bildirgec.org

hayat hakkında tüm yazılar

çalışmak istemiyosun ama

shmoo | 25 June 2002 22:19

Uğramayalı trenin ucunu kaçırmışım çoktan. İş hayatına yeni atıldım, yani okul bittikten sonraki ilk ciddi işim. Okulda hikayesine Italyan restoranında çalışmıştım, nasıl güzeldi. İstediğim zaman istifa edebilme özgürlüğüm mutlu etmez miydi hiç beni. Şİmdi bankacı oldum, bankaların battığı harikulade bi dönemde. Ne kadar kasıcı bişeymiş çalışmak. 15 senedir aynı yerde çalılanlar var ki kendimi düşünemiyorum. 15 sene aynı yerde, aynı yol, herşey aynı. İstikametim de pek gizemli zaten. Mısır çarşısı,turistler, kuşlar, vapurlar, dumanlar, martılar …Bi yandan mutlu eder, bi yandan dopdolu bi hüzün verir. Artık hafife de doğrudüzgün bakamıyorum. Misal şu an bütün ahkamlar benim şu dakikadaki. Niye? çene çalasım var çünkü. Yetişemiyorum, linklere, ahkamlara. Eskiden işe girince akşamüstleri de spor yaparım falan diyodum ama hikaye tabii. Nereye, yavaş yap. Pestilim çıkıyor, rutin bi işte çalışmak kadar saçma, hayatı anlamsız kılan bişey yok. Sevsen de boş, acaip bi kısıtlama. Beden gücüyle yapılan işleri daha çok benimsiyorum. Tabii kafamdaki pasta börek falan yapmak, inşaat işçileri falan tam tersini düşünüyor olsa gerek. O yüzden takasla işlerin hallolduğu eski bi çağda yaşamaya özlemim var. Sen şu koyunu al, ben yarın yapıcam senin işini. Ne güzel, oh mis, tarla falan ekersin, biçersin ,sonra biçtiğini yersin. Bi de bembeyaz mermerlerdense harika olabilirdi, ama nedendir bilinmez bu çağdayım işte. Küller altında kalmaya değerdi.

Yolda yururken,.. (sms!)

LuCiuS312 | 19 June 2002 12:16

Yolda yururken bir bagyan saat ne kadar dedi gayri ihtiyari 200 dedi nasi yani oldu pardon 11:45 dedim napiyim o kasindi ne kadar diye saat mi sorulur

yaşam dedik de ne ki anlamı

LuCiuS312 | 25 May 2002 09:46

YAŞAM dedik yaşıyorum dedik hatta abarttık “düşünüyorum öyleyse varım”…

YAŞAM dedik yaşıyorum dedik hatta abarttık “düşünüyorum öyleyse varım”bile dedik ama nereye kadar be güzelim düşünüyorum varım da ne diye varım adı bile hafif olan bir siteye yazmak için mi varım; bu tuş yığınında parmaklarımı yormak, monitör denen nükleer santralın karşısında gözlerimin ömrünü kısaltmak,başbakanı hasta oldu diye ekonomisi taaa himalayaların tepesinden düşer gibi düşen bir ülkede yaşamak için mi VARIM!!!.

Çok mu acıklı oldu ne ??

Ama zaten demezler mi gerçekler acıdır diye. Ben her zaman bir söz söylerim. Hayat tanrı tarafından eline verilmiş bir lastik top gibidir. O topu ister yere atar tutar, ama kısa zamanda parçalarsın. İster tepelere tepelere fırlatır olabildiğince yükseltirsin hayatını. Ya da ben öle de böle de yoruluyorum dersin ve duvara atıp tutarsın bir istikrar getirirsin hayatı aşındırma sanatına. Ama sen elinde lastik bir topla ne yapsam diyetakılıyorken birileri gelip (ki muhtemelen son af yasası sayesinde hapisten çıkalı 32dakika 26 saniye olan bir yankesici ya da gaspçı olur onlar) elinden topu alırsa ben atmıyorum kardeşim topumu sağa sola. Zaten atamıyorum ki attırmıyorlar ki. Yok abi vazgeçtim.Deli bir iştahla yazmaya başladığım bu yazıda neler yazayım diye düşünürken bile aklıma gelenler miğdemi bulandırıyor. Yeter artık kusmayacağım yaa. Zaten her akşam evime girdiğimde bir izolasyon bir dezenfektasyon, iki partide depresyon sonrası masumluğa adaptasyon yaşıyorum. Daha fazla bir motivasyon yaşamadan gıcık olmaya, ben de bu yazıyı burda bırakıyorum…

kalbim…

Paga | 09 May 2002 13:20

Son altı yıldır; her an, neredeyse, kalp atışlarıma denk gelen bir biçimde, anımsamaktan yorulmadım…
Ama korkuyorum. Unutamamaktan korktuğum kadar; unutmaktan da…

