bildirgec.org

dur bir hikaye anlatayım hakkında tüm yazılar

Oyuncak

buddhala | 03 October 2006 22:00

hepsi yanağımdan makas aldı
o kadar mı tatlıydım ben?
babamın esaleti, annemin pamuk teni
dedemin gülüşü ve daha nice benzetmeler
bir kez olsun uzun uzun sırtımın üstünde yatamadım
annemin pamuk göğüslerini emmek de hoş
kucaklar da hoş ama o kadar pahalıya alınan
beşiğim hep boş.
en huzurlu beşik benim için elbet annem
ama dedemin de tadı baska, azizlik var orda
hem onun da göğüsleri var annem gibi
birkaç kez yokladım ama dedem tip tip baktı
sonra beni küsmüş gibi anneme uzattı
annemin tadı hergün degişen beyazlarından içtim,
rengi aynıydı ama tadı her gün farklıydı.
babam biraz farklı bana göre
beni fazla gıdıklamaz ama saklıyor sevgisini sanki
ben de ona inat ilk önce “anne” dedim
sonra dede diyecektim ama alınmasın diye baba dedim.
dedem de benim gibi ilgi bekliyordu sanki
ama hesapta olmayan ben onu ikinci plana itmişti
hatta babamı da ikinci plana itmişti ama
annem işini biliyordu doğrusu.
geceleri beni dedemin yanına taşıdıktan sonra
acaba neler oluyordu merak ediyorum
birkaç kez geleneksel çağrımı yaptım ama anlayamadım hiçbirşey.
babam yanakları al al geliyordu yanıma, annem de nefes nefese
biraz kucak dansıyla kandırdıklarını sanıp
beni dedeme tekrar havale ediyorlardı.
dedemin sırdaşıydım aslında
yavaş yavaş aramızda bağ oluştu.
bana söyledilerini anlıyordum sanki
beni de gördüğü için mutluydu ve yanımda huzurluydu.
çoğu dostu torununu göremeden gitmiş, bana öyle dedi o gün
nenem de öyle gitmiş, nenem kimdi acaba nasıl birşey aklıma takıldı?
neneme uzun uzun anlatacakmış beni, yakın zamanda yanına gidecekmiş gibi.
annem işine gitmeye başlamıştı artık, fazla göremiyordum onu
ilk yürüdüğümü de dedem gördü sonuçta, beni havalara zıplattı mutluluktan.
gündüzleri birlikte şekerleme yapıyorduk artık, herşeyimiz birdi
bir kere rüyamda yukardan boşluğa düştüğümü gördüm.
yürümeyi yeni öğrenmiştim uçmak neyime benim,
öylece havada süzüldüm.
içimin basınçtan büküldüğünü hissedince kendimi birinin kucağında gördüm
gözümü açtığımda dedem gülerek beni tutuyordu kollarında, ben ise ağlayarak sızlanıyordum
beni anneme uzattı, içimdeki ateş sona erdi ve uykuya daldım tekrar
yeniden uyandığımda dedemin koynundaydım.
belli ki babam emiyordu annemin pamuk göğüslerini bu sefer.
bir kez yakalamıştım babamı,
benden daha profesyonelce annemin göğüslerini emiyordu.
benim onları izlediğimi görünce, dedemin kucağına tayinim çıktı tabi
o gece başka bir düş gördüm uzun bir aradan sonra
ilginçtir dedemi kucağıma almışım onu sallıyorum
koskoca tosun adam benim kollarımda
düşümde görsem inanmam diyeceğim ama zaten düşümdeydim.
sonra kollarımın arasından kanatlanıp göğe doğru uçmaya başladı
dedeme beni de almasını söyledim ama beni duymadı parlak ışığa doğru kanat çırptı, gitti.
uyandığımda bunları anlatmak için dedemin de uyanmasını bekledim
bekleye bekleye bir hal oldum, ne bir horultu ne bir tepki geldi tosundan
ardından annem geldi, beni ordan uzaklaştırdı hemen.
yüzüme damlalar geliyordu bir yerden, annem sanki ağlıyordu.
babam telaşlı bir şekilde yanımızdan geçti,
annem beni pek kıymetli çubuklu bahçeme bırakıp iç odaya geri döndü.
hıçkırık ve ağlama seslerinden sonra
dedemin o çok bahsettiği dostlarının ve nenemin yanına gittiğini anladım.
dedemin kucağındayken onu kaybetmiştim, onu bir daha göremedim
bu olanlari anlatacak bir kardeşim yok henüz
anneme ya da babama anlatacak da dilim yok.
o yüzden sana anlattım dostum, kusura bakma sıktıysam seni
sen de rüya görüyor musun bilmiyorum ama
en azından yürürken bana eşlik etmeni isterdim
bir de saçlarımın senin gibi düz olmasını.
benimkiler dedeme çekmiş diyorlar ama o saçsızdı iyi hatırlıyorum
senin tenin de çok sert ve gözün hep açık, hiç uyumuyorsun.
neyse ben tuvalete gidiyorum, sıkıştım, yeni öğrendim zaten kendi kendime tuvalet yapmayı, bekletmeyim, altıma kaçırırım yoksa.

