bildirgec.org

kişisel deneme hakkında tüm yazılar

Hangisi Matrix, Hangisi Gerçek?

erastis | 29 May 2009 12:29

Bu sabah Matrix’e uyandım. Bir güç vardı, biliyordum; artık inanıyorum da. Bütünlüklü rüyalar gördüğümde kendimden korkmaya başlıyorum. Birkaç gün (veya hafta) önce gördüğüm rüyaya alakasız bir günde, kaldığım yerden devam edince zihnimin dehlizlerinden şüpheleniyorum. Dini inanışlar der ki, uyurken ruhunuz incecik bir bağı geride bırakarak bedeninizden ayrılır, arşta dolaşmaya başlar. Bu sırada birçok şey görür ama yaşadığımız dünyadaki karşılıkları birebir değildir. Bundan dolayı da rüya tabiri denen açıklamalara ihtiyaç vardır. Psikanaliz der ki, gün boyunca bastırdığınız sıkıntılarınız, hayatınızın önceki dönemlerinden kalan, kaçtığınız olaylar gece olur su yüzüne çıkar. Bilincinize hâkim olabilirsiniz ama bilinçdışınıza asla! İşte bilincinizle kaçtığınız her şey, rüyalarınızda altın bir tepsi içerisinde size sunulur bilime göre. Bir başka görüşe göre de, tüm hayatımız aslında başlı başına bir rüya ama biz bunun henüz farkında değiliz. Ölünce, aslında gerçek uyanışı yaşayacağız ve “Aaa aslında hepsi bir rüyaymış!” diyeceğiz. Geceleri, bilimkurgu filmi olabilecek tarzda senaryolar gördüğümde aklımdan şüpheye düşüyorum ben de.

Dün gece, bir yemek dolabı kamuflajıyla saklanmış büyükçe bir kapının her iki yanında iki farklı dünya olduğunu gördüm. İçinde yaşadığımızı sandığımız hayat tarafında, bu kapıyı insan kılığındaki iki robot koruyordu. (Evet, bu aralar Terminatör seyrediyorum.) Aslında dolap görünümünde olan kapı ve bekçileri, bin yılda bir etkinliğini kaybediyor ve arkasına geçilebilen basit bir duvara dönüşüyordu. Matrix’te ufak bir yazılım hatası yani.
Ayrıca yaşadığım dünyada insanları, birkaç tuş darbesiyle yine robotlar üretiyordu bir makineden. ‘Fiziksel özellikleri şöyle olsun, karakteri şöyle olsun’ ve bir OK tuşu yetiyordu kabinlerden yeni bir insan evladının çıkmasına. Her şey daha da basitleşmiş yani. Ama hiç kimse bunun farkında değildi. Herkes kendini en gerçek şey sanıyordu.

Serzeniş

jansetkaravin | 22 April 2007 18:38

Şimdi, sana 'gel' demek ne mümkün!
Yorgunum…

Şimdi, sana ‘gel’ demek ne mümkün! Kapatıp gözlerini, terket bedenini; güvendesin, yokum artık…
Şimdi sana, herşeye rağmen yaşanan ve tortusu zamanın dibine çöken, ‘dön’ demek ne mümkün! Bakışlarındaki memnuniyetti beni sana iten oysa aşkının son hecesi sabahın dördünde bukağılıymış; bilemezdim…

Varlık ve teklik

buddhala | 15 January 2007 02:13

Dün herkesten gizli gizli kar yağmış İstanbul’ da
Gökte kayan yıldızlar gibi, süzülmüş semada
Görenler dilek tutmuş, görmeyenler yas
Avucunda yakalayanlar alıp kutulara koymuş, saklamış karı
Teninde hissedebilenler ise huzur bulmuş, yetmiş bu onlara

Bunu bana anlattığında benim de o karı görmüş olduğumubekler gibiydin
Hatta aynı dileği tutmanı dilemiştin, süzülen karlara bakıp
Arkasında bıraktığı izle kaybolan karı fark edince
Etrafına bakmıştın, senin gibi onları gören var mı diye
Yoktu ama hiç kimse, sadece o an için

