Galanthus | 14 January 2011 08:59

Beni şişirdiler. Nefesleri yetmedi. Ama şişirdiler. Bir kaç kişiydiler. Kocaman oldum, kimi ümitlerini üfledi, kimi aşklarını, kimi de hayal kırıklıklarını… İçimde her bir şeyden var. Zorla da olsa akıttılar içlerindekini, zehirlerini gözyaşlarını, mutluluklarını, sevgilerini, zorla da olsa ben bir balondum bir sürü bir sürü rengim vardı ve içimdekiler rengimi çok daha canlı yaptı, çok daha parlak… Ama bana kimse sormamıştı tercihimi. Bir kişi sorsaydı bari… bir soran olsaydı… ben balon olmayı seçer miydim?

dokunaksız doku

astral | 08 January 2011 17:04

Belki mantıklı değil, sana yazılar yazmak, seni hayata eklemek .

Devamı olmasa da bazı şeylerin an geçtikten sonra nasılsın demek istermiş insan. Affeder hatta affedecek bir şey olmadığını da anlarmış.

Zaman geçince o zaman için fena sayılanlar, benim de hatam çoktu dedirtirmiş. Bunun ötesinde bir niyetim yok, olamaz da. Yine de konuşmak istemezsen, hiç sorun değil. Sorun olanları geçmişte bıraktım.

arada

astral | 08 January 2011 12:01

1.Perde…

‘Gözlerim donuyor yalnızlıktan.’
Neden, nasıl söylediğini bilmiyordu bu cümleyi. Kahretsin sesli söyledim dedi içinden.

Bu sefer içinden söylemeyi becermişti ama asıl cümle bu olmamalıydı.

Rezil olup olmadığına bakmanın anlamı var mıydı bilmiyordu ama içinden dua ederek ve hiç de öyle bir cümle sarf etmemiş edası ne kadar verilebilirse, işte o da çevresine şöyle bir bakıverdi.

GÜÇ RUHU UTHA

nihansage | 31 December 2010 10:50

Akşam oluyordu.Obaya dönemezlerdi.Mete çevreden odun topladı ve mağarada ateş yaktı.Yanlarında getirmiş olduğu yiyecekleri İbrahim dedeyle birlikte yediler ve çok geçmedende günün vermiş olduğu yorgunlukla hemen uyudular.O gece mete çok değişik rüyalar gördü.Rüyasında, içinde yatmiş oldukları mağarada, toplu halde intihar etmiş olan halkı gördü.Onlardan biriymiş gibi aralarında gezindi.Onlarla konuştu.Hepsi ümitsizlik içersindeydiler.Halkın içersinde bulunan şaman ile göz göze geldi ve uykusundan sıçrıyarak uyandı.Rüyasını ibrahim dedeye anlattı.O bölgede yaşayan, eski ilmleri bilen bir adam vardı.İbrahim dede meteyi, onun yanına götürdü.Rüyayı ona da anlattılar.Yaşlı adam rüyayı büyük bir dikkat ile dinledi.Yaşayan bir şaman’ ın meteye büyü yapmış olabileceğini söyledi.En büyük delili ise metenin şaman ile gözgöze gelmesiydi.O şaman’ı bulmalarını tavsiye etti.O nu bulmak ve meteden ne istediğini anlamaları için ise tekrardan mağarada bir gece geçirmelerini tavsiye etti.Mete’ nın kendini koruyabilmesi için Ayetel kürsiyi yedi defa okumasını istedi.Ellerine okunmuş su verdi.Bunu daire şeklinde yere dökmelerini ve içersinde uyumaları gerektiğini anlattı.Mete alime pek inanmamıştı.Ama ibrahim dede yaşlı alimin her dediğini büyük bir itinayla yaptı.Mete de ayetel kürsiyi yedi defa okudu.İkisi birden dairenin içersinde yattılar.

O gece de mete rüya gördü.Rüyasında, içinde bulundukları mağaradaydı.Etrafına bakındı.İnsanlar vardı.Elbiseleri yıpranmış,üstlerı toz toprak içersindeydi.Bu insanların eski türkler olduklarını anladı.Onlarla konuştu.Ve konuştuğuna cevap aldı.Demek ki bu insanlar da onu görüyorlardı.Konuştuğunu duyuyorlardı.Fakat bu konuştuğu dil çok farklıydı.O da onlar gibi eski türkçe konuşuyordu.Şaman ın yanına gitti ve ona sordu.-Sen kimsin?-Benim adım GÜÇHAN.Son şamanım.-Benim ile neden rüyamda konuşuyorsun?-Sana ulaşmamın ve dikkatini çekmemin tek yolu buydu.-Benden ne istiyorsun?-Atanın yarım bıraktığı işi tamamlamanı istiyorum.Senin atan metenin bana vermiş olduğu bir söz var.Onu senden istiyorum.-Neymiş bu söz?-Atan metenin soyundan gelecek olan ve duru görüye sahip bir taşıyıcı.Bu taşıyıcı atan metenin çocuğu olacaktı.Ama savaş sırasında öldürüldü.O da halkının kurtarılması karşılığında, soyundan gelecek kişiyi bana verdi.

