bildirgec.org

hayal hakkında tüm yazılar

Jan von Holleben

anafikir | 21 April 2006 18:22

Jan von Holleben etkileyici çalışmalara imza atmış bir fotoğrafçı.

özellikle “dreams of flying” konulu albümü görülmeye değer. çok yaratıcı, çok güzel… şuna bir bakar mısınız allah aşkına! bu ne harika bir bakış açısıdır.

IT sucks to be me

| 10 February 2006 20:42

bu aralar sık söylediğim bir slogan bu; evet. bu hafta çok söylediğim sözlerden biri de “herkesin derdi başka tabii”…

son zamanların hızlı hayat özetim şöyle: 1. sürekli hastalanmaya başladım; belim tutuluyor, kramplar giriyor kaslarıma, bel fıtığı ağrısı çekiyorum, nezle oluyorum, zatürree eşiğinden dönüyorum, ve saire… nazar mıdır bilmiyorum ama, elimden geleni yapıyorum sağlıklı bir hayat için. nitekim başaramıyorum.

2. şirketi kapatıyorum. şirket kurunca danışmanlık vermeye başladığı eski şirketime tekrar döndüm. garip bir ara pozisyon oluşturup adını hede hödö müdürü koydular pozisyonun. ve hasbelkader o pozisyona geçtim mart başı itibariyle. ama danışmanken de aynı işi yapıyordum, eskiden burda çalışırken de. bir yerlerde yanlışlık var gibi ama anlayamadım.

onlar halka diil fil..

x.y | 05 August 2005 14:37

Nerede kapanır gözlerin bu gece, nerede üşürsün kim bilir. Ben “keşke özlemesem” lerde oturuyorum. Kapattığım gözlerimin çoktan unuttuğu uykuyu anımsayacak bir şeyler arıyorum. Yazdıklarımı siliyorum, sildiklerimi yazıyorum en baştan. Aynı şarkıları dinliyorum, aynı sokağa bakıyorum, gece boyunca uyuyanları izliyorum. Evlerde kalan son ışıklara bakıyorum, benim gibi bir tane daha arıyorum. Bunca yıl aradım bir tane benimle beraber geceyi bekleyecek, şimdi buldum, ellerimden kayıp gidiyor, tutamıyorum.. Varken yok oluyor, yoktu da ben mi var ettim diye sorduruyor şimdi. Onun ışığı yanıyor en son, benimkiyle beraber sönüyor. Gün doğduktan sonra, güneş geldikten, ışığa gerek kalmadıktan sonra sönüyor. Biz geceyi değil sabahı bekliyoruz. Gözlerimizi kapatmak ve uykuyu hatırlamaya çalışmak için. Hayaller ve gerçekler arasında dolaşıyoruz ayırt edebilir miyiz aradaki farkı acaba diye. Rüyaları unuttuğumuz için kendimize rüyalar yazıyoruz yattığımız yerde. Bize rüya gördürmeyen bir tanrıya inat hayal gücümüzden tanrılar yapıp onların sunduğu rüyalarla oyalanıyoruz. Kumdan kalelerimize bakıyoruz biz. Dalgaların yıkamayacağı yere yapmayı hiç akıl edemediğimiz, yapıp “dalgalar yıkacak nasıl olsa” diye üzerinde tepindiğimiz kumdan kalelerimiz var bizim. Bana yardım ediyorsun sen, çamurlanmış dizlerimi yalıyorsun, çizilmiş parmaklarıma iğne yapıyorsun. Ağrıyan sırtıma oturuyorsun bazen. Ağrıyan kalbime oturan file benziyorsun.
Bir tek senin ışığın yanıyor yine, bu gece de. Sen hiçbir dört duvarın arasında durmuyorsun, sokakta ışığını görüyorum senin. Kapatamadığın göz kapaklarından öpüyorum seni. Durduramadığın kalbini öpüyorum. Seni bekliyorum ben bilmeden, başka şeyler yaparken, gündelik hayatın sıradanlığında kaybolamayacağın bir yere koyuyorum seni, bir tek ben biliyorum senin var olduğunu, kimseye anlatmıyorum. Hiçbir şey yapmıyorum ama yapmadığım şeyler bile yoruyor beni. Elinden utup sendeki yorgunluğu da almak istiyorum. Gülümsediğin bir an için neler yapabileceğimi düşünüyorum. Ne kadar da yorgunuz… Ne kadar uzaksın benden, ne kadar yakın..
x.

