bildirgec.org

gitmek hakkında tüm yazılar

Bu yol nereye gider?

juki | 19 June 2007 19:11

Her gün birçoğumuz, buna ben de dahil, bilinçsizce yaşıyoruz. Yiyoruz içiyoruz tuvalete gidiyoruz ve nihayetinde bu vücudu besliyoruz. Tabi bunun dışında insanın çeşitli vasıfları var. İnsan seviyor, seviliyor, sanat yapıyor falan ama bu yolculuğun nereye kadar süreceğini düşünüyor mu acaba? Her zaman bir filozof tavrı takınmayı becerebiliyor mu?

Aslında bu konuda biz Türk evlatları Avrupalı çağdaşlarımıza göre daha avantajlıyız. Atalarımızın manevi hayatları bize örnek olacak şekilde. Batı toplumlarının tarihi ise materyalistten geçilmiyor. Maddi olarak ne kadar doysa da insan, hep ruhunda bir yalnızlığı hissediyor. Bu yalnızlık bir dostla, Allah ile giderilebilir.

NASIL GİDER Bİ SEVGİLİ?

tarik09 | 24 May 2007 21:01

Nasıl giderler? 🙁
Bunu hiç bir zaman anlayamayacağım. Kısa bir ayrılık olacak bizimki ama üzülüyorum işte. Ben hiç bir zaman gidemedim sevgilimi bir yerde bırakıp. Anlamıyorlar mı bu kızlar acaba erkekleri? Onlarda üzülüyorlardır belki ama genede gidiyorlar. Ben hiç gidemedim. SÜREKLİ GİDİLDİ YANIMDAN.
Üzgünüm biraz yardıma ihtiyacım var galiba ;-(…..

