bildirgec.org

ahmet hamdi tanpınar hakkında tüm yazılar

Bir Hülya Adamı: Ahmet Hamdi Tanpınar

queennothing | 30 November 2010 09:25

“…Acıdan acıya fark var. Ve benimki acıların en büyüğü, evlat acısı idi, üstelik de yağmur yağıyordu.”

Kadı Hüseyin Fikri Efendi’nin oğlu olarak 23 Haziran 1901 senesinde İstanbul’da dünyaya gelen Ahmet Hamdi Tanpınar, Türk Edebiyatı’nın belkemiğidir. Hocası Yahya Kemal Beyatlı‘nın yönlendirmesiyle Batı Edebiyatı’na merak salan Tanpınar, Balzac ve Dostoyevski romancılığını, Paul Valery şiirlerini ve Marcel Proust’un ‘Kayıp Zaman İzinde’ serisinden etkilenmiştir.

Tanpınar’ın mağlup ve mahzun öğrencisi; Ahmet Muhip Dıranas

queennothing | 23 August 2010 16:15

Kimi kaynaklara göre 1904, kimilerine göre 1908; kendisine göreyse 1909 senesinde Sinop’un Salı Köyü’nde dünyaya gelen Türk Şiiri’nin saklı kalmış ismi, ‘Fahriye Abla’ ile, ‘Serenad’ ile, ‘Olvido’ ile akıllarda yer tutan Ahmet Muhip Dıranas, edebiyat pınarımız Ahmet Hamdi Tanpınar ve Faruk Nafiz Çamlıbel‘in öğrencisi idi.
300 kişiyi aşmayan nüfusuyla Sinop’un Erfelek İlçesi’nde kalan Salı Köyü’nde doğan Dıranas, ilkokulu Sinop’ta okuduktan sonra ailesiyle birlikte Ankara’ya taşındı. Ankara Erkek Lisesi’ne yazılan Dıranas, okulda Türk Edebiyatı’nın gelişimine muhteşem katkıları olan Ahmet Hamdi Tanpınar ve Osmanlı Devleti’nde doğup, Türkiye Cumhuriyeti’nde ölen Faruk Nafiz Çamlıbel’den ders aldı. Çamlıbel’in Dıranas’a okuttuğu şiirlerin yanı sıra Tanpınar, genç adama Fransız ve İngiliz Edebiyatı’nın güzide isimlerinden örnekler verirdi. Şiir yazmaya bu dönemlerde başlayan Dıranas, liseden mezun olduktan sonra Hakimiyet-i Milliye Gazetesi’nde işe başladı. 1930’dan 1935’dek bu gazetede çalışan Dıranas, Ankara Üniversitesi, Hukuk Fakültesi‘ne yazıldı. 2 sene Hukuk Fakültesi’nde okuduktan sonra İstanbul’a gelen Dıranas, İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’ne yazıldı. Bölümünü bitiren genç adam, Türk, İngiliz ve Fransız Edebiyatı’nı yakından takip ediyordu. Özellikle Charles Baudelaire ve Paul Verlaine‘e özel bir ilgi duyan Dıranas, Mimar Sinan Üniversitesi, Güzel Sanatlar Akademisi’nin kütüphanesinde müdür olarak çalışmaya başladı.
1942 senesinde Ankara’ya, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) Halkevleri Kültür ve Sanat Yayınları’na yayın müdürü olarak giren Dıranas, askerliğini Ağrı’da yaptı. Sonrasında yine Ankara’da Çocuk Esirgeme Kurumu Başkanlığı’nda çalışmaya başladı. Anadolu Ajansı Yönetim Kurulu İş Bankası Yönetim Kurulu azalığı yapan Dıranas, Devlet Tiyatrosu Edebiyat Kolu Başkanı oldu. Güçlü kalemi ve en önemlisi üreticiliği ile Zafer Gazetesi’nde yazmaya başlayan Dıranas, DP’den milletvekilliği adaylığını koyduysa da siyasette, edebiyat kadar başarılı olamayacaktı.

O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

sinjob | 04 April 2010 20:01

Şenlik dağıldı bir acı yel kaldı bahçede yalnız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız
Gitti dostlar şölen bitti ne eski heyecan ne hız
Yalnız kederli yalnızlığımızda sıralı sırasız
O mahur beste çalar Müjgan’la ben ağlaşırız

Attila İlhan
Attila İlhan

Attila İlhan‘ın, Deniz Gezmiş ve arkadaşlarının idamını öğrendikten sonra bir gün, İzmir’in Karşıyaka semtinden Konak ya da Alsancak semtine vapurla geçerken yazmaya başladığı şiirinde geçen ve Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın ”Mahur Beste” romanına ilham ve isim olan ”mahur” aslında ne demektir?