bir ütopya kurdurmadılar kardeşim

ONALTIKIRKALTI | 03 June 2005 03:50

Başladım yine yazmaya kafam karışık ama “ne yazayım” diye bir sıkıntım yok aklıma ne gelirse yazıyorum aklıma gelenler karışık ama o da sorun değil her zaman en büyük sorunum düşündüğüm hızda yazamamam oldu (nasıl olmasın ben konuşmamı bile düşünce hızıma yetiştiremiyorum da bazen cümlenin sonunda söyleyeceğim kelimenin yarısını cümlenin başındaki kelimeyle karıştırıp ucube kelimeler yaratıyorum) beynimin çalışması da böyle benim daha tek kelime düşünmeyeyim bütün söyleyeceklerimi beynim, kelimeler ağzımdan çıkmadan düşünüp bitiriyor bu konuşmama da yansıdığı için çocukken öyle hızlı konuşurdum ki duyan ne dediğimi anlamak için mutlaka “ya biraz yavaş hiç bir şey anlamadım” derdi. Neyse büyüyünce düzeldi. Artık çok okumanın getirdiği bir şey midir doğuştan mıdır nedir bilemiyorum. Konuşurken bunu düzeltebiliyorsun da yazarken bu ayarı yapmaya çalışmak ölüm valla… (ben söylesem o yazsa işte teknoloji o zaman teknoloji olacak gibime geliyor) gözler görecek de, parmaklar alışkın olsa da tuşlara basacak da harfler ekranda yanyana gelecek biryandan da yazdığını takip edeceksin doğruysa devam edip yazıp duracaksın daaa… ölme eşşeğim ölme… benim bu yazma sevdamla yazma hızım hem kekeme olup hem gevezelik etmeye benziyor 🙂 bir de bu hızla iki kitap yazıp bitirdim. Azmedip akü akü tak tak da yaptık ama (akü akü tak tak on parmak yazma kurslarında harflerin yerleri öğretilirken ilk yazılan alıştırma kelimeleridir bilenler bilir o eziyeti nasıl bir şeydir) tam anlamıyla bir hız kazanamadım çünkü bütün gün iş yerinde bilgisayar kullanıyorum yaptığım iş grafikle ilgili teknik programlar kullanmak olduğu için de mausla ve klavye komutlarıyla çalışmak zorundayım ikisi bir arada olunca durum daha da beter oluyor (hani şu almanyadan gelenlerin türkçe konuşurken araya almanca karıştırmaları gibi) cansıkıcı bir durum… ama ben ne yapacağım bu kadar öğrenmişim vazgeçer miyim? Aslaaaa zaten iki üç dergiye devamlı yazıyorum (onlara da onaltıkırkaltı olarak yazıyorum) başka dergilere imzasız, dergi adına ciddi konular çevirip yazıyorum bir de kendim için öyküler falan derken bayağı bir yazıyla haşır neşirim yani… buraya niye yazıyorum onu bilmiyorum cansıkıntısı ya da salaklık mı yaptığım… bilemem (tabii insan kendine konduramıyor:)) burada sanki kendimi kısıtlamadan istediğim gibi yazabiliyorum, bunun da etkisi yok değil. iyi ki böyle bir yer var, ilk akıl edip de yapan arkadaşların eline sağlık… hergün içeriği takip etmek de ayrı bir zevk, zaman zaman bazı arkadaşlar tartışıp kapışsa da seviye hep sağlam, böyle arkadaşların var olduğunu görmek beni sevindiriyor hepsi cin gibi valla. Televizyonlarda birbirinle konuşamayan insanlara sinir olduğum için tartışma programı bile seyretmiyorum artık. Yazma olayını bir şekilde merak edenler varsa kurcalamasınlar diye tabii ki buraya takma isimle yazıyorum ama merak edilecek bir durum da yok öyle tanınmış bilinen biri de değilim zaten. Evet niyeyse böyle yaz allah yaz ne olacaksa artık dur aklıma geldi bir benzetme yaparak açıklama yapayım çok gençken müzik konusunda otorite sayılabilecek bir abiyle tanışmıştım. Ben tabii ki çölde vaha hesabı adamın bıktığı muhabbetlere girmeye çalışıyorum (kasetlere listeyle kayıt yapıldığı zamanlar) çocukluk işte o zamanlar da pop müzik devrini kapatıp hardrock/hm falan dinlemeye başladığım dönemler, bu abiyle konuşuyoruz işte, abi baktı ki biz öyle yaş olarak ufacık tefeciğiz ama içi dolu turşucuk pozisyonundan da bir hayli uzağız, benim anlattıklarımdan yola çıkarak, benim hakkımda kehânette bulundu. Sen böyle müzikte en iyiyi aramaya devam edersen, üç beş yıl sonra seni cazdan başkası kesmez. (Valla doğru çıktı hatta caz bile kesmiyor ama bu ayrı bir konu) neyse benzetmenin