İsimsiz bir şehirde bir gün

hales | 17 May 2007 14:58

20 yaşındasın,tek başınasın.Delicesine ozgur bir o kadar da özgürlüğünü
kullanmaya korkaksın.
Bilmedigin bir şehirde onların yarım yamalak konuştugun dilleriyle sokak
sokak salınıyorsun.O ülkenin en büyük şehri değil belki ama yine de hatırı
sayılır şehirlerinden biri bu. Bu büyülü yerde geçirdiğin ilk gün olmasından
gerek çekirgenlik sınırlıyor biraz seni.Kendine bir durak belirlemişsin
ordan başlıyorsun yola,yürüyorsun yürüyorsun sonra kaybolma endişesiyle
gerisin geri dönüp başlangıç noktanı buluyorsun,arkasında derin bir “oh”!
Gezinirken küçük bir restoran keşfedip yola yerleştirilmiş masalarından
birine kuruluyorsun. yemeklerini fazla bilmesen de biliyorsun ki peynirleri
çok güzel,e o zaman verin bana bir peynirli krep diyorsun. Arada o dili az
buz da olsa konuşabilmenin gururu hissediliyor sanki sesinde. Ukalasın o
anda ama ne önemi var,kendine ukalasın o anda.Yanına oturan başka bir
turistten rica edip bir de fotoğraf çektiriyorsun anı niyetine,değme
keyfine!
Yemekten sonra bakınırken etrafa eskiciler buluyorsun .o ülkenin geçmişini
sanki ne ararsan bulacağını sandıgın o eskicilerde arıyor tanımaya
calışıyorsun. Plaklar,kitaplar video kasetler,ıvır zıvırlar içinde
kayboluyorsun
Yolda bir dilenci görüyorsun kara çarşaflar içinde bir bakıyorsun ki durum
burda da aynı,kadın bir kathedral önünü mesken edinmiş. içeri girip tahta
sıralarda oturuyor,kafile halinde girip ortalıgı anlık karmaşalara boğan
turistlere bakıyorsun. sen kendine yeterliyken o anda birdenbire patlşan
flaşlar rahatsız ediyor seni. eksik kalmayayım diyip kenarlara konan tahta
kutucuklara bir bozukluk da sen atıp mum yakıyorsun dileğini dileyip.
Sonrasında İstiklal’de her gün onlarcasına rastladığın bitirim tiplerden bir
ikisini görmek rahatsız ediyor seni. refleks olarak elin çantana
gidiyor,üstünden esyalarını yokluyorsun oysa onlar yanında yürüyp geciyor
zaman ilerliyor,o günün alacakaranlıgında çıkmıssın yola,gün içinde
araba,uçak,otobüs,funiculaire derken bir sürü ulaşım aracı kullanmıssın. bu
yogunluk şaşırtıyor seni.Hepsi bugun mü oldu? hava kararmadan pansiyona
dönüp biraz da o çevreyi gezinmeye başlıyorsun.Yoldaki tabelalar yardımcı
oluyor sana bir de taaa Istanbullardan tasıdıgın haritan. Derken belki de
hayatında görüp görebileceğin en büyük kathedrale rastlıyorsun. İçini dışını
gezip detayları beynine kazırken içinde bir ayine denk geliyorsun. Kenardan
sessizce izliyorsun onları,ilahiler söylenip kalabalık dağılırken iyi ki
üşenmeyip buralara kadar yürümüşüm bugün diyorsun kendini kutlar bir edayla.
Bir bakkaldan akşam için birşeyler alıp doooğru pansiyona,muhteşem manzaralı
terasta gözüne kestirdiğin iki kişilik bir masaya oturuyorsun.Önünde
haritan,gezi günlüğün ve de oldukça kalın bir kitap var doğumgünü hediyesi
gelen. Ailen ,arkadaşların kmlerce uzakta. Sense farklı farklı milletlerden
gelen insanla bir geceliğine o terası,ılık meltemi,o atmosferi
paylaşıyorsun.Kİmi biraz önce yıkadığı malzemelerle salata yapıyor
masasında,kimi senin gibi kitabını okuyor,kimi sessizce manzarayı
izliyor,bazıları 2-3 kişi gelmiş koyu bir sohbetteler…Senin ertesi gün
asıl olarak kalacağın yere gitmek için bineceğin trenin biletleri
cebinde,önünde daha saatler var.
Yaşadığın huzurdan şaşkın ama bir o kadar da mutlusun.Gerçekliğini
sorguluyorsun bu güzelliğin. Elin ara ara haritaya gidiyor bugün gördüğün
yerleri işaretlemek için,sonra da hiçbir şeyi unutmamak için defterine
notlar alıyorsun kısa kısa. Fonda Celine Dion var,ses öyle bir ayarlı ki ne
çok kısık ne de çok açık. Geceye girilirken içeri kısımda ufak çaplı bir
parti başlıyor,müzik de değişiyor tabii,daha da hareketleniyor. Sen
katılmıyorsun partiye,bugünlük yorgunlugun sana yetmiş durumda. Kitabına
gömülüyorsun. Saat 23.00 civarı oldugunda gözkapakların artık iyice
ağırlaşıyor,odana çekilme vakti artık. odanda 3 tane Kanadalı kadın
var,hepsi de orta yaşın üstünde.hele biri -anne- 70lerinde. trenle
geziyorlarmıs avrupayı,kısaca sohbet ediyorsun. o kadar tatlılar ki yanında
götürdüğün nazar boncuklu bileziklerden hediye ediyorsun herbirine.çok
beğenip hemen takıyorlar,o sırada senin de küçük bir kanada bayragın olmus
oluyor.
Ertesi gün kahvaltıya indiğinde mutlu bakan gözlerinin sırrını belki kimse
çözemiyor,beraber kahvaltı ettiğin o tatlı kanadalı arkadaşların bile…

A.

jansetkaravin | 25 April 2007 11:09

Biz. Biz, isimlerinden memnun olmayan insanlardık seninle ikimiz. Öyle memnuniyetsizdik ki isimlerimizden, değiştiriversek karşılıklı, karşı karşıya geldiğimizde en azından diye de geçirirdik içimizden. Ama hiç söyleyemedik birbirimize bunu. Yalnız bunu mu? Bununla beraber birçok değiştirmek istediğimiz şey vardı birbirimizde fakat söyleyemezdik bunları. Söyleyememek en nefret ettiğimiz zincirdi ayak bileklerimizden bizi zemine mıhlayan. Gelgelelim, öyle içimize işlemişti ki bazı şeylerin yalnız karanlıkta söylenebileceği, bazı şeylerinse asla söylenememesi gerekliliği, bunu tartışma konusu yapmayı bile düşünmek ağır bir eziyetti.

