bildirgec.org

hüzün hakkında tüm yazılar

Bu Hiçkimsenin Hikayesidir!

alaban-hafif | 03 January 2003 17:31

Ben avucumdaki terli elinin tedirginliğini avuçluyordum. O ise bende bir erkeğin sert, nasırlı ellerini. Yine sokaklarda başı boş köpekler gibi dolaşıyor, bu yersiz yurtsuz sevdamızı kusacağımız bir dulda arıyorduk. Az sonra gün akşamla öpüşecek, bir iş bulmayı başarabilenler evlerine dönecek, kalmış sevgi kırıntılarını yemek yedikleri kapta katık edip, söyleyemedikleri sözcüklerin hazımsızlığıyla ağrılar çekeceklerdi. Bizim için akşam yoktu. Karanlık ilgilendiriyordu bizi. O, şehrin üzerine çekilecek olan kara perde. Sonra bizim sevda oyunumuz kim bilir hangi kapalı mekanda gösterime girecekti?

Benim neyimi sevdiğini bilmiyorum. İşim yok, çirkinim, sihirli, süslü sevda sözleri fısıldayamam. Geleceğim yok. Geçmişimi bana yabancı. Gözlerimmiş dediğine göre. Baktım mı içine bakıyomuşum, karşımda kendini çıplak gibi hissediyor, beni sevdikçe çıplaklık duygusundan kurtulacakmış gibisine geliyormuş. Anlamıyorum bunu, bakma o zaman gözlerime dedim bir gün. Bırak git beni. Ağlayarak giderken onsuzluk, kendini hemen sol yanımdaki boşlukla belli etti. Sonra yine çalıştığı dükkanın bulunduğu o pasajın kapısında buldum kendimi. Akşama kadar bekledim. Güvenlik görevlileriyle inceden inceye kesiştim. Akşam olup da o işyerinden çıkarken hiçbir şey söyleyemeden yine o soğuk ellerimiz buluştu, ısındı. Şimdi akşam çökerken yine bir apartman bodrumu arıyoruz. En son birlikte olduğumuz apartmana doğru gidiyor ayaklarımız. Alt katta benim büyütüp sonra artık besleyemeyecek duruma gelince bir apartmana gelin yolladığım köpeğin sahibinin apartmanı. Bodrumunda su saatlerini tamir ettiğimde henüz onu tanımıyordum. Burası da benim bir işyerim sayılır. Gözlerden uzak bir yer ararken gel seni işyerime götüreyim demiş ve onun anlamsız bakışları altında kendimizi burda bulmuştuk. Yine bodruma iniyoruz. Sonra tomurcuklar açıyor, taze yeşil yapraklar dal uçlarında bitiyor, ıssız sokaklar yerli yerinde, işçiler gece vardiyasında, biz kendimize birbirimizden evler yapıyoruz. Sessizlikten, karanlıktan ürktüğümüz yok, kendi soluk alıp verişimiz bize en büyük armağan. Bodrumun karanlığında elim bir kalın ipe takılıyor. Bir elim saçlarında, diğerinde ipin burgulu dolanan tenini okşuyorum. Bir yanım sıcacık, bir yanımda bilmediğim bir yolculuğa çıkmanın heyecanı. ‘Bu oğlanda korku morku yok anam, bu oğlan bir afat’ derlerdi kadınlar. Küçükken elimle öldürdüğüm yılanlar geliyor aklıma, sonra şehre geldiğimizde o büyük evlerin bahçeleri ve meyveler. O meyve bahçelerine dalmakla geçerdi bazı günlerimiz. Bir defasında daldığımız kiraz ağacının bahçesinde yine oynaşırken üstümüze gelen köpekle bölünürken yasak zevkimiz, yine yalnız kalmıştım. Kaçmadım, niye kaçmadım bilmiyorum. Köpek üstüne gelirken ben onun ne kadar güzel bir hayvan olduğunu düşünüyorum. Sıktığım boğazıyla birlikte köpeğin gözlerinden boşanan yaşlar sıkılı elimi gevşetmiyordu ama içimde bir şeyleri eritiyordu. Sadece kendimden korkuyordum ben. Köpek yanıbaşıma düştüğünde ben de cebimden üçgen mendilimi çıkarıp bacağımdaki yaraya sardım, kirazlarımı şehit olmuş köpeğin üzerine serpiştirdim. Bodrumun karanlığında onu saran ellerim birden bacağımdaki yaraya uzanıyor. Boğazımdaki karıncalanmanın ipi okşadıkça geçtiğini farketmemle ipi toplayarak montumun cebine atmam bir oluyor. Bodrumdan dünyaya açılıyoruz, gemimiz tamtakır. Yelkenlerimizi kaybettiklerimle şişiriyorum. Bir