ikinci ayağına geçeyim (daha bitmedi ve üçüncü ayağıda var, ya sabır, han duvarları gibi olacak bakalım yedik bir mok sonunu nasıl bağlayacağız rezil olmak işten değil) evet parantez arasında heyecan bölümünü de ekledik devam edelim bu arada beni okumaya kalkıp yazının sonuna ömrü vefa etmeyenlere tanrıdan rahmet yakınlarına başsağlığı dilerim ne de olsa çatlar yani insan bu değil mi… evet uzatmayalım (ulan demek bir de uzatsam) benim çok sevdiğim bir edebiyat öğretmenim vardı (dikkat ikinci ayağa başlıyoruz yanınıza yiyecek içecek küçük el radyosu falan alın sonra söylemedi demeyin) benim dersler “eh işte” durumunu zorluyor. öğretmenim çağırdı “ya, sen ders sırasında hepimizi bastırıyorsun maaşallah ama yazılılarda ben senden on beklerken hep altı yedi niye böyle?” “okumaktan ders çalışamıyorum ki hocam” dedim “ne okuyorsun?” dedi haliyle cevabını verdik tabii, “george politzer, felsefenin temel ilkeleri” “aaa oğlum, ne diye okuyorsun böyle şeyleri, karıştırma kafanı bunlarla” dedi tüm iyi niyetiyle. ben de açıkladım “geçen hafta das kapitali bitirdim ama kafama takılan şeyleri çözmek için bunu da okumam lazımdı” kadın “oğlum onları okuyacağına ……… okusana” diyor ben “okudum” diyorum “………. oku” diyor ben “okudum” diyorum. inatlaştık ve böyle sayabildiği kadar sayıyor harbiden de hep okuduklarım çıkıyor durdu ve şöyle dedi (ki bana da o zaman dank etti) oğlum sen niye kendini bu kadar yalnız hissediyorsun? (Yaaaaa akıllı görmüş geçirmiş insanın hali başka oluyor draaaank diye de nasıl anında teşhisi koydu kadın) (Gelelim üçüncü ayağa yani velettalin amin kısmına gözünüzü korkuttuğum kadar yokmuş değil mi?) şimdi diyorum acaba büyüdük dünyayı anladık az çok, iyice içimize kapanıp her şeyden umudu kesip, yaşamanın bir anlamı kalmadığını düşünmeye başladık da konuşacak kimse bulamıyoruz diye mi bu yazma manyaklığı böyle debreşti? aynen pop müzik basit gelip de hardrock yetmeyince hm’ye, oradan da caza yönelip onun da mokunu çıkartmamız gibi. oku oku yetmesin, bir yandan da yazmaya kalk dergilere, fanzinlere, sitelere, kitaplara kırk yere yaz, daha hâlâ gözümüz doymasın… eğlence diye (kuralsız plansız deli saçması ayarında oluyor ne güzel, ekranlar doldukça benim içim boşalıyor) sanal alemde günlük dolduruyoruz. Bu günlük lafına da acayip uyuz oluyorum. ne bu böyle 17. yy. da 15 yaşında kız hatıra yazıyormuş gibi. Zaten günlük diyince aklıma bu tür yazılan günlüklerden önce bir çam türü olan günlük ağacı geliyor. (doğarken de resmen ters doğmuşum valla, benim hayatım hep böyle ters) bir de yazarlar böyle “sevgili günlük” haydaaa ne diye elin selülozuna sevgili diyeyim kardeşim. diyeceksem de gider mahallenin bakkalına derim bari gayri safi milli veresiye pozisyonum yükselir. Oh ne güzel biz düşünüp biz yazacağız bomboş bir “yer” sevgili olacak. hayır o kadar kolaysa sen yaz, ben öyle “gönlünden temiz bir sayfa” gibi durup, sevgili olayım. Haaa dersen ki ben adaya düştüm adım da robinson’dur o zaman sen “de” kardeşim sevgili günlük di mi? (Ben ne düşüneceğim cuma düşünsün anasını satayım…) evet bunları bir kenara bırakıp başka konulara atlayalım mesela kaldırımlar sağlamken sadece taşların havasını almak için iki de bir kaldırım döşeyip/yenileyip belediyenin ihale paralarıyla orayı burayı söküp dikenlerle bile ilgilenmeyen ben, bugün devletin aklına gelmeyen birşeye devlet yararına kafayı taktım. şimdi yeni bir kanunla basına mahkemelerde yargılanacak sanıkların, tanıkların filmini ve resmini çekmek yasaklanacakmış. Onun yerine mahkeme ressamları davanın temsili resimlerini yapacakmış. Pes be kardeşim pes. Devir bilgisayar devri. mahkemede kendi memuruna çektir resmi, yap üstüne photoshopta kristalize efekt, sat basına, olsun bitsin. hem para kazan hem elinde boya kalemleriyle bu yaşında “sanat yaptık