Lise 2 sezonu yeni açılmıştı. Dersanede ilk günümdeydim. Önceki sene de aynı dersanede bulunmuş olmamdan dolayı belli bir arkadaş topluluğum vardı. Fakat toy bir kişiydim esasen. Çekinik. Fazla belli etmiyordum. Kaynıyordu ortamda.

E tabi yeni gelenler de bulunuyordu. Hatta içlerinden biri çok güzeldi. Bir gün ünlü bir insan olup bir dergi röportajında benden rüyalarımın kadınını tasvir etmem istenseydi, heralde, bu kızı tarif ederdim. Focus on Success programının sunucusu Jules Asner ve dünyanın en güzel kadınlarından Sandra Bullock karışımına biraz da Mahallenin Muhtarları’ndaki kemik kıran Kadriye’nin kızı eklenseydi, bu bahsettiğim kızın 10 sene sonraki hali ortaya çıkmış olurdu.

İlk günün ardından bu kızdan hoşlandığımı, nedenini bilmediğim bir şekilde kızın hangi minibüse bindiğini dikkatle izleme gereği duymamdan, farkedebilmiştim. Ertesi gün de; onu görünce önce kalbimin, kalp krizine sebebiyet vermeye yetecek oranda çarpması, akabinde dizlerimin beni yere düşürecek kadar titremesi, bu farkına varmayı, meşrulaştırmış oldu. Artık dersi dinlemek yerine tüm 40 dakika boyunca o kızı izliyordum. Korkak bakışlarımın, çevredekilerce, daha da önemlisi ilgili kız tarafınca sezilme rizikosu içinde olması, başta da söylediğim gibi çekingen kişiliğime hiç uyumlu değildi. Buna rağmen bu haftalarca sürdü.

Bu süregelmenin en ciddi morali ise, artık kızın da normal olmayan bakışlar atmasıydı elbette. Bir alaka sözkonusuydu. Gözlerimiz aşk yaşıyor hatta sevişiyor dedikodularına mahal verecek biçimde kesişiyodu. Henüz tek bir kelime muhabbetimiz bile olmamıştı. Ona açılmam gerekliydi aslında. Fakat bu muhteşem büyünün bozulabilme olasılığına karşı duyduğum endişeden dahası reddedilme riski bulunmasından ve en önemlisi de acemiliğimden dolayı bir türlü gerçekleşmedi bu.

O kantine indiğinde ben de iniyordum. O sınıfa çıktığında ben de çıkıyordum. Gözlerim hep üstündeydi. Onun görüş sahasına ben de sık sık giriyordum. Epey ilerlemişti bu. Ben onu izlerken, o esnada onun bana bakması, telaşlandırmıyordu beni artık. Gözlerimi kaçırmıyordum. Harikulade bir göz aşkıydı bizimkisi. Hatta kavga bile ediyorduk gözlerimizle çaktırmadan. Bakmıyorduk bir süre. Sonra dayanamıyorduk.

Bunların ötesinde her dersane çıkışında onu takip ediyordum. 5 km yürüyordum sinsi sinsi peşlerinden. Peşlerinden, çünkü artık tek dönmüyordu eve. Bir arkadaşıyla birlikteydi. Tombulca bir kız. Ve ilk günkü gibi minibüse de binmiyordu ayrıca. Bir keresinde kırıcı bir tongaya düşürülmüştüm. İzlendiklerini farketmiş olacaklar ki, aniden bir arasokağa koşaradım ve sesli gülüşlerle daldılar. Bunu arkadaşlarım kuyruk sallama olarak algıladılarsa da, ben öyle düşünmüyordum.

Artık yeterdi. Duygularımı aktarmalıydım Seda’ya. İsminin Seda olduğunu öğrenmiştim. Seda sevmediğim bir isimdi o ana dek. Peki nasıl olacaktı bu? Bir çok planlar kurdum kendi kendime. Sonunda işeyarayabilecek olanları harmanlayıp bir lider plan oluşturdum. Sınıflarımız da ayrılmıştı. O sözelci, ben sayısalcıydım. Birgün dersteyken, önümüzdeki tenefüste bu açılma planını uygulama kararı alıp, çeşitli provalar yaptım. Zil çaldı. Sınıflarına bodoslama girdim. “Seda, ikimizi hoca çağırıyor” diyebildim. Bu aramızdaki ilk sesli diyalogdu. Sınıftan çıktık. Merdivenleri inerken gülümsedim. “Kızma” dedim. “Ancak bizi hocanın çağırdığı falan yok.” Heyecandan ölüme yaklaştığımı hissetmiştim. Kurduğum planı aradım beynimde. Bulamadım. Herşey uçup gitmişti sanki. Telaş yaptım. Ne diyeceğimi bilemedim. Tüm bunlar olurken kantin katında durduk. Şaşırmıştı. “Seninle bir şey konuşçaktım” dedim. “Kantine girelim” dedim. Girdik. Oturduk bir kenara. “Sana bir şey söylemek istiyorum” dedim. “Söyle” dedi sertçe. Bu bir darbeydi sanki kalbime. İyice kontrolden çıkmıştım. Sesimin titrediğini belli etmeme çabalarıyla bir şeyler geveledim. Ki o sırada ben bile anlayamıyordum söylediklerimi. Kantin kalabalıklaşma girişiminde bulununca, bir üst kantine davet ettim onu. Oraya çıktık. Oturduk. Hala konuya girememiştim. “Sana bir şey söylemek istiyorum” deyip duruyordum. Sonra o kantin, onların sınıfından öğrencilerce dolmaya başlayınca, kalktım masadan. Olmayacaktı. Son olarak, “Lütfen diğer tenefüs konuşabilir miyiz” dedim. Onayı aldım. Zil çaldı. Sınıflara çıktık.

