bildirgec.org

dert hakkında tüm yazılar

Aynı

suphi | 30 July 2007 12:29

Kalemi elinde aldı ve bir şeyler karaladı. Sonra da altına “hayat” yazdı. Yine utandı ve yırttı mektubu. Gözlerinden süzülen yaşa inat gülümsemeye çalıştı ve sarı dişleri göründü. “Bir yol” dedi ve üzerine basarak ekledi;”ıstırap”.

Devamlı bir şeylerden dert yanardı. Pencereden dışarı amansızca bakar ve ağlardı. Benimle çok az konuşurdu.”Selim” derdi, “dostum anlıyorum seni”…

Bense umutlandırmak isterdim; “bir gün başka bir ülkeye, başka bir şehre gideceksin, denizler, insanlar göreceksin”.

Her zamanki ürkek sesiyle cevap verirdi; ”Aynı mahalle, aynı sokak.. Aynı karlar yağacak üzerime, aynı gülüşler, aynı nefes, aynı can, hep aynı…”

Bıktım yalnızlıktan!

darjeeling | 28 June 2007 11:09

Son zamanlarda yalnızlıkla ilgili yazdığım yazılar boşuna değildi. Canım çok daha fazla yanmaya başlamıştı bu yalnızlıktan. Tam 7 senedir yalnız yaşıyorum ve inanın bu yaşamın ilk senelerde ya da senede verdiği zevkin 10’da 1’ini alamıyorsunuz. İlk zamanlar ‘işte artık hürüm ve kendi irademle herşeyin üstesinden geleceğim. Annem babam bana güveniyor ki beni buralara kadar gönderdiler, yalnız yaşamama müsade ettiler demekki ben boş biri değilim’ gibi düşünceler sarıyor aklınızı. Nüfus cüzdanınızı kaybettiğinizde bile bunun peşinde annenizin değil kendinizin koşması tuhaf bir haz veriyor adama. Elektrik ve su faturalarınızı kendi kazandığınız parayla ödemek te ayrı bir zevk tabi. Sonra aradan bir kaç yıl geçiyor ve benim gibi oluyorsunuz. Bu durumdan sıkılma kısmı başlıyor. Bu heralde olgunluk ve yaşla da alakalı. Eve gitmek istemiyorsunuz iş çıkışları. Her gün bir arkadaşınızla buluşamazsınız. Buluşsanız bile mutlaka bir yerde birileri tıkanacak ya da sıkılacaktır. Ya da hergün Nevizade’ye gidip ‘ 1 bira içip kalkarım’ diyemiyorsunuz. Diyesiniz gelmiyor… Cumartesi pazarlar ise tam bir işkence. Eğer iki gün boyunca çalışmayan biriyseniz(ki bu insanlara muhteşem görünür) bir de yalnızsanız daha çok sıkılırsınız. Cebinizde metelik yoksa bir kursa gidip dil öğrenecek durumda yoktur ya, hem bunun sıkıntısı hem o boş zamanların avareliği daha çok canınızı sıkar. Tüm bunlar yaşanırken bir de evinizi su basar. Tam film gibi. Sabaha karşı saat 4:00’tür ve büyük bir gürültü ile uyanırsınız. Su boruları o saatte patlar ve siz yapayalnız bir de kadın başınıza zaten tamirat ve tesaisattan anlamıyorken ne yapacağınızı şaşırır akan suyu durduramaz, evinizin her yerinin sırılsıklam olmasını engelleyemesiniz. Ev zaten eskidir, zaten orada yaşamaktan hiç haz etmiyorsunuzdur, sanki herşey size git kendine yeni bir ev bul der.. Halıları sökersiniz yerinden, 1,5 saat suyu boşaltmakla uğraşırsınız ve sabah işe gideceksinizdir. O vakit düşünürsünüz şimdi tekil değil çoğul bir yaşam sürseydim asıl ne güzel olurdu diye.. Çünkü çaresizlik gözyaşları dökmezdiniz büyük ihtimalle. En azından size destek olacak biri olurdu. Şimdi o da yok ve ne zaman biriyle bir hayat paylaşıp sorunları birlikte üstleneceğiniz bile belli değil. İşte herşey üst üste gelir ya, bu da öyle bir durum..
Ev mi? Küstük birbirimize..
Yalnızmıyım? Evet hala, malesef..