halk anlamadı, yapmadık aç kaldık, ulan sanattan anlamayan cahiller mahkemelere düşersiniz inşallah” diye dolaşan ve personel yetersizliğinden sanat olarak ancak cin ali ve topacı seviyesindeki ressamları kullanıp ibrahim çallıyı rahatsız etme. Ya bu memleketi anlamak mümkün değil valla ama artık böyle böyle hep beraber yavaş yavaş düzeltmek için konuşacağız. Zamanla, burada yazan cin gibi arkadaşlarımız var onlar biryerlere gelince birşeyler yapacaklar diye düşünüyorum. zaten toptan bu avrupa kültürünün gizli bir dayatması olan kendini küçük görüp onları yüceltme huyumuzu da bir kenara bırakalım artık. adamlar dünyanın bütün zenginliklerine zorla konmuş kendi ülkesi “krem de la krem” daha hâlå gözü elâlemin malında. ortalığı dağıtıp kendini pazarlarda yüceltsin diye de “ben şöyleyim, ben böyleyim, senden bir mok olmaz. sizde demokrasi yok” ulan sen de var da ne oluyor ben acaba orada vatandaş olsam bile işine gelmeyeni bana söyleme hakkı vermedikten sonra ne demokrasisinden bahsediyorsun (isveçte mi isviçrede mi ne hâlâ kimsenin bir türlü bir belgeyle çıkıp bir şey söyleyemediği “çamur at izi kalsın politikası” ürünü, ermeni soykırımı palavrasına karşı çıkıp da böyle bir şey yok derseniz (yani avrupanın göbeğinde fikrinizi söylerseniz) pariste eifel kulesinin direğinin dibine köpeğinize büyük abdest yaptırtmışsınız gibi ceza yazıyorlar) hani demokrasi? Bunları yemeyelim, yönetim ve kurallar oldukça, bir arada yaşamak zorunda oldukça bazı yaptırımlar olacaktır. bu amerikada da böyleeee sudanda da, almanyada da böyleeee türkiyede de. Onların cennet vadettiklerine bakmayın siz. onların adaleti ve demokratik özgürlükleri macdonalds menüsü gibi, evet seçim özgürlüğü var ama bu menülerden birini seçeceksin öyle almanyaya müslüman, fransıza cezayir, ingiltereye hindistan, belçikaya, italyaya ve hollandaya afrika demeyeceksin onlar oralara demokrasi götürdüler aynen kendilerini hitlerin elinden kurtardı diye hâlâ kompleks duydukları amerika abileri gibi. tabii ufak bazı sorunlar çıkmadı değil demokrasi götürdükleri yerlerde damarlarına özgürlük zerkedilenlerden kayıp çok fazla olduğu için, bu demokrasiyi yaşayacak adam kalmadı ortada. kalanlarda kültürel erozyona uğratılıp kendilerini haklı görecekleri bir kıvama getirildiler ki (afrikadaki yerli elmaya elma demeden de mutlu mesut yaşarken) bunların demokrasileri sayesinda fransadan çok fransızca konuşan adamlarla doldu altı kazılıp madenleri elinden alınan afrika… o yüzden neymiiiş, bunların her dayatmasına her söylediğine tamam demiyeceğiz yok kalmadı karşıki bakkaldan çocuğa aldırayım yalakalıkları yapmayacakmışız… ama ne var, oradakilerde insan. hepsini seviyoruz, onların büyük bir kısmı sıradan insanlar, orada doğmuşlar, orada o kültürle yetişmişler, onları da suçlayamayız. bütün dünya insanları kardeştir lafını hala bu devirde savunuyorum, bu eleştirdiklerim avrupalı siyasi yöneticilerin ve onlarla çıkar ilişkisi olan dev holdinglerin ayıbıdır. Ya yine dayanamadım siyaset politika falan yazdım halbuki ne kadar yavaş ve ağırdan kafama göre takılıyordum. Bunlar adamda kafa mı bırakıyorlar… (ya da insan olup da, olup bitenlerden etkilenmemek mümkün mü.) Geçenlerde aklıma geldi şöyle salak gibi, bir güzel, saçma da olsa ütopya yazayım diye. Düşünüyorum, ya aklıma ne gelse, o olmaz çünkü şöyle şöyle nedenler var, yok şu olmaz çünkü uluslararası kanunlar, anlaşmalar var diyorum, bir türlü yeryüzünde insanlık adına (ki ben göya hayal gücüne güvenen biriyim) iki hayâl bir ütopya kuramadım, hep birileri gelip bozuyor ve anladım ki jerzy kozinski nin boyalı kuşu’ndaki kahraman çocuk tutsak kalan tavşanı acıyıp serbest bırakınca, tutsaklığa alışıp kırlara koşmadan kafese geri dönen tavşana dönmüşüz. en kötüsünü yapmışlar bunlar bize, hayallerimizi çalmışlar…