deniz üstündeyiz. Gemi fırtınaya yakalanmış. Günü onun terli teninde bitirdim ben, sonrası yok, hatırlamak istemiyorum. Sonra ben yine kaldığım barakanın yolunu tutacağım, sonra barakanın duvarlarına sabaha kadar olmadık resimler çizmeye devam edeceğim. Duvarlar dolunca yaptığım badananın beyazlığına küfrediyorum. Her yeni resmimin, eski figürlerimin mezarı üzerine kuruluyor olmasını bir türlü kendime yediremiyorum. Bir duvarcı ustasını kafalasam, bana bir temiz duvar yapsa, sayfaları olsa, indeksini ben yapsam, sıkıldıkça duvarları birer sayfa gibi açıp geçmişimi seyretsem. Bir gün resme dökecek bir şeyimin kalmaması korkutuyor beni, boyaların anlatamayacağı, hiçbir rengin açıklayamayacağı bir durağa uğramak düşüncesini kafamdan atamıyorum. Rüyalarıma giriyor, fırçayı boyaya batırıyorum, duvara sürene dek kuruyor fırça. Boyadan değil diyorlar senin artık pilin bitmiş, gülüşüyorlar, dağıtıyorum suratlarını, bu defa da dökülen dişler gülüşüyor. Uyanıyorum. İşe giderken cebimdeki sigara paketine uzandığımda elime gelen ip boğazımdaki karıncalanmayı hatırlatıyor yine. Artık benim de bir tikim var. İpi kaldırıp atıyorum sedirin üzerine. Duvarda çizdiğim sokak resminin bir yerine kafamda bir direk yerleştiriyorum. Sokak lambası yapmayacağım o direği. Belki bir telefon direği olacak, duyuşamayan insanların anlatamadıklarını anlatacak. Evden çıkarken aklımdaki bu ayrıntıları bir gün bir yazarın yazabileceğini düşünüyorum. Söylenmemiş söz, kurulmamış hayal var mı ki bu dünyada? Bunu düşünmeyi bırakarak, akşam pasajın önünde buluyorum kendimi yine. Güvenlikçilerle kesişmiyorum, artık güvenlikleri için bir tehlike arzetmediğimi anlıyorum. Akşam kalabalığında koşuşan insanların neye güldüklerini, ağladıklarını, ne yediklerini, nereye koşuştuklarını, niye koştuklarını biliyorum. Boğazımda yine bir karıncalanma. Onun bir gün gözlerimden kaçacağı düşüncesi ile ürperirken saat sorduğum adamın önündeki oyuncaklar bana hiç ulaşamayacağım, tatmayacağım bir duygunun olduğunu hissetiriyor. Aklımdan çocuğuma oyuncak alma ihtimali geçerken bu olmayacak şeye takılıyorum. Köküm de belli değil zaten, ve duvarlardaki resimlerden başka bu dünyaya bir iz bırakmadan gideceğim düşüncesi rahatlatıyor. Köküm yok, kök de bırakmayacağım. Bugün hastaymış gelememiş. Pasajın önünden ayrılırken eski pazara uğrayıp barakanın uzanamadığım yükseklikteki yerlerini de kullanmak için bir sandalye almayı düşünüyorum. Bulduğum sandalye işe yarıyor. Artık uzanıp yukarıları da boyayabilirim. Lambam ise hala ortalıkta. Tavana bir kanca tutturup lambayı yukarı çıkarmalıyım. Köşe biriken şişelerle birlikte bizim amatör yazar, korsan kitap tüccarı geliyor aklıma. Her hafta sonu haftalığının yarısını bir tekel bayiine bırakıp şişeleri şıngırdatarak gelir. İçeriz, benimle iyi içiliyormuş, kafa şişirmiyormuşum. Anlattıklarını gözlerimle anlıyormuşum, biliyormuş. Aynayı alıp baktım gözlerime, bu gözlerde ne var? Çözülmüş bir sırrın mahzun duruşu gözlerimin orta yerinde. Beni şaşırtan bir şey kalmadı sanki. Her şey yerli yerinde, kitabınca, şu kurulu tıkır tıkır işleyen hayatta peşinden sürüklenecek hiç mi bir şey yok? O peki? O bir gün gidecek biliyorum. Tedirginliğini bende bırakacak, avuçlarımda eriyecek bana bıraktığı son şey de…Sonra..Sonrası yok işte. Boğazım karıncalanıyor. Şişenin birinin dibindeki birayı yudumlayıp, yazarın son hikayem diyerek bıraktığı kağıda uzanıyorum. Uzayıp giden iç dökmesinin ardından bir paragrafta takılıyorum.