Hayatın Kandırma Kuvveti

buddhala | 11 December 2006 23:19

Hergün birşeyler eksik oluyordu hayatta. Birgün pilav için pirinç varken diğer tarafta şehriye yoktu, ertesi gün şehriye varken bu sefer pirinç diğer rolü üstleniyordu. Birgün ketçap vardı patates yoktu, ertesi gün kızartacak patates vardı ama ketçap yoktu. Birgün sigara vardı kahve yoktu, ertesi gün kahve vardı ama sigara yoktu. Birgün baban vardı para yoktu, birgün para vardı ama baban yoktu. Birgün şarap vardı yanında sevgilin yoktu, birgün sevgilin vardı elinde şarap yoktu. Birgün arkadaşın vardı dostun yoktu, birgün ise dostun vardı ama arkadaşın yoktu…
Müziğin ahengiyle tangoya kalkan sigaranın dumanı ve kahvenin nefesi, masa üstündeki kırmızı göstergeli saatin silik ışığında sabaha kadar dans ediyordu. Ben ise onların bu tatlı dansını izleyip uykuya daliyordum. Uyandığımda ikisi de kahvaltısını yapıp gitmiş oluyordu tabi ki. Hem de yaptıkları gösteri için para bile almadan!
Saatlerdir masanın başında oturmuş ders çalışmayı bekliyordum. Yine aklıma kavramaya çalıştığım göremeyeceğim bakışaçısıyla kusursuz ahengin, görebildiğim kusurları ve kanunları geldi. Ne kadar doğru saptamalar yaptım bilmem ama bunlar hep başımdan geçen şeylerdi. Bir vardı bir yoktu. Hayatım bir Mors alfabesine çevrilebilir belki. Bir gün var olan için bir vuruş, var olmayan için bir “es” alırsak geberene kadar genel bir işaret tablosu çıkarıp bu dünyaya niye geldiğim sorusunun cevabı bulunabilir. Ufff, ben hergele bir Hegel özentisiyim!
Konumuza dönelim. Evet; ben de Arşimet’ in o çok ünlü buluşunun aliterasyonuyla, Hayatın Kandırma Kuvveti’ ni buldum. Nasıl mı? Şimdik şöyle oluyor Amirim! Bu hayat denilen zat, bir elimize emzik niyetine sevgili verirken, ertesi gün yokluğuna salya sümük ağlayalım diye elimize şarap tutuşturuyor. Birgün, babasının ölüm yıldönümünü hatırlatan en son model laptop alabilecek para verirken, ertesi gün bayramda yol parası bulamadı diye babasının elini öpmeye gidemeyecek bir sefil hayat veriyor. Birgün doğum gününü kutlayacak bir dost verirken, ertesi gün okula bir hafta bile gitmesen halini sormayacak onlarca arkadaş veriyor. Ve bu kombinasyonlar böyle uzayıp gidiyor. Bir nolu denklemde bir değişken havayı yumuşatırken, iki nolu denklemde var olup, bir nolu denklemin çözümü olacak bir değişken, bir nolu denklemin çözümünü bir nolu denklemde var olmadığı için belirsizliğe sürüklediği gibi, iki nolu denklemde olmayıp bir nolu denklemde var olan başka bir değişken de, iki nolu denklemin çözümünü sağlıyor. Böyle binlerce ve milyarlarca denklemi alt alta koyup ortak bir çözümü bulmak, haşa Allah’ a mahsustur ama ben istemiyorum x’lerim sonsuza giderken “0” a yakınsamayı! Ben istemiyorum y’nin x’e göre türevinin; hadi onu da geçtim, bana ait genel denklemin çok yaygın olan bir değişkene göre kısmi türevinin homojen olup olmayacağını ve çözümünün var mı yok mu, tekil mi özel mi olacağını? Ben istemiyorum günlük olmayı! Ben istemiyorum hergün farklı bir umutla, farklı bir Pollyanna kurgusuyla kandırılmayı! Ben fazla birşey de istemiyorum. Ama o kadar çok şey istedim ki, hiçbirşey olmadı. Birgün barkot gibi TC kimlik numaram oldu. Ona umut bağladım belki genel çözüm odur diye. Ertesi gün vergi numarası dediler. Sonra Ösym numarası, bir de baktım ösym numarası ve TC kimlik numarası aynı çözümü veriyor. Ev telefonunu denedim ama o da olmadı. Adıma çıkarttığım tüm kredi ve banka kartı numaralarını denedim yoktu hiçbirşey. Numaralar değildi tedavisi bunun. Alfabe de değildi, Mors alfabesi de değildi. Sonra pes ettim ben de. Hergün önüme atılmış parça parça ekmeklerden oluşan yolu izlemeye koyuldum. Ekmeğin gösterdiği yolu izliyorum şimdi. Karşıma ne çıkacak umrumda değil. Bugün param yoksa, tütünüm olacak elbet ya da sevdiğim biri olacak büyük ihtimal! Yarın param olunca, hayat denilen takasçıya ne vermem gerektiğini düşünmedim, düşünmem de. Zaten o bana parayı verirken, benden habersiz bir şekilde karşılığını alacaktır. Ve benim bu durumdan haberim ancak; paranın verdiği mutluluğu eski mutluluğuma yeğlemeyi akıl edince, olacaktır!