Haziran Sıkıntısı

wisdom | 03 June 2007 23:45

Bu aralar kime nasılsın diye sorsam, iyiyim ama şu iç sıkıntısı da olmasa diye cevap veriyor….Ben de içimi buran, nedensiz ve bezdirici bir sıkıntı hali içindeyim…olmuş olanların iç sıkıntısı veya olacak olanların iç sıkıntısı…hangisi bilmem…ama toplu olarak sıkılıyorsak, bu sıkıntının mutlaka daha genel bir nedeni olmalı…memleketin durumu belki, belki yaklaşan seçimler…belki yeni gelen haziran ayı…belki yerli yersiz yağan yağmurlar…kimimizde bir kaçma isteği var…kimimiz de bir dam altı bulup sığınma….kimimizde yalnızlığın verdiği sıkıntı…kimimizde iyi gitmeyen bir ilişkinin sıkıntısı…ehh ben de biraz dertleşelim istedim…siz de benim gibi içi burulanlardansanız bu aralar, ne en sevdiğiniz yemekler, ne şarkılar, ne de arkadaşlar hafifletemiyorsa o içinizde dolaşıp duran sıkıntıyı bir türlü, buraya yazın…dökün içinizi…konuşalım, dertleşelim..ehhh, ben biraz hafifledim gibi…

TEBRIKLER

| 22 April 2007 02:03

Dakikalar boyunca gözlerimin içine dolan,ama ısrarla akıtmadığım yaşları görmezlikten gelerek ameliyattan kalmadikişlerini anlattığına inanamıyorum.Buna inanmak istemiyorum.

Neden kimseye laf anlatamıyorum ben? Şu bir haftadır sürekli insanlara birşeyler açıklamak istiyorum,birşeyleri açıklamam gerekiyor ama kimse beni dinlemeden istedikleri etiketleri yapıştırmaya kalkıyor. Olmadığım şey kalmadı. Birileri de beni anlasın ve öyle değerlendirsinler istiyorum. Birileri de bana istedikleri etiketi yapıştırmasınlar istiyorum.Bugün de agresif biri oldum. Buna inanmaya zorluyorum kendimi. Ama ben agresif değilim gerçekten, sadece birşeyleri açıklığa kavuşturmaya çalışıyorum ve sürekli susturuluyorum.Sonra da agresif,nankör,hatta bence psikopat bile diyecek dereceye geliyorum.Hayat niye acımasız bazılarına karşı.Ben doğalı kaç yıl daha oldu ki? Kaç yıl oldu ben bu lanet olası dünyaya geleli.En sevdiklerim bile bana istedikleri muameleyi yaparken ben nasıl hayattan zevk alabilirim? Neymiş efendim,kendime yeni hobiler bulmalıymışım.Hiç bir hobi,yaptığım güzel denebilecek hiç bir aktivite beni rahatlatmıyor, içimdekileri yazmak dışında.