Mahur, Klasik Türk Musikisinde bir makama verilen addır.Altı yüzyıldan fazla bir zaman diliminde kullanılagelen bu makam,en sevilen makamlardandır.Makamın en güçlü perdesi
acem perdesidir.Mahur makamı yüksek perde ile başlar ve kademe kademe düşüş gösterir.Sultan II.Mahmut’a ait ”Aldı aklım bir gonca leb” isimli eseri ve Münir Nurettin Selçuk’un ”Âşıka Bağdat sorulmaz” isimli eseri de bu makamla bestelenmiştir.(dinlemek için şarkı isimlerine tıklayınız)

Romanda Vak’a ve Olay Örgüsü

kahvekokusu | 09 November 2009 09:20

Daha önceki yazımda roman sanatında anlatıcının kimliği ve işlevi üzerinde durmuştum. Romanın genel yapı itibariyle bir anlatıcı ve anlatı üzerine kurulduğunu söyledik. Ancak anlatıcı romanda bir araç özelliği taşır. Romanın amacı ise bir olayı ya da vaka’yı okuyucuya sunmaktır. Vaka kelimesinin sözlük anlamı : Olup geçen şey, demektir. Romancı romanın epik yapısını bu olup geçen şeyle kurar. Vak’a anlatıma dayalı masal, hikâye, roman gibi türlerin asli elamanıdır. Geleneksel roman anlayışında çok önemli yer tutan vak’a, modern ve post-modern romanda mümkün olduğunca soyutlanmaya ya da tecrit edilmeye çalışılsa da tamamen ortadan kaldırılması mümkün değildir. Vak’a en güzel tarifle bir mağazanın vitrinidir. Romanın diğer unsurları yani zaman, mekân ve kişiler vak’a etrafında yerini alır. Bir romanda peş peşe dizilen vak’a parçaları romanın anlatı sistemini oluşturur. Kimi zaman okuduğumuz romanı bir çırpıda karşı tarafa özetlemememizi sağlayan hadise budur. Peki, akla hemen şöyle bir soru gelebilir: Her romanda vak’a var mıdır? Elbette vardır. Vak’asız bir roman düşünülemez. Az veya çok, er veya geç, her romanda vak’a ile karşılaşırız. Ahmet Hamdi Tanpınar‘ın Huzur romanında bir vak’a ile karşılaşabilmek için oldukça çok beklemek gerekir. Buket Uzuner’in Kumral Ada – Mavi Tuna romanında çok sık olarak yeni bir vaka ile karşılaşmak mümkündür. Roman sanatı ise belli vak’a grupları etrafında oluşturulur:

yavaş şehir

tamilgerillası | 07 July 2008 09:35

amman yavaş! aheste departmanından…

…eliyor dört yana sakin bir günü.
bir rüyadan arta kalmanın hüznü…
*

tanpınar, beş şehir’de gezip gördüklerini anlatırken bir yandan da maziyle olan derin münasebetinin muhasebesini yapar. “beş şehir’in asıl konusu hayatımızda kaybolan şeylerin ardından duyulan üzüntü ile yeniye karşı beslenen iştiyaktır” der, der demesine de huylu huyundan vazgeçmez. bütün kitap boyunca ecdadın ihtişamlı tarihine atıfta bulunmaktan geri kalmaz, yitip gidenlere hayıflanır durur. 1940’ların penceresinden anlatılanları okuduğunuzda, bu şehirlere ne kadar uzak olduğumuzu düşünebilirsiniz, ama tanpınar’ın geçmiş özleminin, şimdiki moda tabirle, nostaljik duygularla tamamen aynı olduğunu görmek insanı şaşırtır. halbuki nostalji sadece kendi zamanımıza aitmiş gibidir. sisli bulutlar içinde, hasretle hayal edilen geçmişin de bir zamanlar şimdiki zaman olduğunu hatırlamak, belki bizi bu dalınan rüyadan uyandırır.
insan yaşlandıkça hatıralar gençleşir, canlanır. yitip gidenlerden, eski kışlardan, nice güzel günlerden bahseder. ilginçtir, modern insan da yaş aldıkça geçmişe, eskiye daha bir düşkün hale geldi. bunda hız’ın etkisi var kuşkusuz, kundera’nın dediği gibi hız unutturur çünkü. artık güzel ve kaliteli yaşam eski/ eskitilmiş evlerde, doğayla iç içe, organik ürünlerin yenip, eski zamanları yad ederek geçmeli. bu düşüncenin eski refah modeline alternatif oluşturması ise, 1986’da ispanyol merdivenleri’nde açılan mcdonald’s restoranını protesto ile alevlenen yavaş yemek (slow food) hareketi ile başladı. etnik ve bölgesel mutfakları korumak, doğal ve eski tip üretimi insanlara tanıtma fikriyle yola çıkan inisiyatif gitgide yavaşlayıp (!) yavaş hareket’e dönüştü.
yavaş hareketin modern dünyada bir bomba gibi patladığını söylemek yanlış olur, ancak başta gelişmiş ülkeler ve sonra da gelişmekte olan ülkelerin ucubik dev şehirlerinde tutunmaya ve övgü almaya başladı. nedeni basitti, hiçbir yüzyılın insanı bu kadar ses, bu kadar kalabalık, bu kadar yorgunluk görmedi. “…modern üretim yöntemleri sayesinde, herkesin rahat ve güven içinde yaşamasını sağlayabiliriz; ama bunun yerine kimilerinin aşırı derecede çalışmasını, kimilerininse başkaları için bitip tükenmesini yeğledik. buraya kadar makinelerin ortaya çıkmasından önceki kadar canlı, güç dolu olmayı sürdürdük, bunda aptallık ettik. ama hep de aptallık etmesi gerekmez ki insanın”*.
yavaş hareketin ilk sayfasına baktığınızda biraz evvel yukarıda konuştuğumuz eski güzel günlere duyulan özlemin nasıl tavan yaptığını görebilirsiniz. sayfa türkçe’den ingilizce’ye mi çevrilmiş diye düşünmeden edemedim. durdurun dünyayı inecek var, arka bahçede domates yetiştirirdik, eskiden ne güzel komşuluk vardı herkes birbirini tanırdı… vs gibi bizim beylik cümlelerden bolca var. bu küreselleşme ne menem bir şeyse artık, dertler, şikâyetler bile aynı.

yüzyılın 40 romancısı – notos öykü

kahramancayirli | 29 January 2008 11:23

ahmet hamdi tanpınar
ahmet hamdi tanpınar
oğuz atay
oğuz atay
yaşar kemal
yaşar kemal

notos öykünün (şubat-mart) 8. sayısında yüzyılın 40 romancısı soruşturması yer alıyor. listenin en güçlü üç yazarı ise: yaşar kemal, oğuz atay ve ahmet hamdi tanpınar. seçiciler ve tam liste ise derginin yeni sayısındaymış..kendimce tahminler yapıyorum geri kalan 37 romancı kimler olabilir diye..yusuf atılgan, orhan pamuk, latife tekin, mehmet eroğlu ilk aklıma gelenler. dergi çıkar çıkmaz kitapçıya ilk koşanlardan biri olacağım sanırım.

Cemil ve cemile

| 23 March 2007 15:25

Kemalettin, Ahmet ve Cemil yolda yürürlerken karşılarına yaşlı bir falcı çıkmış falcının adı halide imiş. O zamanın parasıyla 3 altın karşılığında her birinin geleceğini söyleyeceğine garanti vermiş. Kemalettin cebinde sarabını çıkarıp bir yudum almış, Ahmet saatine bakmış ve ayarlıyormuş gibi yapıp oyalanmaya koyulmuş. bizim Cemil mecbur kalmış fal baktırmaya. Falcı ya demişki ben bir bakkala gidip paramı bozdurayım sizde Kemalettin ve Ahmetle sohbet ede durun. Cemil en yakındaki bakkala gitmiş, bakkal sinekten geçilmiyormuş ama bakkalda güzel mi güzel Elif varmış. Bizim cemil görür görmez aşık olmuş Elif e. Cemil parayı bozdurup falcının yanına dönmüş birde bakmış kemalettin sırtını kaşıya kaşıya, Ahmet te saatine baka baka olay yerinden uzaklaşıyorlar. Hiç ses etmeden onlara falcı halideye vermiş parasını halide cemilin elini avucuna almış ve olamaz demiş. Cemil ne oldu demiş. Falcı sen kör olacaksın demiş cemil e. Cemil birden üzülmüş paramı geri ver paramı demiş. Falcı olmaz demiş ve birden yok olmuş. Bizim cemil sinir içerisinde uykusundan uyanmış ve eliyle masasının yanındaki sürahiyi bulup kendine bir bardak su doldurmuş. Kızına bağırmış yan odada. Gece yaklaşık 3 sularıymış. Kızım demiş git kütüphaneden, Ahmet mithat efendinin Karnaval ını getirde, biraz oku bana demiş gözleri donuk bir şekilde tek noktadayken….