herkes yatmıştı.henüz uyumamış olabilirlerdi ama ben sigarasızlıktan çıldırıyordum. babam ve annemin yattığı oda. evin yatak odası diye adlandırılan kısmı. hususi olarak anne ve babanın yattığı oda ama. içinde birileri yatıyor diye yatak odası olarak adlandırılan kısım değil. mesela benim odam. içinde bir yatak var ve yatıyorum. ama özellikle anne ve babanın yattığı odalara yatak odası deniliyor. kısacası odalar arası sınıf ayrımı gözetiliyor.benim yattığım ama yatak odası olarak söylenmeyen odadan üç metre ötedeydi annem ile babamın yattığı ve yatak odası olarak söylenen oda. kapısı kapalıydı. sigara içmeye elverişli bir ortam yarattı evin krokisi o an için. böylece, ev içi oda sorunlarını bir kenara bırakıp dolaba sakladığım sigara paketini çıkardım. hiç içine bakmadan elimle bir sigara dalı aradım. fakat bu yordamla, elim; çakmak ve paket çeperleri harici bir sert nesneye temas etmiyordu bir türlü. şaşırmıştım. el yordamıyla değil de göz nuruyla sigara bulmayı denedim. ama ortam karanlık olduğu için bu iki arayış stili arasında bir fark olmadığı apaçıktı. ben de madem öyle, lambayı açarım diye düşündüm.ses çıkarmamaya çalışarak yürüdüm. ses çıkarmamaya çalışmak daha çok ses çıkmasına sebebiyet veriyordu. ya da geceleri yaptığım en ufak hareketler bile, yapıyor olduğum illegal davranışın da stresiyle bana çok yüksekmiş gibi geliyordu. sonunda düğmeye varmıştım. ışık hızıyla yayılan süzmelerin sigara paketinden yansıyarak gözlerime ulaşması ve bu görüntü itibariyle beynime ulaşan sinyallerin bana paket içinde maalesef sigara kalmadığını belirtmesi toplam bir saniye sürdü.babaannemin eski komşusu geldi aklıma. kadın seksen yaşındaydı ve söylediğine göre kendini bildi bileli günde iki paket sigara içiyordu. sonra halamın oğlu geldi aklıma. onun düşüncesine göre, sigara bazı bünyelere hiç zarar vermiyordu ve bu kadın da o bünyeye sahip insanlardandı. peki ya benim bünyem? sigarayı çok içiyordum ben çok.bir çok defa daha olduğu gibi yine babamın paketinden sigara aşırmak zorunda kalmıştım. şimdi karşımda kapı engeli vardı. odamın kapısının standart bir açılış üslubu yok. kafasına göre ya gıcırdıyor ya gıcırdamıyor. şu an için en ideali aralık kapıyı hızlıca çekmek olabilirdi. öyle denedim. bu en sık başvurduğum yöntemdi. görüşüme göre, kapı, hiç beklemediği bir anda seri bir şekilde açılınca gıcırdamaya fırsat bulamıyordu. bu şeye benziyor, mesela diyelim bir anne sabahın en erken saatinde oğlunu okula gitmek için uyandıracak. yumuşak seslenişler çocuğu o sersem halde pek etkilemeyebilir. ani bir şok, sertçe bir dürtüş gerekir başarıya ulaşmak için. ama kapı teorimi çürüttü ve gıcırdadı. baya küfür ettim içimden. ama sonra düşündüm. evet, hatalı olan bendim. çünkü çocuk henüz tam uyanamamanın etkisiyle olumsuz tepki verebilirdi annesine. değil mi.birkaç saniye sabit durdum. annem ile babamın yattığı odayı, yatakodasını dinledim bu sürede. herhangi bir uyanma belirtisi olup olmadığını kontrol ettim kulak zarımla. durmamın sebebi; kemik, eklem, kalp atışı gibi vücutsal seslerin, yatak odasından gelmesi olası sesleri bastırabilme rizikosuydu. bir iki öksürük sesi geldi. ama