Evet: Yorulmadım…
Aslında bu kelime yeterli mi? Neyi anlatır?
Ne kadar güzel gülerdi örneğin; yorgun argın ona bakardım ve: “Zihnim titreyen bir muhallebi gibi” derdim… Korkunç bir güzellikle gülerdi…
Onu o kadar önemserdim ki; geleceğim dediği zamandan bir kaç dakika geç gelse, ben yarı ölü durumda olurdum…
Hayatım boyunca hiçbirşeyden; onun bir daha gelmemesi kadar korkmadım…
Ve altı yıldır onu görmüyorum ve görmeyi de düşünmüyorum. Düşünemiyorum demek daha doğru…
Ya hayat?
Peki bunu niye yapıyorum şimdi, sayısız insanın göreceği, bazılarının okuyacağı, ve hatta bazılarının anlayacağı bu kaygıyı ya da adı her neyse; harfler aracılığıyla, ışıklı bir cama yazıyorum ve sonra ‘Yolla’ yapacağım…

Harflerin macerası başlayacak…

Eğer becerebilirsem; bunu hep yapacağım ve belki, daha az ve ya da daha çok acı çekeceğim…
Sanki birilerine yaralarımı göstermişim gibi, ortalıkta tuhaf bir durum…
Babam öldüğünde öyle sanmıştım; 17 yaşımda; 20 yıl geçmiş ama dün gibi… Herkes beni gösterip ‘babası ölmüş’ diyordu sanki… Dünyanın algısı farklılaşmıştı…
Eve geldiğimde o olmayacaktı ve sonra bir daha hiç o olmadı evde…
Ama yine de; sevgilimin, artık bir daha gelmeyeceği gün daha korkunçtu; evet işte biraz da sorun bu; babamın ölümünden ve yokluğundan da acıydı bu ve hala öyle…
Babamın yüzünü anımsamıyorum; çok zaman oldu ve neredeyse hiç düşünmüyorum ya da düşündüğümde acı çekmiyorum…

Ya o?

Altı yıl süren gerçek bir ilişkinin acısı; altı yıl sonra da ilk günkü kadar sahici duruyorsa…

Sanırım mutlu olmalıyım: Acı çektiğim için değil…
Acı çekmeye değecek bir aşk yaşayabildiğim için…

şaşkın

futur | 02 May 2002 23:22

Akıl gün geçtükçe daha anlamsız ve işlevie yöneliklik bir yana bir mikrodalda fırın gibi geliyor.

İhtiyacın olmadan düşünceler, karmaşıklaşan hayaller, üretilen yeni bir hiç daha; rüya görmeye başlamamla birlikte, hayatımın boktan bir hal alışı aynı günlere rastladı. Günler karanlıklaştı, geceler renklendi. Kabus bile gördüm sayesinde, evet, anlamak kolay geliyordu birçok şeyi, birçok şeyle geçmişimi birleştirmek; bir karıncayla bir tuğla arasında dahi bir takım bağlantılar mevcut hale gelmişti. Ne istediğimi bilemiyordum ama yinede….. Belkide en az bilendim..

Oynamak istiyordum ama asla kaybetmek istemiyordum. Karıncalar, bir buğday başağı, sulanan çimenlerin kokusu, kadın kokusu, esen yelin kokusu ile anılarını bana verişini düşünüyorum şu günlerde, halim iyi değil…. Ama delirmek yok kurgumda, gelecekte yalnızlık da yok, tüm bunları beni seven ve sevmeyenlere borçluyum.. Tüm anlaşılırlıkları ile anlaşılmaz kıldığım dünyada ölmek en güzeli…. ölmek zamanı gelince… hapsolmadığım ama yine de inşa ettiğim hücremden bakmıyorum bu dünyaya, onun kaidesinin tam yanındayım. İnsan en büyük sorum, ve cevabına en yakın olduğum soruymuş. Tüm yapılanlar çok açık geliyor, belki de belirlenimci; ama heyecanımı yitiremem belirlenim tuzağıyla…. Heyecansız bir deli olamaması, bana delirme ihtimalinin yüksek olduğunu hissettiriyor. Ne dediklerini düşünüyorum, ben yarattım bu kurguyu sorumlusu benim, kızamam yaptıklarına…. Ben yeniden anladım bu güzel dünyayı.. Bir daha yarattım hiç bir referans göstermeden. Kaynak: benim o kadar…. Sormayın nerden bildiğimi, şaşırmayın bildiklerime; bana şaşırmaktan daha kolay şaşmalısınız, hücre birlikteliğinize…..