Aşk

delimarti-hafif | 30 May 2002 10:52

Bir insanı 10 sene sevebilirmisiniz karşılık beklemeden. ben yapamazdım heralde bunu. adı aşk soyadı umut.

aşkını umut etmiş yıllar boyunca içten içe sevdiği adamın.

İki taraflı düşünüyorum bunu ben. birincisi adı aşk soyadı umut olan için diğer tarafı ise sevilen adam için.

aşk için düşünsenize bu ne zordur yıllar boyunca kafanızda birini seveceksiniz ve ilk aşkınız olacak o sizin, hem acı çekeceksiniz yıllarca aklınıza geldiği zamanlar efkarlanacak ahlanacaksınız sonra bir gün adam karşısına çıkacak aşkın. buradayım yoruldum diyecek artık yalan sevdalardan. bu aşk için ne melem bi şeydir düşünün. kurulmuş hayaller var, hayallerinizde paylaşımlarınız, paylaşımlarınızda farklı tadlar var. ve şimdi adam kalkmış diyorki gel yoruldum.

korkacak aşk, acaba diyecek bunca sevmelere bunca hayallere rağmen korkacak artık yaşda gelince ilişkilerdeki ciddi düşünceler saracak ya olmazsa hele adamla olmazsa bu hayallerinde yarattığı adamıda bozmayacakmı, şimdi ne güzel hayalleri var adamla ilgili, paylaşımları var aklında, ya olmazsa ne olacak ya adam beklediği gibi değilse sarsarsa yüreğini. bi sürü düşünce var aklında aşkın.