GEL BENİMLE KAL DİYEMEMEK…

astral | 20 December 2010 12:18

Telefon çaldığında henüz vakit geç değildi. Ekranında onun adını yazan telefonu aldığında, dudakları kulaklarına uzanırken ev dolu olduğundan Trak sadece ‘Canım’ dedi.

Küt, direk söze girdi enfes ses tonuyla. Radyo programının nadide spikeri edasıyla konuşmaya alışkındı.

Oysa o bu halinin farkında değilken ve merhaba dahi demeden direk; ‘Aynı eve taşınmamız ortalığı karıştıracak bir durum. Farklı şehirlerde çalışmamızsa beni üzecek bir durum.

Durum, durum…’ dedi.

Dudakları büzülmüş olduğundan zor konuşuyordu. Ona bunları söylemesi gerekiyordu.

Kısa Film Öyküm – Odak Noktası

k3skin | 18 December 2010 16:18

Odak Noktası

Gizemli bir adam taşıdığı çantayı, bir başkasına teslim etmek üzere iken 2 sivil polis baskın yapar, çantayı devralacak adam yaralanır ve gizemli adam çantayla birlikte kaçmaya başlar. Polisin biri yaralının başında kalır diğer polis hızla gizemli adamın peşinden koşmaya başlar. Bir süre kovalamaca yaşanır, gizemli adam çok kıvrak ve yetenekli biridir, her engelden hızla ve kolayca geçer. Son kaldırımı da geçince dönüp polise bakar, gülümser ve az ilerideki apartmana girer. Soluk soluğa kalan polis kapı kapanmadan yetişmek ister ancak kapı kapanır. Kapıyı tekmeler, omuzlar fakat açamaz ve tüm zillere basar birkaç saniye sonra otomat çalışır ve kapı açılır.

UY

takyon | 13 December 2010 14:59

Sabah her zamanki telaşla evden çıkıyordu kardeşim. “Aman” dedim “telefonuna kaydet de akşam gelirken unutma listedekileri”. Önemli gündeyiz çünkü: annemin doğumgünü. Biz öyle klasik kutlamalar sevmiyoruz. Bu sefer de hamsi tava yapalım dedik, bu başlı başına eğlence demek zaten. Yanına da bol yeşillik. Hatta ben mumları hamsinin üstüne koymayı düşünüyorum. Yok yok laz değiliz ama hem karadeniz yemeklerine hem de laz vatandaşlara karşı ayrı bir sempatimiz var. Bir kere özgüveni bu kadar yüksek, bu kadar enerji dolu, neşeli, sohbetli bir topluluk daha ben bilmiyorum. Kendimi bildim bileli onlarla içiçe olduk. Ev sahiplerimiz hep Karadenizliydi. Sonra mahalledeki çoğu esnaf da öyle.
Kimi zaman oldu, özgüvenleri sinirden çatlatmadı mı? Evet çatlattı. Hele o “ben bilirim” havaları. Bakın bir keresinde ne oldu: Yıllarca önce henüz mutfakta tüp kullandığımız dönemde, her zamankinin yerine başka bir eleman eve tüpü getirdi, takmaya uğraşıyor. Ben de bu gaz konularında o kadar huyluyum ki onlarca metreden kokuyu alabiliyorum(ya da öyle sanıyorum). Neyse tüpçüye dedim ki “lütfen şunun kontrolünü yapar mısınız?” Adam zaten bezmiş ve yorulmuş o ağırlıkları taşımaktan; kesin küfretmiştir içinden. Ben bekliyorum ki köpük yapıp tüpün ağzına sürecek diye. Adam çakmağını çıkarmaz mı cebinden. Fırladım öne, çaktı çakacak! “Ne yapıyorsunuz!” Kalbim oynadı yerinden resmen. Adam bir sakin ve umursamaz ki hiç cevap verme gereği duymadı önce, bir güzel çaktı çakmağını, tüpün etrafında çevirdi. Ben gittim geldim bir taraflara o ara. Sonra çakmağı cebine koyarken gülerek “N’olacak patlarsa anlarız” demez mi! Çıldırdım o an, gözüm döndü ama ne yaparsın ki. Hala hayatta olmak coşkusu avuttu beni.
Hayatlarını fıkraları gibi yaşıyorlar, belki de fıkra değil bir çeşit biyografi denmeli o yazılara. Üstelik bu fıkralardan hiç de gocunmuyorlar. “Bana ha!” tribi yok hiç birinde. Bir Karadenizli arkadaşım yaşadıkları yörede birilerinin ahşaptan yaptığı yangın merdivenlerinden bahsedince koptum artık. Yaşıyorlar, anlatıyorlar, gülüyorlar; hayranım.
Evet bu önemli günü hamsi tava şenliği ile kutlama fikri hele de bu kar kış havasında içimizi kıpırdattı. Fırında tahin helvayı da balığın üstüne aldık mı değmeyin keyfimize. Sıkı sıkı tembihledim ufaklığa: “aman telefonuna not yaz”. Akşam oldu kardeşim ellerinde poşetlerle geldi. Baktım telefonunu çıkarıp bana gösteriyor: “unutacağım sandın değil mi?”. Bir kağıda listeyi yazıp, telefon kapağına içten yapıştırmış ufaklık. Gülmekten karnıma ağrılar girdi. Acaba laz doğulmaz olunur mu?