dedeme

Uyku

ultramega supersonic | 27 April 2006 01:52

Zamanı ve mekanı tam olarak kestiremiyorum…Bilmiyorum ne yapıyorum burada?

Ama gökyüzünde güneş cayır cayır yanarken,bir tapınağa giriyorum. İçeri girdiğimde bir soğuk rüzgar vuruyor yüzüme ve bu beni çok mutlu ediyor. Duvar ve zemindeki meşaleler içeriyi aydınlatıyor. Keman,santur ve ud sesleri yankılanıyor içeride. Yerde güzel halılar var.Her adım atışımda burnuma değişik baharat ve parfüm kokuları geliyor.

Duvarlar çok yüksek.Heryerde yazılar ve resimler var.Karşımda ise yerden neredeyse omuzumun hizasına kadar yükselen minderden bir yatak var.Yatağın yanında güzel meyveler var. Uzanıyorum yatağa. Uzanır uzanmaz yatağın boyu yarıya iniyor.İçine gömülüyorum yastıkların. İçeride devamlı esen serin rüzgardan ürperiyorum ve üstüme kalın ağır yorganı çekiyorum.Yetmiyor o yorganı bacaklarımın arasına alıp bir güzel sıkıştırıyorum.

Hüzünlü Eğlence

ultramega supersonic | 23 April 2006 12:03

Şekerden yapılmış kasabaya,kendi etrafında döne döne ilerleyen pembe yanaklı bir çocuk girdi. Çocuk dönerken gözüne bulanık görüntüler çarpıyordu. Yemyeşil,kıpkırmızı ve sapsarı ağaçlar,kremadan yapılma bembeyaz çatılar,kurabiye kadar tatlı evler gördü. Kasabanın neredeyse ortasına kadar geldiğini gördü .Çok fazla dönmüştü.

Etrafında insanlar toplandı ve hepsi birbirinden mutluydu. Çocuğa dokundular,sevdiler,gülerek baktılar gözlerinin içine. Çocuğu ellerinden tutup çevirmeye başladılar. Dans etmek istiyorlardı.Eğlence hiç bitmemeliydi. Sonra zaten güneş çekildi.Gece olunca meşaleleri yaktılar ve çocuğu ,ona olan sevgilerine küçük gelen kasabadan çıkardılar.