Aşk Bitermi :2: Biter Hemde Bal Gibi!

freefreshfish | 06 March 2002 10:19

Kapı çaldı. Uyandım, sabah olmuş. Açtım. Bir iki saniye sesim çıkmadı. Elimden fotoğrafı attım. Kapıyı çarpıp içeri girdik. Kapı çaldı. Komşu bir şeyin yok ya dedi. Sevgilim var dedim. Kapıyı kapayıp döndüm. Seni seviyorum dedi. Seni seviyorum dedim.

Dolu-dolu bir günün ardından şiddetli bir sevişme gecesi yaşandı. Birbirimizsiz geçen altı ayın acısı çıkarıldı. Yaşanan sorunlardan hiç söz edilmedi. Sanki bir daha yaşanmayacakmış gibi, sekiz top süngerle olay kapatıldı. Tekrar aşık olundu. Tekrar sevişildi, günün hangi saatinde olunduğu umursanmadan. Seni seviyorum dendi, takriben üç milyon kez. Hem de adam başı. Mışıl uyunurken saçlar okşandı, yüzler seyredildi. O gün yaşadığım en mutlu gündü galiba.

Aşk biter mi? Biter, hem de bal gibi.

Soğuk geliyor dedi. Balkon kapısı açıktır dedim. Yoo, kapalı, kafanı televizyondan kaldırırsan görürsün dedi. Kaldırdım ve gördüm. Süngerler eskimiş dedim. Ne dedi. Süngerler dedim yarın sekiz top daha alırım. Tamam da dedi yarın benle iş yemeğine gelmen lazım. Yarın finaller var gelemem dedim. Okulun yeni açıldı ne finali dedi. N.B.A. finalleri dedim. Beni ihmal ediyorsun dedi. Off bee! dedim. Bağırma bana dedi. Sana bağırmadım, harika bir basketti, kendimi tutamadım dedim. Beni ihmal ediyorsun dedi. Tamam yarın süngerlerim dedim ya dedim. Uzun bir sessizlik yaşandı. Bu benim işime geldi, maçı sonuna kadar rahatça seyrettim.


Aşk biter mi? Biter, hem de bal gibi.


Off bu da olmuyor dedi. Ne dedim. Elbiselerim dar geliyor artık, yarın ne giyeceğim yemekte dedi. Rejime başla, yarın bir daha dene dedim. Hiç komik değilsin dedi masadaki pastadan bir lokma daha alıp. İyi geceler dedi. Sana da dedim.

aşk karanlık bir tüneldir

hüzünbaz | 06 March 2002 10:19

Nasıl başladı biliyorum.
Bir gazetenin haftalık ekinden kesip masasının başucuna bantları o ufacık duygu selini önce. Günlerce kaldı orada, zavallı bir halde, yapayalnız.
Arada bir gözü takılıyordu ona kuşkusuz. Benim de.
Vatanı insan olan bir sürgündü. Öyle yazıyordu, 4×5 lik bir kağıt parçasında.

İsimsiz bir yanıt gönderdi bir gün o adrese.Bekle beni dedi, yine yazacağım…
Günlerce yazmadı ama. Haftalarca. Aylarca. O kağıt parçası hala duruyordu öylece, gelip geçtikçe yanından bekliyorum diyerek, eskiyip sararmayı sürdürerek.
İlkyaz geçti. Yaz zaten geçiverirdi. Ve güz geldi.

Alışkılar birbiri üstüne bindi, ezerek bir alttakini, doldurarak dağarcığına gündelik hınçlarını.