Cardman

buddhala | 29 November 2006 16:12

Gelmişim 33′ üme. Elimde iki diploma var. Dilimde üç yabancı. Hala dönemsel çalışıyorum. Bazen bakıyorum arkama; “Ben ne yaptım?” diye tek müspet birşey yok. Lise ve üniversitedeki hormonal ilişkilerden başka, görüp de aşık olduğum ama yanına bile yanaşamadığım kızlar, annemin yaşım geçiyor diye öncesinde aşk cv si ile başvurumu benden habersiz yapıp, ardından buluşturduğu tanıdık kızları… hala bekarım. Bu bana koyuyor mu, koymuyor tabiki. Ama bazen geceleri gelen karabasanlarda aniden yataktan fırlayınca sana su getiren birinin olmaması ve tekrar uyumaya çalışırken sıkı sıkı sarılacağın örtülü bir meleğin yokluğu da hissediliyor.
Bazen de önüme bakıyorum; “Ben ne yapacağım?” diye. Tek bir umut yok. Kendime çok fazla kulvar, meziyet açmışım diye övünürken, hiçbirinde bir halt olmadığım sonucuna varıyorum. Bu somut bir kaybediştir. Ben kaybetmeyi severim doğrusu. Kaybetmeyi kabul etmek de bir meziyet sayılırsa, bu konuda alanımın önde geleni sayılabilirim.
Dost bildiklerime dert yanmayı sevmem. İçime ata ata da içim çürüdü yahu. Rakı balık sofralarında en uzaktaki yıldıza dalıp arkadaşlarım hayal kurarken, ben o yıldıza gidemedikten sonra niye orda diyecek kadar rahatsız mıyım? Şu yaşıma geldim hala yaşam sebebini soruyorum. Bol bol kitap okuyup bu sorunun cevabını giderebilir miyim, onu da bilmiyorum. Arkadaşlarıma söyleyince bu konuyu, bana abazalık başına vurdu herhalde deyip gülüyorlar. O an burnumdan soluyorum işte. Onları küçümsüyorum ve kapatıyorum tüm kapılarımı. Onlar benim gözümde, tek duyu organı penis olan, hatta yumurtalıklarından küçük beyinleri olan, bankacılık mağduru monitör kafalar. Sadece onlar mı peki? Tüm aylığını, doğacak bebeklerine birikim yapmak yerine, platin saçlarına ve made in Paris yazan takunya ve misvaklara harcayan karıları da öyle.
Tüm bu hesaplaşmadan sonra benim mükemmel olmam gerekiyor. Sonra posta kutuma bakıyorum tabi. Ruh ve beden halimin aylık nümerik dökümü. Bankalar hala kibarca uyarıyor beni, ödememi yapmam için. Faturalar da, bir var bir yok gidiyor. Bir de kredi kartlarının yeni üye işyerleri ilanları. Düşünüyorum da her bankanın böyle ekstre ve ıvır zıvır gönderdiğini. Sonra da Doğu’ da kalem, defter yokluğu çeken çocukları. Tüm bu ekstre ve ilan kağıtlarını toplayıp onların birkaç senelik defter ihtiyacını karşılarız sanırım. Ne kadar hayırsever bir insanım.
Evet doğru hayırseverim. Hayatımda o kadar “Hayır!” cevabını duydum ki. Artık bakış açımı da değiştirmeye karar verdim. Hayata bakış açımı. İş aramayacağım mesela. Şuan ucundan bir işim var ama onunda pili 2 ay sonra bitiyor. Yine yedek elemanlık yapamam. Şayet annem bana aşk “cv” si yerine iş “cv” si doldurursa ve kabul edilirsem belki.
Herşeyi annem yapıyor yerime, bir ara bunu fark ettim. Belki bu yüzden hiçbirşey yapmıyormuşum gibi hissediyorum. Aslında yeni bakış açım bu olabilir. Annemsiz hayat. Annemi artık sadece haftada bir ziyarete gideceğim. Ayda dört kez. Yılda kırksekiz kez…
……….