Öğretmen İnternetten İndirin Dedi

lorienn | 05 January 2007 13:03

Bugün çalışanlardan biri odama geldi .
-Ablacığım iyi günler, bir ricam olacaktı deyip elindeki ufak kağıdı uzatıverdi. Kağıttakileri okumadan
-“İnternet ödevi mi bu?” diye sordum sıkıntıyla.
Adamcağız
Evet ablacığım öğretmen bizim çocuğa ödev vermiş, yine seni rahatsız ediyoruz dedi ezilerek.
Geç arkadaşım önce şöyle otur bir bakalım neymiş dedim ve kağıda göz attım. Ödev şu:
“Metre ve santimetre kullanarak yapılan meslekleri sayınız eğer ölçü aletleri olmasaydı mesleklerinde ne gibi zorluklarla karşılaşırlardı.” İlköğretim 2.sınıf talebesine verilen bu ödev internetten indirilecekmiş.Adama döndüm
Bak X bey bu ödevin nesi internetten indirilir? Düşün bakalım kimler ölçü aleti kullanır dediğimde
-“Ablacığım biz cahil adamız iki lafı bir araya getiremeyiz” gibi lafları gevelemeye başladı. Dur bir dakika sen benim soruma cevap ver dediğimde kekeleyerek,
-“İşte… terzi, inşaat ustası, mühendis, marangoz diye sıraladı…
– Eee ölçü aletleri olmasaydı ne olurdu? Düşün hadi düşün diye zorladım…
– Efendim işlerini doğru yapamazlardı binalar yamuk olurdu, elbiseler muntazam olmazdı…
-Ya.. dedim X bey… tamam kabul ediyorum internetten ders ile ilgili kaynak bilgiler indirilir. Nitekim geçen gün spor ve sağlıklı yaşam ile ilgili bir ödeviniz vardı ve onu internet vasıtasıyla derli toplu yazdık.
-“Ama ablacığım öğretmen internetten indirin demiş” diye sözümü kesti. “Milli Eğitim müfredata böyle koymuş.”
– “Bilmiyorum müfredatta gerçekten öylemi ama bildiğim bir şey var lütfen önce kendimizi eğitelim kendimizi geliştirelim. İki lafı toparlayıp çocuklarımıza bir şeyler yaptıralım” Sen zannediyor musun internetten zart diye aldığın bilgileri çocuğun zurt diye okuyup anlıyor. Otur çocuğuna bu sana sorduklarımı sor cevabını iyi kötü kendi ifadelerinizle toparlayın, çocuğunda babasıyla beraber bir görevi yapmanın gururuyla ve kendine güvenle sınıfta söz alsın” dedim. Dedim ama adamcağız bu isteğini geri çevirdim diye kırılacak düşüncesiyle huzursuz oldum. Bana hak verdiğini çocuğuyla bu hafta sonu oturup yapacağını söyledi. Teşekkür etti ve kağıdıyla gitti.
SONUÇ: Adamı ikna edinceye kadar oturup NETTEN bir iki laf edecek bir şeyler bulabilirdim veya iki satır kendim bir şeyler yazabilirdim elbet. Artık internet deyince insanlar hazır lokma bekliyor. Hemen hemen tüm alanlarda bilgi almak çok kolay ama belli bir kesim her şeyi hazır bulabileceğini zannediyor. Anne babalar ellerinde birer parça kağıtla sırada. Ansiklopedi tarihe mi karıştı? (ADAM SENİ İNSAN BİLMİŞ BİR ŞEY İSTEMİŞ NE OLURDU YAPSAYDIN DEDİĞİNİZİ DUYDUM… ) Sizden ricam çevreye bunu bir zahmet uygun bir dille anlatalım. İnternet aracılığıyla mı? Neden olmasın?  kalın sağlıcakla…

ben yaptım :)
ben yaptım 🙂

Senin hayatın mı? hadi ordan be!!!

tissss | 13 April 2006 06:17

merhabalar,

Ben İTÜ’ de okuyan, sınavları tepesine binmiş(tabi ben buna hazır değilim), kötü bir ilişki yaşamış, gitgide bunalıma doğru yaklaşan biri olarak taa ufaklığımdan bu yana yaşamış olduğun hayatımı yeniden sorgulamaya başladım ve “hayatım” demekten vazgeçtim. Vazgeçtim çünkü benim hayatım dediğimiz hayat ne kadar bizim, benim isteklerim dediğimiz ve yaptığımız istekler ne kadar bizim, bizim düşüncelerim dediğimiz düşünceler ne kadar bizim. Çocukluğumuzdan beri en başta ailemiz olmak üzere, mahalle arkadaşlarımız, okul arkadaşlarımız, öğretmenlerimiz, saçımız uzun diye her sabah azarını işittiğimiz müdürümüz, yaşadığımız ülkenin şartlar bizi ne kadar etkiliyor. Tercihlerimizi, düşüncelerimizi ve davranışlarımızı? Ben takriben %90 diye düşünüyorum. Yani tercihleri geçtim, sonuçlarına bakalım. Benim hatam dediğmiz hata ne kadar bizim. Bu hatalara üzülüp kendimizi paralamak ne kadar doğru. İşte bunlar beynimi kemiren ve belkide açacağım temiz bir sayfaya nürekkep olacak düşünceler. Kendi hayatımı yorumlayabildiğim kadarıyla bir de ufak felsefe geliştirdim kendime. Doğdum doğalı bir otobüsteyim ve uyuyorum. Uyuyorum ve çoğu zaman geçtiğimiz yerlerin bile farkında değilim. Esas sıkıntı şurdaki ineceğim yeri bile bilmiyoum. Bazen sesleniyor birileri “kardeş kalk, geldik” diye. İnanıyorum ve iniyorum. İniyorum ama burası değil, inmek istediğim yer burası değil ve burda mutlu değilim zira hemen hemen kimse mutlu değil. Şükür ki fazladan bir biletim daha var, kaldı ki çoğu zaman kimseye 2. bilet verilmiyor bile. Nerde indiysen artık ordasın, ta ki son otobüs gelene kadar. Tekrar biniyorum ve uyumaya devam. Bazı bazı güzel yerler görüyorum camdan ve içimde bir umut beliriyor orada mutlu olabileceğime dair. Sesleniyorum “kaptaan inecek var” diye ama bu seferde kaptan müsade etmiyor. “Müsait değil” diyor ve gene tanık oluyorum benim hayatım dediğim hayatın benden ne kadar da uzak olduğuna. Artık tek bir şansım kaldı, camı kırıp atlamak. Evet belki çok riskli, belki dışlanmak var işin sonunda belki bir daha otobüse alınmamak ve en kötüsüde ilk defa benim hayatım diyebilmeye doğru adım atmışken orada da mutlu olamamak. Ama ben atlayacağım. Tahammülüm kalmadı artık Tepedekilerin belirlediği duraklarda, onların belirlediği saatlerde inmeye. Ben atlayacağım arkadaş, gelen var mı?…Kaptaaan!!! Durmazsan durma be…