GİTMEK

aydindil | 14 March 2007 11:20

Gitme isteği, zaman zaman yükselir, zaman zaman sıfırlanır. Memnuniyet durumuna/hissiyatına bağlı olarak, bu istek yoğunluğu, salıngan bir grafik çizebilir. Eğer grafik yönü, uzun zamandır sürekli olarak yukarıya çıkıyorsa, yani gitme isteği hat safhalara ulaşmışsa, gitme vakti gelmiştir.
Ancak, özlem endişesinin zerresini taşıyan, emin değildir henüz. Emin olmayan gitmemelidir. Özlem hastalık gibidir, baş etmesi güç bir illettir.

Gitmek, kimi zaman kaçmak içindir. Etraftan kaçmak, işten kaçmak, yoğunluktan/yorgunluktan kaçmak, kendine ait olmayan hayattan kaçmak, kendinden kaçmak içindir. Oysa ki şanslıysa varacağı yer; kendisidir. Kimi zaman da sedece kendine varmak için gidilir. En güzel gidiş, ve en keyifli varış, bu amaçla olandır. Gitmek genelde mola içindir. Ancak, bazen temelli gider insan, çok cesurların, kimine göre ise, korkakların işidir bu. Her ne şekilde ve her ne sebeple olsun, gitme isteği coşku ve heyecan barındırır. Coşku, ne derece yoğun ise gidebilme gücü, o derece yeterlidir.

Doğru amaçlı, keyifli, verimli ve özlemsiz gitmeler ”akl-ıselim”lerin işidir.

ŞEHİRLERİN RUHU VARDIR

| 12 March 2007 11:00

Kendimi bildim bileli yeni bir eve ya da yeni bir şehre taşınıyorum..
Babam bir bankada çalışıyordu ve biz sürekli bir yerlere tayin olmak ve toparlanıp gitmek zorunda kalıyorduk. Çocukluğumun hüzünlü anlarıydı onlar. Nefret ediyordum arkadaşlarımdan ayrılmaktan. Gittiğim yeni okulda ve mahallede ilk başlarda mutlaka sinir bir tip oluyordu, hatta bazen birkaç tane. Neyse ki erkek gibi kavga ederdim de bir süre sonra herşey yoluna girerdi. Ee, naparsın, çocukken işler böyle yürüyor. Kibar olmayı, empatiyi, sempatiyi vb işleri büyüyünce öğreniyorsun, mecburen.
Genç kızlığımın ilk yıllarında daha da zordu. Aşık oluyordum kendi çapımda ve sonra hooop başka bir yere taşınıyorduk. Anneciğimi hatırlıyorum…Her seferinde, “Neyse ki, koli biriktirmiştim” diye başlardı toparlanmaya:)
Bir süre sonra kendi özgür irademle dolaşmaya başladım şehir şehir. Zamanla anladım ki her şehrin bir ruhu var. Ankara’da, o gri şehirde hep bir hüzün vardır mesela. Ama çok da vakurdur. Kolay kolay yıkılmayacağını hissettirir sana.
İzmir apayrı bir olay…Capcanlı, kıpır kıpır, yaramaz bir çocuk ruhu vardır İzmir’in…Akşamları sarhoş olmak istersin körfezine dalıp şarkılar söyleyerek.
İstanbul…İstanbul için onca yazılan çizilen şeyden sonra benim haddim değil ama, bana “zor sevgili” İstanbul…Canıma okuyor, yoruyor, ağlatıyor, delirtiyor bazen, ama sonra bir gece bir bakıyorum tüm çıplaklığıyla önüme sermiş ışıl ışıl güzelliğini..affediyorum dayanamayıp…
Bu aşka daha ne kadar dayanacağım bilemesem de, şimdilik kavga dövüş sürdürüyoruz İstanbul’la ilişkimizi:)
Bilmem bu “Kalk gidelim” aklımla seneye nerelerde bulurum kendimi…Gitmeli mi kalmalı mı? Sevmeli mi İstanbul’u, yoksa,”yerim böyle aşkın ızdırabını!” deyip çekip gitmeli mi???

Şişş

hales | 07 March 2007 23:16

Sussa herkes, hayata beş dakika mola ve ben yürüsem Gümüşsuyu’ndan aşağı tek başıma sadece anın farkına vararak. Aklımda ne yarın yapılacaklar listesi ne de aranacaklar listesi olsa. Yolun yarısından sonra müzik serbest, biraz Fransızca belki bir iki Dany Brillant şarkısı. Kitabım çantamda ağırlık yapsa da mutlaka yanımda olsa çünkü okurum bir ara.