BİRLİKTE KURTULACAĞIZ

takyon | 09 December 2010 17:17

Sabırsızlıkla beklediğim bir gün vardı; doğum günüm. O yıl özellikle çok heyecanlıydım. Onsekizimi bitirecek, reşit olacaktım. Mutlaka bir önemi vardı bunun, öyle olmasa büyükler hep şöyle der miydi:
“Sus, karışma sen, hele bir reşit ol, o zaman bakarız”
Bu “bakarız” kısmını pek anlamasam da reşit olmanın tam bağımsızlık anlamına gelmediğini anlatıyor gibiydi. Yine de reşit kelimesi bir mıknatıs gibi çekiyordu beni.
İşte o gün geliyordu. Birkaç gün sonra reşit olacaktım. Sanki bir sınırın öbür tarafına geçmek gibi… Aniden zengin olmak gibi…Uzaya çıkmak gibi…Evet evet çok önemli birşeydi o.
Üniversitede ilk yılım bitmek üzereydi. Lisenin katı disiplininden sonra başımı döndüren bir rahatlık vardı üniversitede. Neye uğradığımı şaşırmıştım. Derse girmesem kimse kızmıyor, çıksam kimse kızmıyor, hiç uğramasam umurlarında değil. Bir keresinde beşyüz kişilik anfide ders başlayalı onbeş dakika olmuş; içeri girdim. Hocam olan profesör kadıncağız arkası dönük anlatmaya devam ediyordu. Aradan beş dakika geçti ki acıktığımı hissettim, kahvaltı da yapmamıştım. Çıkıp bir güzel sınıftan, simit aldım, girdim anfiye, yedim üstelik simidi. Sonradan kendime kızdım gerçi. “Yahu şartlar müsait olabilir sen niye fırsatçılık yapıyorsun”. Tabii anfinin iki kapısı olması da sağlıyordu bu rahatlığı, yani öyle her sınıfa gir çık yapmak zordu. Olsun elimizdekiyle de gayet mutluyduk biz yeni yetmeler. Hem sonra, sınav sonuçları panoya asılıyor, öyle bütün sınıf kaç aldığını duyup pis pis bakmıyor. Böyle bir rahatlığın tadını alınca üstüne bir de reşit olursam kimbilir ne özgürlükler beni bekliyor diye seviniyordum. Hani bir ilacı sık sık alınca eşiğin artar, dozu artırırsın ya, reşit olunca da evde bana kimse karışamayacaktı, yasalar öyle diyordu, ne istersem yapabilirdim. Hayır, bunları duysalar, zannedecekler ki inceden inceye plan yapmışım; onsekiz bitince yapacaklarımın listesi şudur diye.

sessiz huzur

astral | 21 November 2010 14:16

Gözlerimin içine bakıyordu ama belli ki yerinde duramayan bir ruh halinin tapusunu cebinde taşıyordu şu sıralarda.

Tutamadım kendimi. Sordum, ‘Ne bu hal?’

– Ne hali?

– Hadi yapma anlat.

‘Neyi?’ dedi, yüzünde tatlı bir gülümseme. Alttan bir bakış, niye ya da neyi dediğimi benden daha iyi bilerek.

Belli oyun oynuyordu benimle. Varsın oynasındı. Nasıl olsa anlatırdı. Anlatandı. Hep böyleydi. Dinlerdim, sanki yüzyıllardır yanı başındaymışım gibi.

Oyunun kurallarına saygı duyarak tekrar sordum. ‘Hadi anlat bana. Anlatmamak senin için zor, banaysa bu haldeyken anlatmaman… Dinliyorum. Hem bana değil de kime anlatacaksın?