Siniftan kisa ,.. (sms!)

kush-hafif | 12 April 2002 15:47

Siniftan kisa bi diyalog a: Abi ya por$un icinde 520 at varmi$.Nasi sokuyolar atlari? b: Olm onun aleti war kari$ik bi$i gavurlar yapmi$ i$te. a: ha!

bahar, aşk ve jazz…

jaded | 02 April 2002 21:00

açıkçası ne oluyorsa, başıma ne geliyorsa ismimden dolayı.. bahar gelecek diye 3 kez düşüp 3 kezde aşık olup durduğum zamanlara muhtelif yaşamım… cemre ya ismim… işte o yüzden… aslında bu yazı günlük standardı taşıyabilir ama sesimi duyun istiyorum…

hayatımın aksak ritimlerinde sadece kendimi yaratmaya çalıştığım heran bana yalnızlık olarak geri dönüyor.. hep böyle düşündüm… toplumdan biraz sıyrılıpta kendi köşeme çekilince tuhaf damgası yedim.. anlaşılmayan bir tarzda… oysa gerçeklik payımı üretiyordum ama değer yargıları sadece benim içimde… hayatı sorgulamadan, anlamadan yaşamaktansa varsın “tuhaf” desinler de asıl tuhaf olanların onlar olduklarını bileyim,sesimi de çıkarmayayım..

okul kantininde resimlerim, beyaz kağıtlarım ve yırtık dosyamla masayla yalnızlığı paylaşıyordum (yine her zamanki gibi) karşımda onu gördüm.. okula ilk geldiğim günlerde dikkatimi çeken ve benim hep sarışın diye takıldığım çocuk… aslında kumral, uzun kıvırcık saçlı.. değişik bi tip hani “tuhaf”.. yürüyüşünden hayat algısının farklı olduğunu sezmiştim… neyse karşımda (karşı masada)oturuyordu.. ben baka baka resmini yapmaya koyuldum, sonra gösterdim ona… değişik bir tepki… ilgilenmedi gibi.. sonra diğer resimlerimi gösterdim.. masama geldi… yalnızlığımla doldurduğum boşluk aniden doldu.. tanıştık… çok tatlı biri olduğuna karar verdim.. müzisyenmiş, jazz seviyomuş ama ona bu soruyu ben sormuştum.. ben de jazz meraklısı ama nick cave ve björk, bob marley le sınırlanmış alanım varken onun saydığı isimlerle sıkı bir jazzcıyla konuştuğumu farkettim… bana kayıtlarını dinletti… bence muhteşemdi.. hissederk belkide benim söylemek istediğim herşeyi söylemişti orda… piyanosunun tınısıyla… bana tuhafmışım gibi davranmadı, dinlemiş gözüküyodu.. anlamışta olabilir..

ben yine aralarında uçuştuğum ve bir türlü yerini bulamadığım kavramlarım arasında kaldım… kendimi ifade edememek belkide ifade bütünlüğümün olmayışı… yoğunlaşma noktamın olmayışı… yada o kadar çok kendimi parçalara bölmem ve bu parçalardan ki hepsi yarım birer birey olmasını beklemek.. ya tek bir ben olacağım yada kendiliksiz, taslaklar halinde bir “cemre”…

kendi ironik paradoksuma dönüşüm yaptım yine… yanlış anlamayın bir fizikçiyim ben:))

kendimin türevlerini alıyorum sonsuza limitlenirken.. sonsuzun türevi sıfır ya hani işte hep geldiğim nokta elde var sıfır…

aşık mı oldum dedim, bilmem ki.. belkide gelip, acıtıp gidecek bir duygu… jazz dinliyor ya, konuşurken gözlerini görmemem için elinden geleni yapıyor ya, müziği hissederek yapıyorya bi de sarışın ya işte bu yüzden…

aşık oldum diyorum…

Hayat

freefreshfish | 06 March 2002 10:19

(Alper’e.. 17.11.1970 – 20.12.1998)

Hani yürüyen merdivenleri yürüyerek çıktığının farkına varırsın da, yürümenin anlamsız olduğunu farkeder birden durursun ama merdivenler yine de seni yürütmeye devam eder. Hayat bu işte. Belki geriye doğru yürüsen kaldığın yere dönersin ama bu adamı çok yorar. Hem arkandan gelenlere de çok ayıp olur. Binmişsin bir kere, yürüsen de yürümesen de yürüyor lanet olası.