ASKERE GİTMEK!

MyTh SaproX | 14 February 2006 16:20

SEVGILI KARDEŞİM;

4 TEMMUZ 2003 GÜNÜ…

YAW NE DİYORUM BEN, KUSURA BAKMA GÜNLÜK, VADİNİN ETKİSİNDE KALDIM HERHALDE, AMA EN KÖTÜSÜTE BU ŞEKİLDE ASKERE GİTMEK!

EVEEET, NİHAYET HAYATIMIZIN EN GEREKLI VE ONEMLI ANINA GELMIS BULUNMAKTAYIIM.

ASKERE GIDIYORUM MILLET ALLAH’a EMANET OLUN!…

Hasan, şu günlük zımbırtısını kaldırmasaymışsın iyi olurmuş…

DarkStar | 22 May 2005 04:29

Bazen insan daralıyor işte…

Kaçmak için acaba ne yapsam, nereye gitsem diye düşünürken buluyor kendini. Ne zaman bu duruma düşsem, kaçmak için içimde hiç bir enerji bulamıyorum. Neden acaba?

İnsan iyice dibe vurmadan çıkamazmış, iyice dibe vurması lazım ki, ayaklarıyla yerden destek alıp tekrar suyun yüzüne çıkabilsin diye… Bunu söyleyenin kim olduğunu düşünüyorum, düşündükçe ne kadar aptal olduğu aklıma geliyor. Ruhunun derinliği o kadar az ki, bir kaç metre suyla ölçebiliyor. Peki ya ben ne yapmalıyım? Batabileceğim noktayı düşünemiyorum bile. Hatta daha önce batıp çıktığım derinliklerin yakınına kadar gelmek, hayattan korkmama sebep oluyor.Korkutucu!

Gecenin bir yarısı ne yapıyorum? Neden hala bu aptal aletle boğuşuyorum? Aslında yaptığım şeyin yaratıcılıkla hiç bir alakası yok. Evde yalnız da değilim.

Ama nedense beni paylaşamayacak kimseyi yanımda istemiyorum. Acaba ben kendi kendimi paylaşabiliyor muyum? Yoksa kutuma kapanıp pesimist düşüncelerle kendime işkence mi ediyorum?

İki günden beri hiç bir şey yemedim. Şu aptal kuş gazozumu döktükten sonra, bira içmeye başladım. Dün gece yarısına yakındı gazozumun dökülmesi…

Ama hala kendimi sarhoş hissetmiyorum. Aslıda, çok sık backspace tuşuna bastığım gerçeğini göz ardı edersek, kendimi hiç mi hiç sarhoş hissetmiyorum. Bir kaç saat sonra son kasanın sonuncu birasını da içeceğim. Ondan sonrası için hiç bir şey düşünemiyorum, hiç bir şey göremiyorum…

Bu gün ne? Yarın günlerden ne olacak? Ben ne yapacağım? Eğer bir şey yapacaksam neden yapacağım? Ama bu sorular arasında beni en çok sıkan, en son gelen soru: Neden yapacağım? Ne yapacağımı bilmiyorum, ben korkutan ne yapacağımdan çok neden yapacağım.

