bildirgec.org

kara sevda hakkında tüm yazılar

Yeşil…

witamin | 12 May 2010 17:27

Hayalleri yaşından çok fazlaydı.”Çadırda bile olsa okuyacağım bu okulda demişti” paslı ranza ve dolapları gösteren ailesine.İlk defa o zaman girmişti bir yatakhane binasına.Sevmişti çünkü hayallerini ancak burada besleyebilirdi.Ve sonunda artık ailesinden uzakta oradaydı.Bir de hemşerisi vardı gelirken tanıştığı.Sonradan öğrenmişti ki aynı gece doğmuşlardı aynı hastanede.Tevafuk muydu?Tamamen.

Okulun ilk günlerinde iki yeşil göz için attı kalbi aniden.Sordu birilerine kimdi ve neydi.Kimse bilmiyordu.Çünkü sessiz sakindi.Gösterdiği kimse yakışıklı dememişti.Ama neden? O yeşil gözlerin sahibi nasıl olur da yakışıklı olmazdı.Hayır işte yakışıklıydı.O sadece o iki yeşil gözün sahibini sevmişti.masumca ve çocukça bir sevgiydi.
Aylar sonra sesini duydu.Ne güzel sesi vardı.Nasıl duru nasıl dingin.Kendi de öyleydi ya zaten.Bir dahaki sesi yine aylar sonra duyacaktı.Ve hala kimseye göre yakışıklı değildi.İyiki değildi.Zevksiz damgasını da yemişti.Olsun.
2 yıl geçti.Hiç konuşmadan bir selam bile almadan iki yıl baktı sadece.Yürüdüğü yollardan yürüdü,sınıfına girip sırasına değemedi sevgisinden,saygısından.Değseydi zaten ölürdü heyecandan.
Onunsa hiç haberi yoktu kendisinden.Adını bile bilmiyordu belki.Belki hiç farketmeyecekti koridorun köşesinden aceleyle dönerken çarpışmasalardı.Daha bir bağlanmıştı bu çarpışmadan sonra ona.Sanki aralarında bişeyler başlamıştı.
Bütün arkadaşları biliyordu artık O onundu.Zaten kimsenin de göz koymaya niyeti yoktu.O da hissediyordu.Bir gün olacaktı.Ama demişlerdi ki ” o kimseye bakmaz.Onun tek aşkı futbol.Kızları görmez ki kız arkadaşı olsun.” Biraz rahatlamıştı biraz da utanmıştı böyle birinden hoşlandığına.Ah Yeşil…Adı yeşildi artık.

sema’da bir siyah sevda-II

kharis | 21 January 2010 15:11

ne bir mevsim aşık etti beni ne de bir söz,başını kaldır bak gökyüzüne bir topraktan ve sonra in denize yine bak, göreceksin derya da sema en güzel, görceksin suda yanar… demişti en son.. ela onu hep güzel hatırlamak isterdi ama olmadı işte olmadı…
başka bir kimlikle başka bir surette çıktı karşısına bam teline dokundu ve usulca gitti…

emre:itiraf edicek hiç bişeyim yok benım sana söylediklerim gerçekçi gelmıyor sanırım yine söyluyorum ben seni görmedim duymadım bilmiyorum.

ela: çok şanslısın sana yazıyorum kadın kalitesiyle alakalı karşılaştırmalar yaparsın benden sana hediye olsun
inan hiç uğraşamam. ve unutma ki seni o sandığım için yazıyorum sana..

emre : artık her kim olduğumu sanıyorsan gerçekten çok umut bağlamaya başladın hayal kırıklığından seni kaybetmeyelim benim korkum o ne yapsam ne etsem o kişinin ben olmadığına inandıramıyorum bir türlü.

ela: sen olsan daha büyük hayak kırıklığı olucak benim için.

emre: bugünlük sana ayırdığım zaman limitini fazlasıyla doldurdun.

ela: çok sevindim
kapasitene uygun bir iletişim modeli bulamıyorum çünkü.

emre:
sen kendini ne sanıyorsun onuda çok merak ediyorum .

ela::hımm
bunu sana anlatmak isterdim ama sana uygun bir giriş cümlesi bulamıyorum.