Farzet ki otobüs şirketlerinin yanından geçiyorum. Gidecek olanlar kapıda çantalarıyla bekleşiyor. Kiminin yüzü endişeli, neden bilmiyorum ama giden ben olsam kesin çok mutlu olurdum. En son nereye gittim ki? Hep burda gibiyim, hep hep hep… İki günlüğüne Ereğli’ye gitmiştim sahi.

nereye gidiyorsunuz?

| 09 November 2006 10:11

daha önceki sıklık ve zaman sorumu kısmen tamamlayısı olacak başka bir sorum daha var :

– sabah kaltığınızda yada uyandığınızda diyelim nereye gidiyorsunuz?

  • işe mi gidiyorsunuz?
  • okula mı gidiyorsunuz?
  • yada bunlar dışında başka bir yere mi gidiyorsunuz?

Tümer Metin Fenerbahçe’de…

rialto | 31 May 2006 14:34

Daha az önce Beşiktaş taraftarlarının tribünlere çağırdığı Tümer’in görüntülerini izledim. Tüm Beşiktaş taraftarıyla Fenerbahçe’ye “Burası Beşiktaş” tezahüratı ile küfür ediyor.
Tümer transfer olamaz mı? Elbette olur. Fenerbahçe’ye transfer olamaz mı? Onu da yapar. Yaptı da. Yalnız ortada başka bir sorun var. “Türkiye’den askerlik problemim nedeniyle ayrılabilirim. Türkiye’de kalırsam da Beşiktaş dışında başka bir takımda oynamam” diyen Tümer Salı günü sabah tüm futbolseverleri şaşırtan bir imza ile Fenerbahçe’ye transfer oldu. Hayırlı, uğurlu olsun. Beşiktaş’ın kasıtlı olarak Tümer’i bıraktığını sanmıyorum. Dün yönetimin yaptığı açıklamadan bu gayet iyi şekilde anlaşılıyordu. “Beşiktaş kaptanı Fenerbahçe ile görüşüyorsa bizim o futbolcuya söyleyecek sözümüz kalmamıştır açıklaması” geldi yönetimden. Fenerbahçe’nin 100. yıla çok iddialı gireceği çok belli. Ama bu transfer anlayışı kendilerine nasıl dönecek bilemiyorum. Sadece transfer yaparak, alt yapıya önem vermeyerek bir takım kurmak o takımın ruhunu dışardan satın almaya neden olur. Futbolcu gelip geçicidir. Kulüp kalıcıdır. Evet, kulüp kalacaktır. Ama kimse yıllar sonra Tümer’den bahsetmeyecektir. Çünkü Tümer Beşiktaş’la anılacaktır (iyi ya da kötü). Kimse yanlış anlamasın Tümer’in futbolculuğunu ya da neden Fenerbahçe’ye transfer olduğu değil Fenerbahçe’nin kadro anlayışını eleştiriyorum.
Bir zamanlar Beşiktaş’ın muhteşem bir üçlüsü vardı. Metin-Ali ve Feyyaz. Geçtiğimiz aydı sanırım. TRT eskilerden bir Fenerbahçe maçını veriyor. Bir de baktım Feyyaz Fenerbahçe forması altında. Şaşırdım. Çünkü ben Feyyaz’ın Fenerbahçe’ye transfer olduğunu hatırlamıyordum. Tanju’nun da Fenerbahçe’ye transfer olduğunu hatırlayamıyorum. Tanju denilince Galatasaray’da kazandığı altın ayakkabı, Feyyaz denilince Beşiktaş’ta attığı goller geliyor. Görün bakın yıllar sonra Tümer denilince aklınıza Beşiktaş’tayken attığı serbest vuruşlar gelecek. Milli Takımda attığı gollerle hatırlanacak.
Bir söylenti de Trabzonsporlu Fatih Tekke’nin Fenerbahçe’ye transfer olacağı yönünde. İşin ilginç yanı Fenerbahçe ağır hasarlı bölgelere transfer yapmak yerine orta saha ya da hücuma yönelik transfer yapma peşinde. Fenerbahçe’nin 4’lü savunma bloğu inanılmaz derece hatalar yaparken neden o bölgeye transfer yapılmıyor anlayamıyorum. Mesela Ümit Özat. Sizce Ümit Özat sol bekte ne kadar başarılı? Ya da sağ bek Serkan Balcı? Savunmanın göbeği zaten evlere şenlik. Luciano desen adam kaçırıyor, Servet desen (son milli maçta gördünüz mü? ofsaydı bozmak için elinden geleni yaptı) sadece kafa toplarında etkili.
Aziz Yıldırım’ın ise tekrar Fenerbahçe başkanlığına döneceği konuşuluyor. Dönmeye dönsün de böyle bir gidiyorum bir kalıyorum demesi, taraftarları sokağa dökmesi çokta hoş olmuyor.
Aslına bakarsanız bu yazıyı yazmak için bilgisayarı açtığımda aklımda olan Dünya Kupası hakkında bir yazı yazmaktı. “Aman efendim Brezilya ne şahane futbol oynuyor, bu sene Hırvatlara dikkat edin; İngilizler sürpriz yapabilirdi ama Rooney’in sakatlığı onları zor durumda bırakacak gibi duruyor” tarzında bir yazı şekli vardı. Ama yazamadım. Tümer’in Fenerbahçe’ye gidişi yazıyı bile etkiledi.
İnsan bazen çekip gitmek istiyor. Geri(ye) de dönmek istemiyor. Ama arkada iyi hatıralar bırakmak gerekiyor.
Fatih Tekke Fenerbahçe’ye transfer olsa sanmıyorum ki Trabzonspor taraftarı çok büyük tepki göstersin. Çünkü Fatih Tekke Trabzonspor yönetimi izin verirse Fenerbahçe’ye transfer olabilirim diyor. Ne güzel de söylüyor. Şimdi düşünsenize Hakan Şükür’ün Fenerbahçe’ye transfer olduğunu… Ben düşünemiyorum sarı-lacivert forma altında O’nu. Ya da Tuncay’ın Galatasaray’a geldiğini… O’nu da düşünemiyorum.
Gitmek bir şey değil işte. Geriye kalan önemli.
Sözleri Mehmet Teoman’a ait, Vedat Sakman bestesi, Zuhal Olcay’ın seslendirdiği şarkıyı Tümer’e armağan ediyorum…
Bırak her şeyi