Aslında yapacağım şeyler var. Ama onlar benim için, kendimi için değil. Kuşun kafesini temizleyeceğim sonra da yemini ve suyunu tazeleyeceğim, saksıdaki otlara su vereceğim. Belki banyodaki sızdıran musluğun vanasının contasını değiştireceğim. Peki ya sonra?

Bir ara soyadı Farmer olan bir yazarın “İstiridye Kabuğundan Doğan Venüs” yada adı ona benzer bir kitabını okumuştum. Kitabın kahramanı, hayatın anlamını arıyordu. Bütün evreni gezdikten sonra (Yazara göre) buldu da. Tüm kitap boyunca (kitabın ilginçliğini de düşünerek) gerçekten bir neden bulacağını yada bulamayıp, aramayı okuyanlara bırakacağını düşünmüştüm. Bu kadar boktan bitmesi bende çok büyük bir hayal kırıklığı yarattı.

Acaba herkesin hayatının anlamı kendisinde mi gizli?

Buna inanmıyorum. Bazen saçma sapan hayaller kurarken aklıma olmadık şeyler geliyor. Aslında adına tanrı denilen varlık (belki de yokluk), kendi yerine geçecek bilincin gelmesini bekliyor. Dediklerine göre tanrı insanı kendi suretinde yaratmış ya! Çok mu “Stirner”cı?

Bazen insan kendinden korkar oluyor. Benim için bu da o bazenlerden biri. Yoksa yıllar sonra neden tekrar yazmak için bir içgüdü geliştireyim ki? İnsanın kendini tanıması en büyük erdemmiş. Bence, bu erdem tanıdığımız yeryüzünde kimse tarafından erişilememiş bir erdem olarak kalmaya devam edecek.

Aptal kuş. Onu kafesinden çıkarmam bütün şaklabanlığını kullanıyor. Ama dün akşam yaptığı için onu çıkarmayacağım. Acaba, kafesin içindeki ben olsaydım, dün akşam yaptıklarından (yaptıklarımdan) dolayı o beni çıkarır mıydı? Bütün gün müzik dinledim ama kuşumun hoşlanıp hoşlanmadığını hiç düşünmedim.

Acaba o benim yerimde olsa düşünür müydü? Kafama o kadar çok takmaya değer mi? Yoksa kafesin kapısını açıp, onu sallamasam mı? Bir bilinç için belki de en kötü şey, yokmuş gibi davranılmasıdır. Üff, dayanamadım kapısını açtım, ister çıkar, ister çıkmaz. Bir bilinç varlığı kabul edildikçe başkaldırmazmış (Camus öyle diyor).

Peki ben ne yapıyorum? Benim bilincim ve varlığım kabul ediliyor. Ama hala bir eylere karşı ölçülemez bir vandalizm içimde ateşleniyor.

Ter kokumu aldım, ama daha dün duş almıştım. Bu güna hava da sıcak değildi İstanbulda, ama tekrar duş almak çok zor geldi şimdi. Tekrar yazmayı becerebiliyorken kendimi kaybedene kadar yazmaya devam edeceğim sanırım. Ama arada biramı yenilemem gerekiyor, ne yapalım.

Aklıma şu saçma reklam geldi. Ben de, bitmeyen bira istiyorum. Hayyamın istediği gibi! Bira şişesinde balık olmak istiyorum. Belki bilincimi kaybedebilirim ve insanların arasında kendime ait bir yer bulabilirim.

Sakın yanlış anlaşılmasın, ben insanların yolda görüp iğrendikleri türden biri değilim. Zaten, neden kötü durumdaki insanlardan iğrenirler onu da anlamış değilim ya. Sadece cebimde üç kuruş para yokken (bu sefer oldu sanırım, iyi ki paradan sıfır atılmış), gelip benden şarap yada başka bir şey parası istediklerinde rahatsız oluyorum.

