Ben avucumdaki terli elinin tedirginliğini avuçluyordum. O ise bende bir erkeğin sert, nasırlı ellerini. Yine sokaklarda başı boş köpekler gibi dolaşıyor, bu yersiz yurtsuz sevdamızı kusacağımız bir dulda arıyorduk. Az sonra gün akşamla öpüşecek, bir iş bulmayı başarabilenler evlerine dönecek, kalmış sevgi kırıntılarını yemek yedikleri kapta katık edip, söyleyemedikleri sözcüklerin hazımsızlığıyla ağrılar çekeceklerdi. Bizim için akşam yoktu. Karanlık ilgilendiriyordu bizi. O, şehrin üzerine çekilecek olan kara perde. Sonra bizim sevda oyunumuz kim bilir hangi kapalı mekanda gösterime girecekti?
Benim neyimi sevdiğini bilmiyorum. İşim yok, çirkinim, sihirli, süslü sevda sözleri fısıldayamam. Geleceğim yok. Geçmişimi bana yabancı. Gözlerimmiş dediğine göre. Baktım mı içine bakıyomuşum, karşımda kendini çıplak gibi hissediyor, beni sevdikçe çıplaklık duygusundan kurtulacakmış gibisine geliyormuş. Anlamıyorum bunu, bakma o zaman gözlerime dedim bir gün. Bırak git beni. Ağlayarak giderken onsuzluk, kendini hemen sol yanımdaki boşlukla belli etti. Sonra yine çalıştığı dükkanın bulunduğu o pasajın kapısında buldum kendimi. Akşama kadar bekledim. Güvenlik görevlileriyle inceden inceye kesiştim. Akşam olup da o işyerinden çıkarken hiçbir şey söyleyemeden yine o soğuk ellerimiz buluştu, ısındı. Şimdi akşam çökerken yine bir apartman bodrumu arıyoruz. En son birlikte olduğumuz apartmana doğru gidiyor ayaklarımız. Alt katta benim büyütüp sonra artık besleyemeyecek duruma gelince bir apartmana gelin yolladığım köpeğin sahibinin apartmanı. Bodrumunda su saatlerini tamir ettiğimde henüz onu tanımıyordum. Burası da benim bir işyerim sayılır. Gözlerden uzak bir yer ararken gel seni işyerime götüreyim demiş ve onun anlamsız bakışları altında kendimizi burda bulmuştuk. Yine bodruma iniyoruz. Sonra tomurcuklar açıyor, taze yeşil yapraklar dal uçlarında bitiyor, ıssız sokaklar yerli yerinde, işçiler gece vardiyasında, biz kendimize birbirimizden evler yapıyoruz. Sessizlikten, karanlıktan ürktüğümüz yok, kendi soluk alıp verişimiz bize en büyük armağan. Bodrumun karanlığında elim bir kalın ipe takılıyor. Bir elim saçlarında, diğerinde ipin burgulu dolanan tenini okşuyorum. Bir yanım sıcacık, bir yanımda bilmediğim bir yolculuğa çıkmanın heyecanı. ‘Bu oğlanda korku morku yok anam, bu oğlan bir afat’ derlerdi kadınlar. Küçükken elimle öldürdüğüm yılanlar geliyor aklıma, sonra şehre geldiğimizde o büyük evlerin bahçeleri ve meyveler. O meyve bahçelerine dalmakla geçerdi bazı günlerimiz. Bir defasında daldığımız kiraz ağacının bahçesinde yine oynaşırken üstümüze gelen köpekle bölünürken yasak zevkimiz, yine yalnız kalmıştım. Kaçmadım, niye kaçmadım bilmiyorum. Köpek üstüne gelirken ben onun ne kadar güzel bir hayvan olduğunu düşünüyorum. Sıktığım boğazıyla birlikte köpeğin gözlerinden boşanan yaşlar sıkılı elimi gevşetmiyordu ama içimde bir şeyleri eritiyordu. Sadece kendimden korkuyordum ben. Köpek yanıbaşıma düştüğünde ben de cebimden üçgen mendilimi çıkarıp bacağımdaki yaraya sardım, kirazlarımı şehit olmuş köpeğin üzerine serpiştirdim. Bodrumun karanlığında onu saran ellerim birden bacağımdaki yaraya uzanıyor. Boğazımdaki karıncalanmanın ipi okşadıkça geçtiğini farketmemle ipi toplayarak montumun cebine atmam bir oluyor. Bodrumdan dünyaya açılıyoruz, gemimiz tamtakır. Yelkenlerimizi kaybettiklerimle şişiriyorum. Bir deniz üstündeyiz. Gemi fırtınaya yakalanmış. Günü