“…
bırak her şeyi
her şeyi bırak
şu sessiz ağaç
olabiliyor musun
şu yaprak
şu düşen yağmur
şu bulut
şu toz
olabiliyor musun
görebiliyor musun şu kenti
irili ufaklı pencerelerini
geniş caddelerini evlerini
görebiliyor musun
görebiliyor musun insanları
kapı eşiğindeki çocuğun gözlerini
şu sokak dilencisinin
çığlık çığlığa sessizliğini
duyabiliyor musun
bırak her şeyi
her şeyi bırak
şu denizde kabaran dalga
şu patlayan fırtına
ve şu yanardağın lavları olup
akabiliyor musun
bırak her şeyi
her şeyi bırak
sevebiliyor musun
…”

kuvaternerde bir an

yuka | 20 December 2002 00:16

Ellerim, ellerimi daha önce hiç böyle görmemiştim. Damarlarım patlamak üzereydi sanki, mosmor olmuştu. Gitmeliydim, gitmemek için her türlü bahaneyi uydurdum kendime, cesaretsizleğe gelmeden bir engeldi önümde ki, cesaretsiz olabilmekten korkmaktı belki, ya da değildi. Yaz dedim o an yazmadım.

Gidecektim affedin beni diyerek, gitmek için en ugun an “O” andı. Ama tutuklandı. Çok küçüğüm ihmal edilecek kadar binleri birleştirsek yine ihmal edilecek kadar küçüğüm. Milyonlarca ben olsam yine ihmal ediliriz. “Neglect” anlamında ihmal, duygusallık yok, mekaniklik işlemiş terminolojimize, daha işlenen binlerce şey gibi. Çok sıkıldım insani duygulardan, insanlıktan. Biz de bir hayvanız, anlamı yok günlük yaşamın, kuralların.