CENNET VE CEHENNEM

simya derel | 18 April 2006 14:12

Adam ve hayattaki tek arkadaşı olan köpeği bir kazada
Birlikte ölmüşlerdi…
Gökyüzüne çıktıktan sonra bembeyaz bulutların arasında
Dolaşmaya başladılar… Adam çok susamıştı…
Biraz su bulabilmek ümidiyle yürümeye devam ederken,
birden kendilerini muhteşem bir manzaranın karşısında buldular..
Rengarenk çiçeklerle süslü bir bahçe, altından yapılmış bir
Bahçe kapısı ve onları karşılayan beyazlar içinde bir kadın…
Adam köpeğiyle birlikte kadına yaklaştı ve sordu:
“Affedersiniz… Burası neresi?”
Kadın ona gülümsedi:
“Burası Cennet, efendim”. Adam bunun üzerine sevinçle
“Harika…!!!” dedi.
“Peki bana biraz su verebilir misiniz? Gerçekten çok susadım”….
Kadın cevap verdi: “Tabi efendim, içeri girin… içeride
Dilediğiniz kadar su bulabilirsiniz…..”
Böylece adam köpeğine döndü, “Hadi oğlum içeri giriyoruz”
diyerek kapıya yürüdü… ama kadın onu birden durdurdu:
“Üzgünüm efendim, köpeğiniz sizinle gelemez… hayvanları
İçeri almıyoruz…”
Bunun üzerine adam bir an durdu, düşündü ve geri dönüp
Köpeğiyle birlikte geldikleri yolun tam tersi yönünde yürümeye
koyuldular….
Bir süre geçtikten sonra kendilerini bu kez tozlu çamurlu
bir yolda buldular ve yolun sonunda karşılarına çiftlik girişini
andıran bir kapıyla yırtık pırtık elbiseli bir dede çıktı…
Adam sordu:”Affedersiniz…. bana biraz su verebilir misiniz??”
Dede “içeri gel” dedi… “kapıdan girdikten sonra sağ tarafta bir
çeşme var…”
Adam sordu: “Peki arkadaşım da benimle gelip oradan içebilir mi?”
Dede ” Tabii…” dedi. “çeşmenin yanında köpeğinin de su
İçebileceği bir kase bulacaksın…”
Bunun üzerine adam kapıdan girdi… biraz yürüdükten sonra
sağ tarafta çeşmeyi buldu… Adam çeşmeden köpek de oracıktaki
kaseden doya doya içerek susuzluklarını giderdiler….
Derken adam geri giderek girişte bekleyen dedeye sordu:
“Su için çok teşekkür ederim… Peki burası neresi..?”
Dede “Burası cennet” dedi. Bunu duyan adam şaşırdı:
“Ama nasıl olur…? az önce burası gibi kırık dökük olmayan
muhteşem bir yere gittik ve orasının da Cennet olduğunu söylediler…”
Dede “şu rengarenk çiçeklerle süslü altın kapılı yer mi?”
dedi… ” ama orası Cehennem..”
Adam iyice şaşırmıştı: “Peki ama orası sizin adınızı kullanarak
insanları kandırıyor diye hiç kızmıyor musunuz..??”
Dede gülümsedi:
“Kızmıyoruz…çünkü onlar kendi çıkarı için en iyi
arkadaşını yarı yolda bırakanları Cennet’ten uzak tutuyorlar….”
Dostlarınızı yarı yolda bırakmayın. Bir dostun derdine herkes
üzülebilir, bu çok kolaydır. Bir dostun başarısına sevinebilmek ise
sağlam bir karakter gerektirir..

Gece Gündüz

ultramega supersonic | 18 April 2006 10:50

Gece yavaş yavaş gitmeye hazırlandı.Önce yıldızlar sonra ay kararmaya başladı.Bu sırada güneş yükseliyordu
Kırmızıydı,turuncu oldu ve en sonunda sarı renge bürünen güneş;gökyüzünü mavi yaptı!

Güneş dağların ardından yavaş yavaş yükseldikçe ışığı odada gezinmeye başladı.Aydınlanan odayla beraber, vampir;dolaba , geniş omuzlu cellat;kapıya
yerde sürünen canavar;halıya ve tavandan başaşağı sarkan yarasa ise avizeye dönüşmüştü!Güneş herşeyi eski haline döndürdü.Gece düşmüş, ay tamamen sönmüştü.Oda aydınlanmıştı ama adam hala uyuyordu. Yüzünde bir gülümseme vardı.Güneş dalların arasından adamın gözlerine geliyor ve dallar rüzgarla birlikte oynadıkça adamın gözlerine bir gelip bir kaçan güneş göz kapaklarını durmadan oynatmasına sebep oluyordu. Ama uyanmıyordu adam yinede. Rüya görüyordu belkide.