Her neyse, mesleğimde başarılı sayılırım. Benimle iş yapanlar günde 250 amerikan parasını ödediklerine göre, hiç de fena değilim. Fiziğim de normal sayılır, en azından dış görünüşüm normal denilen tipe çok kolay dönüştürülebilir.

Tekrar kaldığım yere dönersek, aslında hayat dediğimiz şey oldukça girift bir kolajdan oluşuyor. Algılarımıza yakalanan uyarıcılardan, hoşumuza gidenleri seçiyoruz. Sonra da seçtiklerimize uygun olmak için uğraşıyoruz. Bir çok seçim, bir çok parça… Sonuçta kimisinin yaptığı sanat oluyor, kimisinin yaptığı ise oldukça klişe bir şekilde ortaokul birinci sınıf düzeyini aşmıyor ve çöpe gidiyor.

Sudo, kafesinden çıkıp geldi omzuma kondu. Çok hoşuma gitti. Bir varlığın ilkler listesinin başlarında yer almak. Çocukken, özellikle pazar günleri, TRT1’de
korsan film seyrettikten sonra korsancılık oynardık. Şimdi kendimi o korsanların kaptanı gibi hissediyorum. Ama benim gemim daha küçük, tayfam daha az, kuşum
daha ufak ve ayaklarımdan hiç biri tahta değil.

Çocuk olmayı gerçekten özlüyorum. İnsanlar çocuk olmak kavramını, ödenecek faturalar, gidilecek işler ve sorumluluklar olmaması diye adlandırsa da, bence çocuk olmak bunlardan çok daha ciddi.

Çocukken, düşman gemisindekilerle kılıç dövüşü yaparken hataya yer yoktu. Yada silahımı karşımdaki kovboydan önce çekmeliydim. O zamanlar yaptığımız hatalar daha kolay telafi edilse de, şimdi karşılaştığımız sorunlardan daha önceldi. Yaşadıkça laçkalaştık, hayatı gördükçe yaptığımız hataların, hayatımıza ne denli
az etkidiğini öğrendik. Keşke öğrenmeseydik…Keşke büyümeseydik.

İnsanın geleceği görememesi ne kötü. Büyüdükçe, zaman kavramı içimizde gelişti. Artık çocuk gibi yaşadığımızın, değerini vermemeye başladık. Hep korktuğumuz geleceği nasıl dizginleriz diye planlar kurmaya harcadık hayal gücümüzü. Hayal gücümüz, yaratıcılığımız kayboldu. Sadece planlar kuran makineler olmaya başladık, robotlaştık.

Ben çocukken uçardım, yada uçtuğumu sanardım. O his o kadar gerçekti ki, üstünde çok düşünmeme rağmen, uçuyormuydum yoksa uçtuğumu mu sanıyordum hala bilemiyorum. Ama içimde bir şey uçtuğumu söylüyor. O kadar severdim ki uçmayı, pilot olmak istemiştim biraz büyüyünce, ama olmadı. Gözlerim bozukmuş. Arkadaşlarımdan bir pilot oldu, ama hakediyor muydu? Belki hakediyordu, ben uçabiliyordum ama o her türlü uçağın her türlü bilgisini biliyordu. Sanırım gereken çok çalışmak ve içselleştirmekti. Sonunda ben de, bilgisayar programcısı ve teknoloji danışmanlığı yaptığım şu hayata vardım. Aslında işimi seviyorum. Çünkü, yetenekli bir programcıysanız (ben kendimi öyle
sanıyorum ama.. ) iş hayatında bir takım ayrıcalıklarınız oluyor, çocukça yada saçma sapan davranışlarınız yüzünden, diğer mesleklerdeki insanlar gibi
yargılanmıyorsunuz. Görünüşünüze göre sizi değerlendirmiyorlar (en azından çalışmak istediğiniz tipte insanlar).

Peki neden hala bir rahatsızlık hissediyorum? Bilmiyorum. Tek düşünebildiğim şey, evdeki biralar bittikten sonra bira almaya gidecek durumda olamazsam ne yapacağım…

Sıkıldım. Yazmak işkence gibi gelmeye başladı. Yazdıklarımı kaydedip, bira içmeye devam edeceğim. Taa ki Godo gelene kadar. Sonra Goyola birlikte rakı sofrası kuracağız…