bu gün bir arkadaşımın evine ziyarete gittim büyük anneside oradaydı ve içeri girer girmez başladı anlatmaya yok ilk kocası şöyleymiş yok bi oğlu hala ortalıkta yokmuş bir başka oğlu süper terziymiş falan ben karşısında oturduğum müddetçe anlatmayı sürdürdü arkadaşımın büyük annesi olduğundan ve benimde nennem yaşında olduğundan sabırla dinliyordum ve birden aklıma anlattıklarının “babam ve oğlum” filminde
olanlarla benzeştiği geldi. sanırım o zamanlar yani devrimlerin başkaldırmaların olduğu zamanlar herkezin hayatı kısmen aynı olaylarla doluymuş. her evde idealist bir öğrenci ve geleneklerine bağlı bir baba varmış. yaşanan bütün o acı tatlı hayatların sonunda olan yine evdeki en küçük toruna olurmuş. henüz babamı kaybetmedim. ailemin geçmişinde hiç idealist bir öğrenci yoktu. dedem çok geleneklerine bağlıydı. dedem öldü onun için herkez iyi adam der bende dahil ve vadesini doldurduğu için öldü deriz babam da ölecek onun için de iyi adamdı diyeceğiz ve yine vadesi dolduğu için öldü diyeceğiz. belkide göçmen bir aile olduğumuzdandır herhalde bizim ailede hiç idealist öğrenci olmadı ve zamanından önce ölmedi. ve sanırım türkiyede bir zamanlar zamanında idealist öğrenciler olan babalar hep zamansız öldü. aynı şekilde arkadaşımın dayısı olan bir insandan da neredeyse yirmi yıldır
haber alınamıyomuş. bu film ve bir zamanlar idealist öğrenciler olan insanların başına gelenler hakkında düşüncelerim bunlar. senaryo konusuna gelincede sanırım senarist de bir arkadaşının ninesi tarafından bir süreliğine esir alınmış çünkü insanlar kendi başlarına gelene sadece gözyaşlarını dökerler. senaristler, yazarlar, gazeteciler, muhabirler ise başkalarının hüzünlerini gözler önüne serebilecek kadar cesurdurlar. hayatta en büyük işkence bence sıradanlıktır. tekdüze hayatlar yaşayarak gerçekten yaşadığımızı idda edemeyiz sanırım.