Rüzgarlı lacivert yerdeki Şato

admin | 29 March 2006 01:07

Gece olan yerde ihtişamı ve kudreti fazla tasarlanmış ama aslında nasıl olduğu bilinmeyen şatomsu yerde bilmem kaçıncı katta hep şömine yanar.Karanlıktır heryer! Şöminenin ateşi ısıtır başındaki sevgilileri ama odayı aydınlatamaz tamamen.Hatta toz kokar raflar,eskimiş halılar vardır kararmış parkelerin üstünde. Ama çok kasvetli bir yer değildir herşeye rağmen.Evet, aslında salon biraz ürkütücüdür.Çünkü çok yüksek bir tavanı vardır;neredeyse beş adam boyunda!Belkide beş adam boyunda insanlar,yaratıklar vardır buralarda ve onlar için yapılmıştır bu yükseklik?! Düşlerken; “normalde lacivert ve rüzgarlı olan kurak toprağın” sarı,sıcak çöl görüntüsünün akla geldiği mekanda, herhangi bir yerde olmayan ama aynı zamanda nedense nerede olduğu bilindiği zannedilen bir yerlerdedir bu şatomsu yer. Anlaşılmaz bir yerde sanılır burası aslında, ama tamamen benim anlatamayaşımdan kaynaklanan bir karışıklıktır bu.Yani şato bir yerdedir,hatta ana kapıya dışardan yüzümüzü dönersek yüksek dağlar sağ tarafımızda kalır.İşte o dağlar nerede onu bilemez kimse! Ama dediğim gibi şatonun sağında dururlar, bu kesindir! Güneş de sağ taraftadır.Yada değildir.Aslında değil.Güneşin belirdiği yer az önce bahsettiğim lacivert toprağın anlatımda, araya sıcak çöl görüntüsünün girdiği andadır,düşünüşteki yanılmada. Yani güneş sadece karışıklıktır.Yoktur aslında! Olabilir ama bu mekan güneşten yoksundur ve yoksun kalacaktır.Kalmak zorunda;çünkü şatonun bilmem kaçıncı katındaki şömine yanarken ve sevgililer yüksek tavanlı odada çatırdayan ateşin önünde otururken aydınlık olmamalı hava.İçeri ay ışığı sızmalı, lacivert ve rüzgarlı gökyüzünden.Öyleki o rüzgar tül perdeleri dalgalandırmalı. Zaten tüm bu koşullar ve raflardaki toz kokusunuda esen o hafif rüzgarla yiyen adam yanıbaşında büyük deri koltukta oturan sevgilisini düşünür.Bulunduğu bilmem kaçıncı kata çıkarken ki basamakları aydınlatan taş duvara çakılı meşaleleri düşünür.Gölgelerin güzelliğini ve onlardan daha güzel olan meşalelerin ateşini düşünür.Meşalelerin ışığının yüzüne vuruşunu düşünür.Yüzünün yarısının pencereden içeri giren,koyu lacivert olan renge bürünüşünü düşünür.Zaten diğer yarısına meşalenin ışığı vurur.O ışıkları, sessiz ormandaki kalın gövdeli ağaçların dibine vururken düşünür.Artık ne oturduğu koltuğun,ne sevgilinin,ne ay ışığının ne de basamaklara vuran meşale ateşinin güzelliğinin anlamı kalmıştır.Kalmamalıdır. Çünkü düşleyecek başka şeyler vardır sırada.