onun terli teninde bitirdim ben, sonrası yok, hatırlamak istemiyorum. Sonra ben yine kaldığım barakanın yolunu tutacağım, sonra barakanın duvarlarına sabaha kadar olmadık resimler çizmeye devam edeceğim. Duvarlar dolunca yaptığım badananın beyazlığına küfrediyorum. Her yeni resmimin, eski figürlerimin mezarı üzerine kuruluyor olmasını bir türlü kendime yediremiyorum. Bir duvarcı ustasını kafalasam, bana bir temiz duvar yapsa, sayfaları olsa, indeksini ben yapsam, sıkıldıkça duvarları birer sayfa gibi açıp geçmişimi seyretsem. Bir gün resme dökecek bir şeyimin kalmaması korkutuyor beni, boyaların anlatamayacağı, hiçbir rengin açıklayamayacağı bir durağa uğramak düşüncesini kafamdan atamıyorum. Rüyalarıma giriyor, fırçayı boyaya batırıyorum, duvara sürene dek kuruyor fırça. Boyadan değil diyorlar senin artık pilin bitmiş, gülüşüyorlar, dağıtıyorum suratlarını, bu defa da dökülen dişler gülüşüyor. Uyanıyorum. İşe giderken cebimdeki sigara paketine uzandığımda elime gelen ip boğazımdaki karıncalanmayı hatırlatıyor yine. Artık benim de bir tikim var. İpi kaldırıp atıyorum sedirin üzerine. Duvarda çizdiğim sokak resminin bir yerine kafamda bir direk yerleştiriyorum. Sokak lambası yapmayacağım o direği. Belki bir telefon direği olacak, duyuşamayan insanların anlatamadıklarını anlatacak. Evden çıkarken aklımdaki bu ayrıntıları bir gün bir yazarın yazabileceğini düşünüyorum. Söylenmemiş söz, kurulmamış hayal var mı ki bu dünyada? Bunu düşünmeyi bırakarak, akşam pasajın önünde buluyorum kendimi yine. Güvenlikçilerle kesişmiyorum, artık güvenlikleri için bir tehlike arzetmediğimi anlıyorum. Akşam kalabalığında koşuşan insanların neye güldüklerini, ağladıklarını, ne yediklerini, nereye koşuştuklarını, niye koştuklarını biliyorum. Boğazımda yine bir karıncalanma. Onun bir gün gözlerimden kaçacağı düşüncesi ile ürperirken saat sorduğum adamın önündeki oyuncaklar bana hiç ulaşamayacağım, tatmayacağım bir duygunun olduğunu hissetiriyor. Aklımdan çocuğuma oyuncak alma ihtimali geçerken bu olmayacak şeye takılıyorum. Köküm de belli değil zaten, ve duvarlardaki resimlerden başka bu dünyaya bir iz bırakmadan gideceğim düşüncesi rahatlatıyor. Köküm yok, kök de bırakmayacağım. Bugün hastaymış gelememiş. Pasajın önünden ayrılırken eski pazara uğrayıp barakanın uzanamadığım yükseklikteki yerlerini de kullanmak için bir sandalye almayı düşünüyorum. Bulduğum sandalye işe yarıyor. Artık uzanıp yukarıları da boyayabilirim. Lambam ise hala ortalıkta. Tavana bir kanca tutturup lambayı yukarı çıkarmalıyım. Köşe biriken şişelerle birlikte bizim amatör yazar, korsan kitap tüccarı geliyor aklıma. Her hafta sonu haftalığının yarısını bir tekel bayiine bırakıp şişeleri şıngırdatarak gelir. İçeriz, benimle iyi içiliyormuş, kafa şişirmiyormuşum. Anlattıklarını gözlerimle anlıyormuşum, biliyormuş. Aynayı alıp baktım gözlerime, bu gözlerde ne var? Çözülmüş bir sırrın mahzun duruşu gözlerimin orta yerinde. Beni şaşırtan bir şey kalmadı sanki. Her şey yerli yerinde, kitabınca, şu kurulu tıkır tıkır işleyen hayatta peşinden sürüklenecek hiç mi bir şey yok? O peki? O bir gün gidecek biliyorum. Tedirginliğini bende bırakacak, avuçlarımda eriyecek bana bıraktığı son şey de…Sonra..Sonrası yok işte. Boğazım karıncalanıyor. Şişenin birinin dibindeki birayı yudumlayıp, yazarın son hikayem diyerek bıraktığı kağıda uzanıyorum. Uzayıp giden iç dökmesinin ardından bir paragrafta takılıyorum.