Gezegen

buddhala | 31 August 2006 01:12

Gezegen
uzun cümlelerle kafa yapmıştım,
hepsinin girişi farklı, zaten çıkışı yok!
en sonunda ben de;
evde beslenen köpeklerden daha değersiz bir şekilde doğdum.
günahlarımı poşete koymayı sana bıraktım,
tabi yaşamayı öğrenecektim,
önce öğreteceklerdi sonra yaşayacaktım!
kuralları vardı herşeyin,
onları yaşatabileceğim şekilde belirlenmiş kuralları.
yavaş yavaş statüm olacaktı sahnede.
ne kadar gazete okursam o kadar göze girecektim.
ya da diğer bedenler gibi köşeye itilecektim,
yardım paketleri gelecekti,
bunun reklamını yapıp ön plana çıkacaklardı hepsi.
poşetteki bebeklerle veya
kürsüye çıkardıkları yüzlerle, dalgalarını geçeceklerdi!
tüm kültürel bayrakların ve yaratılanların adına biri,
başkasının buyruğuyla konuşacaktı.
denizlerdeki tüm balıkların soluduğu gazlar
ve bizlerin içtigi su,
fabrikalarla kaynağında kirletildikten sonra,
yavaşça tekrar fabrikaya girip,
önümüze kusursuzca çıkacaktı.
arada yaptıkları dönüşümün faturasını
doğmamış koyunlara keseceklerdi!
işi tekrar yeşillere döküp,
organları korumaya alacaklardı.
ve yine onlar kazanacaktı!
bölge bölge kışkırtacaklardı vücutları,
birbirine kıskandırıp,
tek kalıba sokacaklardı hepsini.
önce bizleri makineye bağlı yapacaklardı.
biraz da makineleştireceklerdi aslında!
ellerinde bulunan piyasanın ürünlerini
plazma bir karede bize satacaklardı!
ses çıkaracakları ya sindireceklerdi
ya susturacaklardı ya da suçlayacaklardı!
kendi besledikleri terörizmle kendilerini yıkayıp,
istediklerini kötüleyeceklerdi.
bunun adına paktlar kuracaklardı ve
istediklerini dışlayıp ambargo uygulayacaklardı.
uyanları da uyutup sömüreceklerdi.
markete gireceklerdi gün geçtikçe,
raflarda o pek muhterem fabrikalarından çıkma
kimyasal bitkileri yetiştireceklerdi.
kasada sıra bekleyip kampanyaların kuklası olacaktık.
haplarla uyuyup, kolalarla susuzluğumuzu giderecektik.
aklımız gibi herşey küçülecekti.
ev, işyerimiz, dolaplar, arabalar,
yediklerimiz, içtiklerimiz…….
herşey birkaç haneli sayılara sığacaktı.
o kadar basitleşecektik!
görüntümüzün mükemmelliğini unutup,
onu da tescilli markalarla bağımlı hale sokacaktık!
ilgi alanımız kayacaktı başka şeylere,
komşumuzun öldüğünü altyazılardan öğrenecektik.
sınır komşumuza uranyumlu zarflar atılırken,
biz evde reklam izleyecektik.
bir gün uyandığımızda
gökyüzünün mavisi de gitmiş olacaktı.
kim bilir belki onu da markette satacaklardı!
kendi dünyamızda astronot gibi dolaşacaktık birgün,
yeşiller kahverengi, mavilerde siyaha dönecekti.
suyu petrol gibi arayacaktık artık.
güneş, ay gibi doğacaktı sabahları,
cılız bir sıcaklık olacaktı.
ya da geceleri -30 derecede uyuyacaktık.
kabuğu kırılmış bir dünyada ölmek için can atarken;
yaşamak için başkalarını öldürebilecektik!
kuşlar turuncu bir semada uçacaktı belki
sonra yere doğru intihar uçağı gibi çakılacaktı.
bu felaketin sebebini araştırırken,
bu günleri anımsayacaktık ve pişman olacaktık.
O an ya Nuh gibi bir gemi yapıp kaçacaktık,
ya da uçan kuşlar gibi kalmışsa bir uçurumdan
atlayacaktık!

(fonda massive attack-butterfly caught bu şarkının hakkını yiyemem!)