YEDİNCİ DELİ:SON DELİ

admin | 19 March 2006 22:31

Bu sabahtan beri gördüğüm yedinci deli. İlkini sabah odamın boy aynasından hatırlıyorum. Kahvaltı yapamıyorum artık. İçimden güne hafifçe karın tokluğuyla başlamak gelmiyor. Şu an saat öğlen üç. Öğle yemeği de yemezsem kaç saat daha yaşarım bilmiyorum. Caddede şehrin en kötü kokan yerine doğru yürüyorum. En çok insanın olduğu yere doğru. Şehrin en geniş meydanına. Oradaki insanlar bana kanalizasyon borularında telaşla koşturan hamamböceklerini andırıyor. Sağımdan solumdan birkaç dakikada onlarcası geçiyor ve yaydıkları koku iştah kaçırıcı. Sigaram da yok bari o olsaydı. Durakta iki genç duruyor. Belediye seçimlerinin yapıldığı gün ama yaşları tutmuyor. Alsancak’a diğer züppelerle bira içmeğe otobüs bekliyorlar. Orda durup birinden sigara istiyorum. Bakışlarında ‘benim pisliklere verecek sigaram yok’ dediğini seziyorum. Ama buram buram nikotin kokan ağzıyla “kullanmıyorum” diyor. “hah otobüsünüz geliyor şimdi siktirin binin” diyorum. Cevap vermiyorlar. Otobüse biniyorlar. Birinin öğrenci kartı yok. Aynı anda ötekinin telefonu çalıyor. Şoför yolun başındaki kavşakta cinnet sınırına gelmiş. Telefonun çalmasıyla birlikte çocukların üstüne atlayıveriyor. Kapı da kapalı çocuklar uslu uslu dayaklarını yiyorlar. Kavgayı sonuna kadar izleyip durağa doğru yürüyen ve her şeye iğreniyormuş gibi bir yüz ifadesiyle bakan kadından (sanırım kadın) sigara dileniyorum. Cevap aynı. Oysa ki çantası Winston’un promosyonu. Gene de sağ ol diyorum. Sonra birkaç dükkana girip çıkıyorum. Ulan kimse sigara içmiyor mu? Bu kadar sağlıklı bir şehirde benim ne işim var diye düşünürken karşıdan karşıya geçen günün dördüncü delisini görüyorum. Elinde ömrünün ortasında bir sigara var. Her tarafı gazete kağıtlarıyla kaplanmış kulağına da küpe: balık kılçığı. Şortu şeffaf torbalardan yapılma kesin bir de anlamı vardır kendince. Pipisi yandan çıkmış ve soğuktan iyice küçük. “Ulan şu adam vermez mi bi sigara, verir be” “bilir çünkü sigarasızlığın adamı nasıl delirttiğini”. “Hey Gandi!” diye bağırıyorum. Bi tek o bakıyor. “Sigaran var mı fazla?” Elindeki sigarayı uzatıyor. Alıyorum. “Eyvallah”. Pipisi sallana sallana insanlara söve söve ara sokakların birinde gözden kayboluyor. Ben amaçsız yürüyüşüme devam ediyorum. Sigara, haliyle, attığım otuzuncu adımda bitiyor. Atıyorum. Midem kazınıyor. İnsanlar çoğaldıkça midemdeki gurultu azalıyor. Şehrin meydanını sessizce geçiyorum. Oy vermekten gelen kalabalık bir gurup oy verdikleri partilerden bahsediyor. İçlerinden birinin küçük çocuğu onların arkasında kalmış kumruların peşinden koşturmaya başlıyor. Annesi dünyasını unutmuş, yürümeye devam ediyor. Kadına bağırasım geliyor bir an için ama çocuğa bakıyorum da o kumrular ona bu hamur müsveddesi kadından daha iyi annelik yapar herhalde deyip susuyorum. Kırk yaşındayım. Yıllarca ciğerlerine nevroz alıp nevroz vermişim. İşsizliğim kaburga ağrılarım çocukluk anılarım eski aşklarım hepsi bir anda o kumruların peşinden giden çocukla beraber paramparça oluyor. Artık o kadının çocuğunu bulmasına imkan yok. Benim de geçirdiğim kırk yılımı.Soya yağı fabrikasının önünde hayat dank ediyor birden. Gürültülü otobüsler yürüyen insanlar uçan kuşlar dilenen zavallılar köşedeki tekel bayiinden gelen kavga sesleri her şey bir anda yok oluyor.”Sanırım sağır oldum” diyorum. Haftalarca süren baş ağrısının nedenini açığa çıkmış oluyor böylece. O kadını bulup ona okkalı bir tekme savurmak için geldiğim yoldan hızlıca geri yürümeye başlıyorum. Durakların orda kadın ve arkadaşları hala seçim konuşuyorlar. Kadının önünde duruyorum. Oğlunun ellerinin ojelenmiş ve yıllanmış hali havada söylediği önemli lafların altlarını