Sol kulaklığı arızalı walkman’imden gelen mono müzik gibi birşey hayat. Stereo tasarlanmış müziği mono dinlenmek çok kötüdür. Özellikle Pink Floyd’sa. Bir yığın gitar numarası ve efekt sol kulakta yok olur. Müzik güzeldir ama eksik birşeyler vardır. Walkmani kapat, daha sonra iyi bir sette dinle bu müziği. İstediğini istediğin zaman yapamazsın. Hayat bu işte. Aç walkmani, yarımyamalak devam et, boşver. Böyle de yaşanıyor.

Eskisi Gibi Olmayacak!

Neo-hafif | 06 March 2002 10:19

Sabah gözlerimi açtığımda ilk gökyüzünün gri rengi gözüme çarpmıştı ve nedense bu kasvetli günün kötü bir gün olacağı hissine kapılmıştım. Saate baktım “08.20”yi gösteriyordu Geç kalmıştım her zamanki gibi

Sabah gözlerimi açtığımda ilk gökyüzünün gri rengi gözüme çarpmıştı ve nedense bu kasvetli günün kötü bir gün olacağı hissine kapılmıştım. Saate baktım “08.20”yi gösteriyordu Geç kalmıştım her zamanki gibi … Hemen çantamı alıp, atıverdim kendimi dışarı… Merdivenlerden hızlı hızlı iniyordum ve bir anda gözüm faturalardan başka bir şey gelmeyen posta kutusuna takıldı

Aman tanrım ilk defa mektuba benzer bişey mi gelmişti acaba? Çokta geç kalmıştım hemen çantamdan anahtarı çıkarıp posta kutusunu açtım, mektubu çantama attım ve otobüs durağına hızlı adımlarla yürümeye başladım. Şansa bakın ki bir tane otobüs geliyordu hemen atladım. Otobüste oturacak yer yoktu ve bende arka tarafta bir yerde beklemeye başladım. Kendi kendime “Yine geç kaldım kahretsin” dedim bügünde çok önemli bir sınavım vardı acaba zamanında orda olabilecek miydim? derin bir offf çektikten sonra sabah aldığım mektup aklıma geldi. Acaba kim yazmıştı? neden yazmıştı? Alışkın değildim ilk defa mektup geliyordu onun heyecanıyla hemen çantama sarıldım ve mektubu çıkardım. Ön yüzüne baktım hiç bir şey yazmıyordu hemen arkasına baktım allah allah ordada bi şey yazmıyordu… Hemen açı verdim zarfı 2 sayfalık güzel bir el yazısıyla yazılmış bir mektup çıktı karşıma, bu yazıyı tanıyordum!!! Tam okumaya başlıcaktım ki okuluma geldiğimi farkettim. Saat “09.00”du otobüste çektiğim offf bir anda “ohh” a dönüştü, sınava yetişebilmiştim. Kendi bölümümün yollunu tuttum ve sınavı olacağımız yere gittim. Herkes kolçaklı sıralara oturmuş hocanın talimatlarını dinliyordu bende özür dileyip içeri girdim ve pencere kenarındakı üstü karalanmış daha doğrusu kazınmış ve tek kalmış sıraya oturdum . Ön taraftan kağıtlar gelmeye başladı ve tam 9.10’da sınav başladı sabaha kadar çalıştığım bu dersten kalırsam, yaz tatili planlarım suya düşecekti kesin iyi bir not almalıydım…

Soruları şöyle bir gözden geçirdim. soruların çoğu çalıştığım konudandı. Sınavın bitmesine on dakika kala sınavı bitirdim ve sınavda bile aklıma gelen şu esrarengiz(!) mektubu okumak için kantinin yolunu tuttum. Kantin nedense bügün en kalabalık günlerinden birini yaşıyordu. Yer bulamadım ve daha sessiz sakin olan kütüphaneye gittim kütüphanede tersine bomboştu okuma odalarından birine girdim çantamdan walkmanimi ve sabahki mektubu çıkardım. Play tuşuna bastım Aha – Summer Moved On çalıyordu hayatımın bir bölümüne damgasını vuran parçaydı… Eski anılar depreşmişti kütüphanenin o soğuk kasvetli odasında. Mektubu çıkardım zarftan, ve müzik eşliğinde okumaya başladım…