Bu derste hiç prova yapmadım. Plan falan da kurmadım. Başarısız olacaktım yine nasılsa. Ders bitti sonra. Karnıma da bir sancı girdi zille birlikte. Direk dışarı çıktım. O sırada o da sınıfından çıkıyordu. Hiç konuşamadan aşağı indik. Normal kantine girdik. Ayaküstü oturduk. “Seni köpekler gibi seviyorum” desem, olayı en net şekilde özetlemiş olacaktım. Gerçekten öyleydi çünkü. Gecelerce onu düşünüyordum. Liseli aşık gibiydim, ki öyleydim. Ama diyemedim. “Senden hoşlanıyorum” dedim en basitinden. Hayal meyal hatırlıyorum. O da hemen erkek arkadaşı olduğunu belirtti. Kendimden beklenmeyecek bir çabukluk ve toparlayıcıkla, zaten çıkmak istemediğimi içimi dökmek istediğimi anlattım. “Tamam” dedi. Kalktı ve gitti.

Hiç bir şey düşünmüyordum o vakitten itibaren. Ne üzüntü ne sevinç. Çok farklı duygulardı. Önceden tatmadığım. Ve hiç bir yerde tarifini okumadığım. Sınıfa çıktım. Çantamı toplayıp çıkıp gittim o binadan. Aklımda tek bir soru vardı. Peki o bakışmalar, kesişmeler neyin nesiydi? Eve dönüş yolu boyunca, bu sorunun cevabını aradım. Bulamadım.

Sonra acıma duygusunu hissettim. O kibarca reddedilme anından itibaren tanıdık olduğum ilk duyguydu bu. Acıdım kendime. Günlerce çektiklerime. Hatta Tarkan (gitti gideli, aşk) dinleyip, inceden gözyaşları döktüğüme. Bir ayı aşkın süredir yaşadıklarıma, ders dinlemeyişime. Fotoğrafını gizlice çekip, bir karakalem ressama götürüp çizdirip, altına seni seviyorum diye yazıp gizlice sırasına bırakmayı düşündüğüme. Daha nicelerine. Tanışabilme amacıyla kurduğum planlara..

Sonra ikinci duygu oluştu içimde. Öfkeydi bu. Ki bu hayatımı değiştiren bir duygu oldu. Dersanede bir daha onun suratına bakmadım. Ayrıca hareketlerim de değişmişti. Kızlara karşı sanki toptan bir öfkeydi bu. Genel anlamda. Çekingenlik seyreliyordu kişiliğimde. Bu ciddi deneyim toyluğumu da eğitmiş oldu. Sinirli bir insan olup çıkmıştım. Kimseyi takmayan. Artık hiç bir şeyden korkmayan. Fütursuzca bir vurdumduymazlık hayatımı kontrolü altına almıştı.

Aylar geçti. Artık o toyluğumdan ve çekingenliğimden iz kalmamıştı. Kızlara öfkem durulmuştu biraz. Bir çok kızla çıktım onun ardından. Hiç birinde de çıkma teklifi sırasında dizlerim titremeden. Kalbim çarpmadan. Uçarı flörtler yaşadım hep. Çok yaramaz oldum.

Bu böyle böyle şu güne kadar devam etti hala da devam ediyor. Eğer bu benliğimle o kızla tekrar karşılaşsam kimbilir neler yaparım. Ama o kıza süper bir teşekkür borçluyum. Benim bu günlere gelmemi sağlayan, bir çok kızla çıkma cesaretinin temelini atan bizzat kendisiydi. O olmasaydı, pısırık, korkak ve utangaç özelliklerimle nasıl bir yaşam sürerdim, bunun canlandırmasını zihnimde yapmak istemiyorum bile.

Teşekkürler güzel kız.