insan uyurken de öksürebilirdi bence, bu onun en doğal hakkıydı. böyle ufak tefek incik boncuk şeyler beni yolumdan döndüremezdi. parmak uçlarımda salona doğru yürüdüm. normalde hiç çıtlamayan parmaklarım inadına çıt çıt çıtlayadurdular.karanlıktan etrafı net göremiyordum. paketi dolaptan çıkarıp el yordamıyla aradığım gibi, şimdi de bulunduğum koordinatları aynı el yordamıyla saptamaya çalışıyordum. ama bu esnada, her ses bana dokunuyordu. bu eskiden beri beni rahatsız eden bir durum. etrafa dokunuşlarım, parmaklarımın çıtlaması hatta nefes alış verişlerim falan. bazen gündüzleri deney yapıyorum. aynı psikoloji içine girmeye çalışıp aynı şekilde davranıyorum. hareketlerimin çıkardığı ses tonlarını hafızama alıp, geceyle kıyaslıyorum. kesinlikle geceleri daha çok ses çıkıyor. bu da beni sinirharbine sokuyor.sonra ışığı açtım usulca. ampül patlayacak diye bekledim ama patlamadı. çünkü mesela şöyle diyeyim, ampülün patlamasına denk gelmek insanlar için tesadüf sayılabilir. yani sık sık olan bir durum değil, nadiren gerçekleşen bir olaydır. ama işte benim için öyle değildi. üç basamaklı sayılarla ifade edilebilecek şekilde başıma gelmişti düğmeye basmamla birlikte ampülün pıt diye patlaması. her neyse. bu kez olmamıştı işte.pakete yöneldim. önce sehpa üzerinde hangi desenlere denk geldiğini ezberledim. çünkü paketin konumu önemliydi benim için. belki de babam beni sınıyordu. paketi belli bir noktaya koyuyordu ve sabahları oynanmış mı diye kontrol ediyordu. olabilirdi. bu yüzden içinden sigarayı aldıktan sonra aynı yerine koymalıydım. gerçi bunu planlayan bir baba, paketin içinde kaç tane sigara kaldığını da mutlaka sayardı. ama işte şimdilik bu detayı es geçiyordum aksi taktirde paranoyalarım iyiden iyiye katlanabilir ve sürekli gözaltında yaşıyormuşum gibi boğucu bir hissiyata bürünebilirdim.ayrıca şunu da söylemeden edemiycem, sigara pakedi çok doluysa veya çok boşsa işinizi zora sokar. eksilen sigara hemen anlaşılır. ama ortalardaysa, yani yedi ila onaltı arasında falansa, hiç çekinmeden çalınabilir bir iki tane.ama bir saniye. hayır, bu olmamalı. iyice yaklaştım pakete. elime aldım ve salladım. nasıl yani? paket boş! babaannemin komşusu veya halamın oğlu enstantaneleri bu defa aklıma gelmemişti. inanılmaz bir hayal kırıklığı içindeydim. yani bu olasılık dışı gibi gelmişti bana. illa ki boş olmazdı paket, bana öyle geliyordu. yani hem benim hem de babamın paketinin aynı gece bitmiş olması düşük bir ihtimaldi. çok hüzünlenmiştim. buraya gelene kadar yapmış olduğum tüm hareketleri tersten yaptım bu defa. aynı, filmi geriye sarar gibi. paketi yerine koydum, ışığı kapadım, ama öncekinden farklı olarak bu kez seslerin fazla çıkıp çıkmamasına hiç özen göstermeden odama geri döndüm. bir saat evvel bir müzik kanalında dinlediğim moğollar’ın ‘bir şey yapmalı’ isimli şarkısını mırıldandım. sonra bir şey yapmaya karar verdim.aklıma kültablası gelmişti. kimbilir belki babam herhangi bir sebepten dolayı herhangi bir sigarayı yarısında söndürmüş olabilirdi. yarısı olmasa bile çeyrek bir sigaraya dahi razıydım şu an. yine çıkardığım seslere gıcık ola ola mutfağa girdim bu kez. yeniden