Mektupta herşey için çok özür dilediğini kendisine bir şans daha vermemi ve herseyin eskisi gibi olmasını istiyordu herşey bu kadar basit miydi acaba? Özürün herşeyi değiştireceğini zannediyordu… “Bu sefer yanılıyorsun be güzelim! Yaptıklarını ne çabuk unutuyorsun iki buçuk ay geçen o bunalım günlerimi hayatımdan sanki on yılı kaybetmiştim… İntiharı bile düşünmüştüm sırf senin için… O karanlık soğuk günlerde bir ruh gibi ortalıklarda dolaşmamda suçlu sensin” Geride bırakmıştım geçmişi artık hiçbir şey düşünmek istemiyordum geçmişim hakkında. O bunalım iki buçuk ay aklıma geldikçe mideme ağrılar giriyor çok kötü oluyordum. Altı aydır tuttuğum kin sonunda meyvelerini veriyordu bu dakikalarda… Birinci sayfanın yarısını bile bitirmeden mektubu buruşturup çöpe attım ve evime gitmek üzere yola çıktım. Otobüse bindiğimde hala onu düşünüyordum. Kendi kendime “aptalsın sen,aptal” dedim. Bu kadar acı çektirmiş bir insanı hala nasıl düşünebiliyordum? Offff offfff… Tanıştığımız o Perşembe günü geldi aklıma,sonra geçirdiğimiz günler… Her hali çekmişti beni. Duruşunu, uyumasını, gülmesinı, kızmasını, şaşkınlığını, saflığını, kurnazlığını, çocukluğunu sevmiştim. Sesini de sevdim suskunluğunu da. Küçük oyunlarını, kaprislerini, sitemlerini, korkularını sevdim. Herşeyini sevmiştim. Unutamam sahilde birbirimize söylediğimiz o aşk namelerini, el ele dolaştığımız bahar mevsimini… Ama artık bitmişti beraber olduğumuz her anı dopdolu geçen yedi ay, iki buçuk ayda hiç olmuştu, kocaman bir hiç… Ama hala onu düşünüyorum kahretsin! Kendime söz geçiremiyordum yaptıklarını rağmen onu çok özlemiştim, hemde çok… Hemen ilk durakta indim ve tekrardan otobüse bindim hedef kütüphaneydi…

İner inmez kütüphaneye koştum. Sabahın aksine şimdi dopdoluydu kütüphane. Mektubu okuduğum yere gittim, ama içerde biri vardı. Kapıyı tıklattım özür diledim ve çöpten mektubu alıralmaz firladım çıktım dışarı… Çime, ağaç gölgesi olan bir yere oturdum ve mektubu defalarca okudum okudum okudum… Ne güzel şeyler yazmıştı öyle… Yüz yüze görüşme cesareti olmadığından bu mektubu yazdığını söylüyordu ve yarın saat 13.00’de her zaman buluştuğumuz yerde olacağını söylüyordu. Acaba naapcaktım??? Offfff ki ne offfffffff. Kafayı sıyırma noktasına gelmiştim çektirdiği o günler ile geçirdimiz günler resmen dövüşüyordu beynimde ve çektirdiği günler nakavt olmuştu. Onunla buluşmaya gidecektim zor bir karar oldu bu benim için….

Her zaman ki gibi erken giden ben oldum. Beş dakika ömrümün en uzun beş dakikasıydı. Uzun zaman sonra onu görecektim. Ve işte beklenen an gelmişti biraz zayıflamış gözüktü gözüme. Sıkı sıkı sarıldım, hiç bırakmamacasına… Yaklasık yirmi saniye öle kaldık ve ben bu yirmi saniyede bin bir düşünceye dalmıştım. Artık o kadar güzel gelmiyordu duruşu , gülümsemesi… Ne olmuştu bu yirmi saniyede anlayamadım.Kafam allak bullak olmuştu. Herhalde kötü günler bir anda ayağa kalkmıştı. Şimdi show sırası ondaydı birden sarılmayı bıraktım ve anlatmaya başladım geçirdiğim o bunalım günleri bana verdiği iyileşmez acıyı… Sürekli ben konuşuyordum yüz ifadesi bir anda değişmişti ve gözlerinin dolduğunu farkettim. Ama durmak yoktu bana yapmayacaktı… Yaklasık beş dakikadır hiç aralıksız konuştum. Donup kalmıştı bir heykel gibi… Sözlerim bitti ve ardından uzun bir sessizlik yaşandı. Bir şeyler söyleyecek gibi oldu ama o ağır sözler aldından bir türlü kalkamadı. Gözlerinin içine son bir defa baktım yanağına küçük bir öpücük kondurdum ve arkama bakmadan oradan uzaklaştım.İçim acaip derecede huzurluydu sonunda rahatlamıştım. O artık sadece küçük bir anıydı beynimde…………