Günü birtakım telaşlarda geçirdiğini biliyordum, iş dışındaki günü, görevlerini. Görev bildiklerini sadık bir köle gibi uygulamaya şartlıydı oldum olası. Nelerdi onlar? Sıkça düşündüğüm, yanıt aradığım, bulduğum yanıtlara ise ad veremediğim bir soruydu bu aslında. Evden çıkarken ya da günün herhangi bir zamanında telefonla verilen yönergelerdi bunlar. Satmayı düşündükleri daire için gazetenin ilan bürosuna uğramayı unutmamalı, kiraya verecekleri çatı için de. Yayınevinden sözleşmeyi de alacak, bir miktar ödeme yapsalar iyi olur. Pipo tütünü bir de. Kedilere ciğer. Gecikir mi acaba?

Çıkmazlarını seziyordum. Yine de seyirci olmaktan öteye geçemedim. Sanırım kendisinin bile farkında olmadığı, ya da yavaştan yavaştan farkına varır gibi olduğu bir gizil baskı altındaydı. Tetikte. Uyandı uyanacak.

Görünürde sorunsuz, çoluklu çocuklu, canımlı cicimli bir yaşam. İyi güzel. Kötü olan, kale içinde oluşu. Dört duvarın dışında büyü bozuluyor, gerçek yaşam başlıyor. Aldatmaca bitiyor. Eviçi ilişkileri çoklu ilişkilere, dostluklara dönüştüğünde uyuyan dev uyanıyor, bir gözünü açıp dilindeki zehiri dışa vurmakta hiçbir sakınca görmüyor. O zaman insan en kötü insan bir yaratık, insan bir pislik o zaman.

Hep düşündüm, düşünüyorum, onu tanıyıp sevdikten sonra. Onca zaman nasıl olup da sürdürür öylesi bir birlikteliği diye. Dolum noktasına ancak geldiğine karar veriyorum o zaman, bu noktayı çok geç bulduğuna.

Bir erkek, bir kadın, iki çocuk ve üçü yavru beş kediyi kapsayan onbeş yaşında bir evlilik.
İyi günleri olmadı mı? Oldu, kendilerine göre. Bir arada olduklarında. Çevreden soyutladıklarında bedenlerini ve kişiliklerini. Ama ülkenin üç büyük kentinden birinde , en kalabalık olanında yaşayıp, buna rağmen inziva yaşamı sürmek ne ölçüde olasıdır ki?
Olasıdır dedi adam ve asla taviz vermeksizin bunu kanıtlamaya girişti. Eve kapandı ilk iş. İşini eve taşıdı. Kadın dışarıda çalışıyordu, bu yeterliydi. Öyle ya, dışarısıyla bağlantılar da gerekiyordu. Örneğin marketten yiyecek ve içki almak gibi. Her gün ciğerciye uğramak gibi. Daktilosunun başında (henüz bilgisayarlar yaşamdan çok uzaktı) saatlerini verdiği çok edebi best-seller çeviriler karşılığı kazandığı paralar da yayınevine gidilmeden alınamıyordu o yıllarda. Ve o paralar dairelerine bir daire daha ekleyecekti.

Adamı tanımak, gerçek anlamda yani, olasızdı. Kadın için bile. Ama o, tanıdığını sandı. Öylesine büyük bir yanılgıydı! Korkunç acılar getirdi beraberinde. İnsan denenin olaylar karşısındaki tepkilerini ölçmek, -sıradan insanınkileri bile- olanaksızdır kimi zaman. Hele hele o kişi sıradan biri değilse!
Sıradanlık deyince; toplumun değer yargılarının bizi nasıl etkiyip yönlendirdiğini, ahlak anlayışının değişmezliğini, alışılmışın ve oturmuşluğun tersyüz edilivermesi halinde ise ortaya çıkacak olumsuzluğun sapkınlığa dönüşmesini düşüncelerde ve duygularda, kitaplarda ve yasalarda, göz ardı etmek mümkün olabilir mi? Önce adam göz ardı etti, sonra kadın.

zaman’lamalar

pessoa | 14 February 2002 23:51

“zaman zaman git,

zaman zaman gene gel…”

Başka bir şimdi’miz olsaydı… Tercihlerin çatallandığı yollar hep farklı şimdilere götürseydi bizi, yolun başında durduğumuzda “gelecek” gibi gözüken. Nedir zaman bizim geçip gidenimizden başka? Saatlerdeki tüm kumlar tükendiğinde ters yüz edilen vakitlerle günü sonlandırmak için aynı noktada buluşması şart olan iki çizgi arasındaki fark nedir?