çıkardığım seslere gıcık olmam içten içe acayip ümitlendiğimin bir göstergesiydi adeta. bu arada ışık ne büyük bir ihtiyaçtı be! ışığı açtım her zamanki gibi. demek ki elektrikler kesilse mesela, ben sigara içemeyecektim. neyse. kültablasını aradım ama bulduğumda yeniden hayallerim suya düştü. en azamisi sarı kağıttan bir santim ötesinde söndürülmüş uzun ikibinbir izmaritleri donuk donuk bakıyorlardı bana. inat ettim. içlerinden en az yara almış olan üç tanesini seçip aldım. madem bu gecelik sigara keyfim altı yedi nefeslik olacaktı, o halde bundan maksimum hazzı almam gerekiyordu. vücudumun hangi biyolojik, ruhumunsa hangi psikoloijk atmosferde olması lazım diye düşündüm. karnım doymalıydı bir kere. müzik dinlemeliydim biraz. mazhar fuat özkan’ı açardım ve platonik platonik takılırdım. o halde şimdi dolabı açmalıydım ilk iş olarak.hali ne kötü ne şahane olan bu soğuk nevale, kapağını dürtmemle birlikte o infial motor sesini avazı çıktığı kadar bağırmaya başladı. bu durumlarda ilk bir dakika çok önemli. ses evin her metrekaresine yayılıyordu. elbette bu metrekarelere anne ile babanın yattığı oda, yatak odası da dahildi. bu ilk bir dakika içinde herhangi bir olumsuz durum gerçekleşmezse eğer bir daha da gerçekleşmezdi zaten. çünkü sağ olsun fizyoloji buna imkan tanıyordu. hem sinestezi diye bir şey vardı. kulak bir müddet sonra sese alışıyordu. mesela sokakta yürüyen bir insan, hem araba kornalarını, hem kasetçiden gelen müzik sesini, hem yolda yürüyen diğer insanların konuşmalarını, hem de diğer bir takım sesleri ayrı ayrı duyamazdı. tüm bu sesler birleşip bir ambiyans oluyordu ve tek ses gibi algılıyordu insan bunu. ve bu ambiyansı oluşturan seslere herhangi ek bir ses ilk bakışta farkedilmiyordu. ben de, anne ile babanın yattığı odadaki, yani yatak odasındaki; saatlerin tiktaklarının, inceden inceye horultuların ve gecenin kimliği belirsiz diğer seslerinin birleşip oluşturduğu ambiyansa, bu dolaptan çıkıp insafsızca eve yayılan buzdolabının motor sesinin de uyum göstermesini bekledim bu bir dakika boyunca. aynı zamanda her ihtimale karşı dikkatlice odama döndüm ve kapıyı ‘yavaşça’ örtüp en uzak köşeye giderek ‘acaba böyle kuytulara sesin kaçta kaçı ulaşıyor’ konusunda fikir sahibi olmaya çalıştım. kapı, bu defa yavaşça örtülmesine rağmen yine gıcırdadı ama motor sesinin yanında eriyip gitti. sonra tekrar mutfağa gittim. giderken kapıyı bu kez, bir hızlı bir yavaş olmak üzere iki türlü iteleyerek, artık gıcırdayıp gıcırdamamasının pek de bir ehemmiyeti olmadığı konusunda gövde gösterisinde bulundum dolap sesi garantörlüğünde.dolabın kapağını açtım tekrar. açarken ses kesilir mi diye merak ettim. doğrusu, bundan sonra sesin kesilmesini istemezdim çünkü ambiyans bir kıvama gelmişti artık. bir tencereye gözüm çarptı. büyük bir ihtimalle içinde makarna vardı. çıkardım dolaptan. elim üşüdü tezgaha koyana kadar. sonra bir sahan buldum alt raftan. sürahiden biraz su döktüm sahana. yiyebileceğimi tahmin ettiğim kadar makarna koydum suyun üzerine. ocağı falan açtım. tüm bunları yaparken çok ses çıkıyordu ama dolabın sesi bastırıyordu hepsini. belki de dolaba haksızlık etmiştim. o benim lehime böyle bir ses çıkarmıştı. gerçi biraz riskliydi ama tehlike onun diğer adı olabilirdi.