Akıl Hastalığına Müzikle Tedavi

Gok Kurt | 08 November 2008 09:01

Tam olarak anımsayamasam da bundan 2 sene kadar önce olsa gerek. Şans eseri binilmiş bir şehirler arası otobüsün üzerinde Edirne kapılarına dayanmıştık. Osmanlıya 90 senenin üzerinde başkentlik yapan, müthiş bir tarihi dokuya sahip bu şehirden öğrenecek çok şeyimiz vardı. Gezmediğimiz, görmediğimiz yer kalmadı. Bunlardan biri de 1488 yılında yapımı tamamlanan II. Bayezid Külliyesi.

Külliye, içinde cami, aş evi, medrese ve darüşşifa (hastane) bulunduran büyük bir yapı. Ancak ona önem kazandıran husus, tarihe vahşetlerle adını yazdıran bir dönemin en çağdaş tıp merkezlerinden bir tanesi olması belki de.

Dr.Guislana Akıl hastanesi (1800/Belçika)
Dr.Guislana Akıl hastanesi (1800/Belçika)

YAŞAMIN MERKEZİNDEKİLER

derin9 | 07 September 2008 13:31

Yaşamın merkezinde olan insanlar vardır. Ya seversin veya sevmezsin, ister çekip gidersin ama bu insanlar mutlaka olur. Kimi insandır, kimi kenarından bile geçmez, kimi aydınlıktır, kimi çiçekli, mavi, yeşil… Kimi böcek misali; uğur böceği veya hamam böceği… Senin onu koyduğun yere göre değişir. Çok sevdiklerin vardır, babam gibi, babalar gibi… Merkezdedir hep. Taht gibi koltuğunda adil, yürekli, helal, sıcacık, başını ellerine koyduğunda duyduğun huzur gibi…
Sevmediğin ama bunu söylemediğin insanlar vardır. Özel sektör sömürülerindenseniz, patronunuz, patronunuzun birinci ve hatta ikinci göbekten yakınları. Bunlar uğur böceği gibi görünseler de aslında hamam böceğinden farksızdırlar. Koloniler halinde yaşarlar. Hiçbir şeye güçleri yetmez. Masalarında duran kalemi bile sizden isterler. Sonuçta babalarının uşağı olma gibi bir durum sözkonusu… Patron delidir, ne yapsa yeridir.

aRRoGaNTe ve Uçan Kaz

aRRoGaNTe HoMbRe | 24 July 2008 13:55

Ben işe gidip gelirken, (evet, şaşırdınız belki ama benim bir işim var. boş gezenin boş kalfası değilim. hoş kalfası olsam onun da en iyisi olurum o da ayrı) deniz yolunu da kullanıyorum. Tamam karayolundan da bir parça tadıyorum. Ama var mı denizyolusu gibi ha sorarım size. (-denizyolusu? -evet, yanlış kullanım fakat sence de hoş bir tınısı yok mu? -var. -varım diy.. -sigigit).