Herşey akıyor ellerimden, zaman rüzgar olup geçiyor saçlarımın arasından ya da rüzgar zamanın elleri oluyor mu demeli, yüzümü okşayan? Geriye dönüp bakmak, yağmurdan ıslanmış camın arkasından sokağı seyretmek gibi, eski bir sokak lambasıyla aydınlatılan. Oysa aynaya baktığımda gördüğüm “zaman geçmiş olmalı üzerimden” dedirtecek kadar aşikar kılıyor herşeyi… Zaman geçmiş olmalı üzerimden, rüzgarın elleri yüzümde, son kullanma tarihimi bilemiyor oluşum bir yoğurt olmamadan ileri geliyor olsa gerek; çünkü ortalama tüm yoğurtlar üretim tarihinden sonraki bir hafta içersinde tüketilmelidir. Tüketildim mi? Tükettim mi kendimi? Ama duruyorum burada hala, ellerim benim, gözlerim de… Benim herşey aynaya bakmadıkça, fotoğraflara göz gezdirmedikçe… Çünkü zaman kokuyor buram buram tenimde, zaman vücut buluyor bende. Ben zaman oluyorum, zaman ben oluyor üzerime bıraktığı izlerde.

Giderlerdi, ben de kardeşimle evde kalır, onların gelmelerini beklerdim. Kararırdı gökyüzü, sessizleşirdi sokaklar ve oyunlar tüketilirdi bir bir… Sanki herşey durunca ya da susunca zaman daha görünür kılardı kendini. Ölüme en yakın durduğunda hayatın netleşmesi bakışında ya da hayata en çok gülümsediğinde ölümün dokunması zihnine… kalbine… Gecikirlerdi ve susardı tüm oyunlarımız. Televizyonumuz yoktu evimizde, çizgi film seyretmek için komşumuza gidebilirdik ama vakit geçirmek için televizyonlarını ödünç isteyemezdik. Perdenin arkasına geçip yüzümüzü cama dayar sokaktan gelip geçen arabaları saymaya başlardık. On araba sonra gelecekler, derdik: gelmezlerdi; yirmi araba sonra gelecekler, derdik: yine gelmezlerdi… Beklediğimiz vakitte hiç gelmediler. O günlerde zaman dakikalarla değil arabalarla ölçülürdü… O günlerde annem ve babam onlara tanıdığımız araba kontenjanını hep aşarlardı; bunu da hiç bilmezlerdi.

Kol saatlerimiz oldu sonra ve renkli televizyonumuz. Vakit nasıl da su gibi akıp geçiyordu öyle: hep yetişemediğimiz bir yerler, bir şeyler, birileri oluyordu; oysa “hiçbir yerde hiç kimse bizi beklemiyordu”. Belki bu beklemeyiş bizi zamanla yarışa itiyordu. Zaman yetmezliği kol geziyordu şehirde… Sahi Allah aşkına, tüm bu insanlar hep birden nereye koşturuyordu? Neydi bu acele? Yirmidörde böldükleri günler, otuzardan saydıkları aylar yetmiyordu. Yetişmiyordu: elde avuçta hep sıfır vardı. Bereketi mi kaçmıştı günlerin? Bazen bir durgunluk çökerdi üzerime, derdim ki hep başka şimdiler olsaydı her tercihin sonunda, başka zamanlar hayal ederken bulurdum kendimi… Gizli bir kapı arıyordu gözlerim boşlukta, daha bereketli zamanlara açılan bir kapı…

Zamandan kurtulmak istedikçe “kol saatini evde unutma” oyunu oynardım ve sonunda hep mızıkçılık yapardım. Kendime yakalanırdım, gözüm kayardı otobüste oturan birinin kolundaki saate. Kuralları hep ihlal ederdim. Zaman kum olmuştu sanki, akreple yelkovan arasında sıkışmıştım. Sanki ne olacaksa o anda olmalıydı: saat “onüç sıfır sıfır” şimdi haberlerdi, şimdi yatma vaktiydi, şimdi sorunları çözme, şimdi yaşamanın tam zamanıydı, şimdi yaşanmazsa ne zaman yaşanacaktı? Saat “ondört yirmiüç” şimdi aşk zamanıydı. Şimdi tam zamanıydı. Ama ne kadar beklesem gelmezdi, ne kadar koşsam yetişemezdim, ne kadar dursam o kadar sıkıntı birikirdi içime ve ne kadar unutsam o kendini hatırlatırdı adamın birinin kolunda olsa bile…