Gitmek için en iyi o andı demiştim. Nefes alışımın değiştirdiğini hissettim, içimde kurduğum bahanelerin. Çıkmalıydım dört duvar arasından. İnsandım sadece insanlığımla var olabilirdim. Bir senaya ihtiyacım olmaz, biraz yemek, yeterli uyumak ve diğerleri. İçimdeki değerler, yıkılmalı hepsi, yenileri gelecektir. Sonra yenileri de yıkılmalı, yıkılınlardan kalanlardır, doğal seleksiyonu aşabilenler, yaşatılması gerekenler, evrimleşmedir. Evrimleşmeliyim, ama nereye geldiğimi göremeden gideceğim. İnsanlığın yüklediği değerler ne kadar ağırlaşmış, kimi görsen üstünde sadece değer var.

Bir hayvan gibi yaşamak için gitmeliydim o an.

Bahanemi anlatayım; kalmak için bulduğum en iyisi olanı: gitmek değildi istediğim gidebilme özgürlüğünü hiseetmekti, gittiğim anda gitmiş olabileceğimi görmekti. İnsani özgürlüğümdü istediğim özgürlük. Ne anlamı vardı sınavın ne anlamı vardı keyifle içilen bir kahvenin, ne büyük zavallılıktı mutluluk. Mutluluktan çok mutlu olduğun sanmak. Büyük oyunları bunlar bize gelmez, paranın yanında sunulan mutluluk bahanesi, kahvenin yanında ki su gibi, kim içer acı kahveyi, yumuşatacak suyu olmadıkça, yanında ki çikolatanın bıraktığı tat, kahvenin ardından gelmedikçe.

Bir adım ileri gittiğini görmek, bir adım geriye düşmek değil mi?

Aman insanlık ihmal etmesin beni çabasıyla öyle inandırmışız ki kendimizin bir bok olduğuna, insalık oyunları, saygısızca, ukalalıkla, beyni kullanabildiğini sanmanın verdiği patavatsızlıkla, geçiyor. Kim kendini ne zannediyor.

İhmal edilebilecek kadar yoksun, ihmal edilebilecek kadar varsın. Anlamsızsın. Bir geçişsin, bir parçasın, hepimiz birleşip sadece bir parça olacağız, yuvarlanmaya çalışacağız.

Pazarda vazolar görüp bununla mutlu olmayacağız mesela, gidemediğimiz her yön için üzmemiz gerekirken.

Ölüm korkusu, ben senin için sen onun için herkes biri için çok değerli, herkes kendi balonu içinde, şu clemantine balonlarından, herkes ulaşılmaz kendi içinde. Bir avuntu değil mi bu? Herkesin özel olması bir avuntu? Küçücük dünyanın prensi olmuşsun ama kendini bile tanımıyorsun. Boş boş konuşuyorsun. İnanacak ulaşılmaz bir güç bulmuşsun, ulaşamadığın için korkmuşsun, korktuğun için tapmışsın, taptığın için bitmişsin. Canın sıkılıyor bugün, neden canın sıkılıyor? Doyuramıyorsun kendini, zannediyorsun ki doyar, insani değerlerinle, inandırmaya çalışmışsın, kimi zaman insanmışsın, kanmışsın kendine, ama ne kadar kaçabilirsin kendinden, ne kadar kaçabilirsin doğandan, varlığından, varoluşundan.

Herkesi dinledim herkese hak verdim bunca zaman, şimdi düşünüyorum da herkesin kendini inandırdığı bahaneleriymiş savundukları, hak verdiklerim. Kızmıyorum, alınmıyorum, kırgın umutsuz değilim ama ilgilenmiyorum, ne kadar küçük olduklarını biliyorum, görüyorum. Kendimi değersiz buldum hep, haklıymışım. Yanıldığım yer ise, herkesin değerli olduğunu sanmam olmuş. Var olmak için kendilerine verdikleri değerlerin, kafalarındaki beyinin şımarıklıymış. Kendi için var olamamanın, insalığını kabul edememenin, sistemin bu olduğunu zannedip elenmekten korkmanın zavallılıkları bunlar. İnsanın oluşturduğu sistem nedir ki? Avukatlıktan farklı mı? Kendin koy kendin oyna. Ne kadar sıkıcı… yap boz yap boz. Sonra neden yaptığını neden bozduğunu unut öyle devam et.

Taklit, gözlemde önemli ama sadece taklitle geçmiyor yaşam, yaratıcılık birşeyler eklemek gerekiyor. En büyükler, en çok koyup en azı olduğunu bilenler.