çiziyor. Bi sigara istiyorum. Çantasından bi tane çıkarıp veriyor. Durakta hiç otobüs yok. Sigarayı yarısında atıp bi tane daha istiyorum. Bu sefer gözlerini korku sarıyor. Çantasından paketi çıkarıp bana veriyor. Sağ ol diyorum. Sonra kadın bir anda meydana doğru koşmaya başlıyor. “Sabri! Sabri! Allah kahretsin!” Peşinden bende koşuyorum. Kadın kumruların oraya geldiğinde “dur!” diye bağırıyorum. Kadın şaşkınlık ve umutla duruyor. Yanına geliyorum.”bakın bayan şu binayı görüyor musunuz? Benim ölmem gerekiyor.”bir şeyler söylüyor ama duymuyorum. “bayan beni öldürür müsünüz”diyorum. Kadın yere düşüyor. Kaldırıyorum. Cebimdeki sümüklü mendille kadının gözlerini siliyorum. Birkaç parça kadının yüzüne yapışıyor. Kadına bi tekme savuruyorum. İçim rahatlıyor. Kadın gene yerde. Şoka girdiği her halinden belli. Tekrar kaldırıyorum. Ve tekrar binayı gösteriyorum. Meydanın çıkışında oynanan bu trajedi gelip geçenlerin umurunda değil. Onlar bu oyunda yalnızca gelip geçenler rolündeler sanki. Hatta hemen yanımızdaki yaşlı çekirdekçi istifini bile bozmadan “sıcak sıcak sıcak çerez!” diye bağırmaya devam ediyor. Biz kadınla görünmez olmuşuz fabrika binasına doğru yürümeye başlıyoruz. Kadının ağzından Sabri Sabri diye sayıkladığını görüyorum. Fabrikaya giriyoruz. Engel olan olmuyor. Çatıya kadar işçilerin gözleri önünde ve yanık yağ kokularıyla merdiven tırmanıyoruz. Çıkınca kadını sertçe itiyorum. Kafasını bacaya çarpıyor. Başı kanamaya başlıyor ama bayılmıyor. Kan bütün olanlara inat sakin sakin yerde küçük kızıl göletler oluşturmaya başlıyor. Kadını bu kez çatıda kaldırıyorum. Ayakta zar zor duruyor. Turuncu tuğlaların gökyüzüyle sonlandığı yere kadar yürüyorum ve kollarımı açıyorum. Kadın hala aynı yerde inliyor. Çocuğu arıyor gözlerim. En sonunda görüyorum. Yanında bir çingene var. Elinden tutmuş götürüyor çocuğu. Kadına doğru dönüp. Havayı itiyorum. Gözlerinde bile kan nehirleri oluşmuş. Bana yaklaşıp sarılıyor. Bir anada dengemizi yitiriyoruz ve yanık yağ kokularının arasından yere doğru süzülmeye başlıyoruz. Biz kaldırıma düştüğümüzde çekirdekçi o gürültüyle arkasına dönüyor. İşte o anda çekirdek tezgahı devriliyor. Kadının kanla kırmızı saçlarının arasından bir anda açılan kulaklarımda duyduğum son ses bu gürültü oluyor. Bizim ardımızdan yağmur başlıyor. En son görüntü kızıl gökyüzünde uçup duran martılar. Son koku yanık yağ kukusu. Son renk kırmızı. Son his ölüm.Çocuk şimdi ceza evindeymiş. O çingeneyi otuz yerinden şişleyip yirmi yıl yemiş. Orda iki de kitap yazmış. O kitaplardan da beşer yıl yemiş. Şu an kırık sazı çirkin sesiyle türkü söylüyor batı tarafı 7-A hücresinde. Şoför, bir süre sonra işten atılmış ve intihar etmiş. Şimdi o da burada. Aynı kattayız. Kadının adı Serpil’miş. Bana sarıldığında kırk iki yaşındaymış. O iki kat daha aşağıda yanıyor. Soya yağı fabrikası son depremde yıkılmış. Yerine daha yüksek bir bina yapmışlar. Bense yeni bir hikayeye başladım. Nedense hala mutlu sonlar yazmayı seviyorum.Mutlu Son

istanbul’da küflü bir parkın notları

admin | 18 March 2006 22:11

“HAFİF BİR SANCIYLA GEÇMEYECEKTİ BU
EYLEMSİZLİK/AŞKIN DÜNYADAKİ AĞIRLIĞI
Kelimeler yüklemsizken ne kadar hafif. İki nokta arası yeşiller, sivilceli ve sevimsiz olmuşluk. Hep bir olmuş bitmişlik. En çok sızlayan yer yüreğimin beyaz saatleri ne zaman vurulduğunun farkında olmayan hayatlar gibi toprak ve yaprak içinde. Birkaç konu girmeli sohbetlere; gözlerimiz iki imkansız aşk, iki yolsuz köy gibi kimsesiz. Deniz bakışlarla üredikçe yosunlaştıkça içimizden içlerimize akan pınarlar kelimeler coşkulu yağmurun durgun birikintilerine bölünüyor ve sadeleştikçe sonsuza doğru eylemsizlik çorak ve eğimsiz bir yalnızlık sarıyor her şeyi.