Oysa neydi ki zaman? Zaman kaybolurdu dört tarafı denizlerle çevrili bir kara parçasının simsiyah göğünde. Yarınlara gebe olmayan gecelerde… Bir yerlerde, başka zamanlar hayal edilmişti. Ben doğmuştum, yaşıyordum ve üzerime siniyordu hayat. Hiçbir zamanlama benim ajandama göre değildi, herşeyin başka bir yerlerde oluşu ve sonra görünüşü vardı benim hayat dediğim aynada. Ben Tanrı’nın düşüydüm, dünyaya düştüm ve hayat “bir rüya olmuştu sevdanın gergefinde”…

Zaman neydi ki üzerimde taşıdıklarımdan başka… Kardeşimin kocaman adam olmasından, babaannemin ölmesinden, kentlerin büyüyüp insanları yutmasından başka…

Bir kum saatlik örüm kaldı; ama kaç kum taneciği saklıyor o saat içinde, bunu ancak gökyüzündeki bütün yıldızları tek başıma sayabildiğimde öğrenebilirim. Zamandan azat olacağım son kum tanesi uykuma düştüğünde…

Giderek götürenlere sevgilerle..

MEACULPA | 31 December 2001 08:57

“Hiç bilmediğim bir kentin nehrinin kıyısında, sensiz yürürken, göz yaşlarıma boğulsam ve sen bunu hiç bilmesen. Her yerde seni ararken -dertlerim yetmezmiş gibi – seni bulamasam. Issız, tenha, sensiz yollarda, çaresiz, bitkin, -sadece- düşünsem. Kimsesiz, yorgun, yaşamın anlamını aradığım o şehirde, -ellerin ellerim de değilken- yönsüz yürüsem….

Hiç bilmediğim bir kentin her hangi bir yerinde, gözlerin başka birine baksa, düşlerim yine yıkılsa ve yaşamın tüm zorluğu döndürse çığlıklara. Kaybolsam hiç bilmediğim o kentin tam ortasında (ama) yine de seni arasam çaresizce bütün gece. Uykusuz, soğuk, bitmiş günlerde, her on dakika da bir arasam seni, her on dakika da bir tekrar yıkılsam….açılmayan telefonlarla “bu sefer bulacağım” diyen umutlarımı kapatsam…

Hiç bilmediğim bir kentin tüm sokaklarını gezsem, en çok bildiğimi sandığım “seni”, henüz bil(e)mediğimi anlasam. Bilmenin veya bilememenin artık bir önemi olmasa o şehirde. Tüm umutlarımı kaybetmeye birkaç telefon kala, yalnızlığın sebep olduğu hastalığım gene beni sarsa, alyuvarlarım yuvarlanmaz olsa..

-senin yüzünden- fazlasıyla sıvı kaybettikten birkaç gün sonra, geçmişimden hiçbir parçamın olmadığı başka bir bilmediğim yere gitmek üzere, aklımda yarım kalmış binlerce hayalle ve geldiğime benzer bir trenle O kenti terk etsem. Ve bir daha seni hiç görmesem…

…”seni çok özledim lütfen gel” diye beni o hiç bilmediğim kente çağıran ve geldiğimde –nedensizce- ortadan kaybolup, benim için anlamını yitiren sen olsan.

Ve ben bu sayfadaki bütün cümleleri (istemesem de), terk edilmenin bir zaman sonra gelen basitliği, ve giden üzüntüsü sayesinde di’li geçmiş zaman ekiyle bitirsem.”

Gidenler

hüzünbaz | 24 December 2001 19:53

Ne zaman yağmur yağsa, yıldızlar ıslansa gecenin sessizliğinde, gidenler kaplar hayalleriyle her yanımı…

Ne zaman yağmur yağsa, yıldızlar ıslansa gecenin sessizliğinde, gidenler kaplar hayalleriyle her yanımı…

Bir limandayım, nereye gideceğini bilmediğim “gemiyi” bekliyorum. Çevremde siluetler var, yüzleri belirsiz, gözlerinde ufuk. Günbatımı hayaller kuruyorlar ve kalabalıkların arasında yapayalnızım. Ne yana baksam hiçkimseyi görüyorum ve güneşin karanlığı gözlerimi alıyor. Bulutlarsa kendi halinde, “gemilerini” bekliyorlar. Gece bile sahipsiz, martılar ekmek derdinde. En masumuysa şarkılardı sevgilinin yosun gözlerine adanmış. Yine yanlış limandayım, sırt çantamda buruşmuş resimler…