Kadıköy’den kalkan motorlar var. Bir de Maya Dağ’dan kalkan kazlar. Ben motorları tercih ediyorum. Kazlar sorun yaratıyor genelde. O Nils denen ibişe özeniyorum bazen. Ne de güzel yolculuk ediyor kaz üstünde. (-kaz üstünde ha. o zaman bazen bilet alırken, oradaki görevliye uyarıda bulunmak gerekebilir. tercih eden olur, etmeyen olur. -nası yani? -şey gibi işte, ‘motor üstü olmasın’ uyarısı gibi. ben kaz üstü gitmem mesela, hayatta gitmem. gitmem de gitmem. rica ederim ısrar etme.) Çoğunlukla da motorun üst bölümünde oturup, Uykusuz ya da Penguen dergimi püfür püfür esen rüzgar eşliğinde, zevkle okuyarak yolculuk ediyorum . Rüzgarın efil efil estiği zamanlar da oluyor. O zaman ona bir merhabamı eksik etmiyorum tabi. Neyse efenim, bu motorların bazı seferlerinde motor, direk bir güzargaha gidip dönmek yerine, önce Karaköy’e sonra Eminönü’ye uğrayıp dönüyor. Ben de dergi ile haşır neşir olduğum ve dur şurayı da okuyayım, şu bölümü de bitireyim, hem bak sayfa bitmek üzere derken en son inenlerden biri oluyorum Karaköy’de ve zaman zaman koşa koşa inmek zorunda kalıyorum. Kimse kalmamış oluyor etrafımda inmeye çalışan, inmek için hareketlenen.

Noter Sendromu

nanotoni | 20 March 2008 13:43

Kerem işsiz güçsüzdü, bir hiçti. Tek sermayesi sonsuz aşkıydı. Aşk onu felç etmişti, Ferhat gibi dağları delmeye gücü yoktu, zaten taklit sevmezdi. Aşkını aşkına itiraf etti. Benim ol diye yalvardı, biliyordu ki bu aşktan kurtulmanın tek yolu ona sahip olmaktı. Aslı onu reddetmeye kıyamadı, ama böyle bir aşkın küllenmesini de istemiyordu. Bir şartla kabul edeceğini söyledi, imkansız bir şartla; bütün insanlar bu erişilmez sevgiyi bilmeli bilmeyenler de öğrenmek zorunda kalmalıydı. Kerem çaresizce imkansızın peşine düştü. Ferhat bile, koskoca dağları delmesine rağmen, sadece edebiyatla ilgilenen insanlar tarafından tanınıyordu. Ayrıca Ferhat dağları delerken Şirini kimler delmemişti? Kerem düşündü taşındı, deretepe, anaavrat dümdüz gitti. Birkaç dağı delmeye kalkıştı, yıldı vazgeçti. Bir kaç filmde figüran olarak rol aldı yükselemeyeceğini gördü bıraktı. Ticarete atılıp zengin olup parasıyla aşkını dünyaya anlatmaya kalkıştı, işin erbapları onu hemen ticaretin dışına attılar. Aşkın ve aşığın kapitalizmde yeri yoktu çünkü. Aşkta kazanan bu sebeple kumarda kaybediyordu. Marks Kerem’i tanısa, ‘Kapitalizm de aşık olan kaybeder‘ derdi kesin. Para herkesi bozmuştu. Jüliet bile Romeo’dan inip Alfaromeoluya binmişti. Çıkış yolu bulamadı ve umutsuzluğa düştü. Umutsuzluk ve imkansızlık, olma olasılığının parapsikolojik kardeşidir. Bunu bilen Kerem umutsuzluğuna körükle gitti, kendisinin hem aşkta hem de kumarda kaybettiğini düşünüp oracıkta görkemli bir depresyona girdi. Doktorlar hastalığa ad koyamayınca hocalar cin ve şeytanlı teşhisler koyarak para kazandılar. Beyni onu aşkının ıstırabından kurtaracak bir savunma mekanizması üretti; nereye baksa Aslı’yı görüyordu: Ağaç Aslı, taş Aslı, hayvan Aslı, orospu Aslı….Bu ilkel mekanizma hem Kerem’in Aslı’ya olan mecburiyetini yoketti, hem de bu aşkın herkes tarafından öğrenilmesinin yolunu açtı. Madem Kerem’e göre her nesne Aslı’ydı o halde nesnelere tanımlarını yazmalıydı. Ve başladı, her yere, ‘Aslı gibidir’ yazmaya. Çok sonra tıp bu hastalığa ‘Noter Sendromu’ adını koydu. Ve bu saçma gelenek günümüze kadar ulaştı.