Ölmek nasıl bi şey

lzcramcillll | 07 November 2001 23:09

Ölüm hakkında bu güne kadar neler düşündünüz bilmiyorum. Bilmeme de gerek yok. Ancak, eğer hepimiz bir toplum oluşturmak zorundaysak -ki benim için hiç fark etmez- bu konuda bir şeyler söylemenin zamnı gelmiştir…

8

Rüzgâr-ı gümüş

Akşam olmuş yeteneklerimin üstünde. Gün çoktan batmış. O kadar çok ki problemler, çözmeye uğraşmakla bile bir problem olarak karşı karşıya kalınıyor. Rüzgârlaşıyorsun bir süre sonra, geçip gidiyorsun çevrende bıraktığın izlere aldırmadan. Kimi zaman sıcak bir esinti olup gönüllerde dolaşıyorsun, emellerini gerçeklemek isteyen arsız ve hayata bağlı küçük yüreklerde. Kimi zaman soğuyorsun hayattan, önüne geleni yıkıyor, kırıyorsun durmadan. Çamurlaşıyorsun hayatın üstüne, hayatı çamurlaştırıyorsun arsız ve küçük yüreklere. Zindan oluyorsun bazen, gümüş renkli parmaklıkların oluyor aşk. bir esiyorsun ki sorma gitsin. Döküyorsun yapraklarını acı ağaçlarının. Acı ağaçlarının altında seviyorsun, geçmiş baharını. Maziye dönüyorsun yeni bulutlarda. Bir sıcak dalgası geliyor balkanlardan. Özgürlüğünü beraberinde götürüyor vizesi dolduğunda. Eyyy kendini bilmez kimliksiz rüzgâr, hangi mevsimden geldinse oraya dön. Hangi kelebeğe aşıksan ve hangi gecede döktüysen sevda yapraklarını acı ağaçlarının, hangi denizleri kabarttıysan oraya, dalgaların aşık olmayı unuttuğu sahillere dön. Silindin iyice şimdiki zamandan. Varlığın gelecekte. Yaşamaktan utanmışsın. Utanmışsın bu kadar derin uyumaktan. Tanımadığın kişiliksizliklerden sıkılmışsın. Tahminlerin doğru çıkmış yağmur üstüne. İyice ıslanmış, sırılsıklam aşık olmuşsun yağmur damlalarına. Yağmur damlaları ile içli dışlı olmuşsun. Çok iyi biliyorsun oysa dostluğun matemli gümüş yüzünü. Gümüş deniyor, gümüşi deniyor, ne denmek istiyor? Gümüş geçti mi bir cümlede hemen anlayacaksın ,ki her an puşt bir kelime gelebilir ardından. Gümüş garip bir renktir. Hem içine çeker, hem dışarı iter ışığı. Bir an gündüz zannedersin içindekini, bir an gece. En karamsar anında açar gümüşi gülücükler yüzünde. En sert düşüşünde söylersin metalik şarkıları bağıra çağıra. Gümüşi bir gülümseyiştir bu yüzden, hayat uykusunda görülen en kötü kabusları tatlı bir rüyadan öteye götüren. Bir damla gümüşi yağmur damlası en kötü kabusların içindeyken hayat uykusundan uyanmanı engelleyen. Bir parça siyaha çalan gri kalleşlik ve manasızlıktır –ki anlamsızlık da bir çeşit kalleşliktir, puştluktur hayatta- gerçek zamanı bir an önce ölümsüzleştirmeni isteyen. Hayat uykusunda seni ölüme iten. Her yaşam siyahla beyazın, iyi ile kötünün arasındaki bir çizgide hayat buluyor. Her yaşam gri renkte. Gümüşi bir uyku oysa hayatı grilikten çıkarıp parlak bir hale sokan.

The LzcramciL

http://lzcramcil.dostweb.com
-tüm hakları saklıdır-