üstteki makarna tanelerinin soğuk, alttaki makarna tanelerinin sıcak olduğundan adım kadar emin olduğum bir anda kapadım ocağı. ketçap aradım bu sefer dolapta. bir kutu ilişti gözüme. acaba dolu muydu? gerçi yarısına kadar kullanılmış bile olsa yine de zor oluyordu ketçap fışkırtmak. elime aldım. baya ağırdı. makarnanın üzerine adımı yazmayı denedim. baktım çok olacak son harfi koymadım. fırının ordan sıcak şeylerin altına konulan zımbırtıyı aldım. kendine çok güvenen bu zımbırtının üzerine sahanı koydum. belki yemek tarif ediyormuşum gibi olacak ama, önceden hazırlamış olduğum üç izmariti de yanıma alarak odama yürüdüm. ellerim dolu olduğu için ışık açık kaldı. onları odama bırakıp tekrar mutfağa döndüm, ışığı kapatıp tekrar odama dönerken bu gece bu yolu kaç defa arşınladığımı düşündüm. bilgisayarın başına geçtim. müzik şeysini açtım. makarnayı yemeye koyuldum.ama sorunlar tükenmiyordu. şimdi sesi öyle bir ayara getirmeli ki, hem ben yeterince zevk alayım hem de anne ile babanın yattığı odadaki, yatak odasındaki ambiyans zedelenmesin. ses açıp kapama düğmesi yuvarlaktı. hani eski radyolarda frekansı sağa sola döndürerek ayarladığımız düğmeler gibi. çoook ince hareketlerle denemeler yaptım. çok tuhaf bir sistemdi bu bence. ses neye göre kime göre yükselip alçalıyordu ki? eşit aralıklara bölünmüş bir cetvel düşündüm. ki bütün cetveller eşit aralıklara bölündüğü için bu hiç de zor olmadı. acaba benim o düğmeyi çok hafif çevirmemle, ses bir aralıktan diğerine direk mi atlıyordu? yoksa ses sabit kalarak aynı aralıkta da ilerleyebiliyor muydu? mesela birincisi çok az beşincisi çok yüksek olmak üzere beş tane ses tonu olduğunu düşünelim. beş tane de eşit aralığımız var cetvel üzerinde. bir de noktamız var hangi ses tonunda bulunduğumuzu belirten. ben o düğmeyi en hassas olarak çevirince bu nokta bir aralıktan diğerine mi geçiş yapıyordu. diğer bir deyişle, bu noktanın bulunabileceği toplam beş tane nokta mı vardı her biri farklı bir aralığa denk gelen, yoksa sonsuz küçük mesafelerde de hareket edebiliyor muydu? ve yahut hepsinden ayrı olarak çok daha farklı bir düzenekle mi oluyordu bu işler?makarnam bitti bu arada. sahanın dibini elledim çok sıcak mı diye. ılıktı. belki de o altlık zımbırtısına başından beri ihtiyacım yoktu. bunları toplayıp mutfağa bıraktım. işte o sırada bir his belirdi içimde. ‘yok canım’ dedim önce. ama ikilemde kaldım. aslında denemekte fayda vardı. gerçi yeni bir hayalkırıklığı daha yaşamak istemiyordum. ama aksi olursa eğer, ne kadar da sevinirdim! ‘tamam’ dedim, ‘inceldiği yerden kopsun’. hani bazen paketlerin açık olan kısmının zıt köşesinde bir sigara sıkışıp kalır ve içeride sigara kalmamış izlenimi yaratır ümidiyle, anne ile babanın yattığı odadaki, yatak odasındaki uyuyan kişilerden baba kişisinin sahip olduğu pakedi yeniden ziyaret etme kararı aldım.ışığını açtım salonun. elektriği bulana üç kuluvallah bir elham okudum yuvarlayarak. pakedi kaldırdım. kahretsin! hangi desenlerdi? neyse. iyice kafamı soktum. karanlıktı orası, pek gözükmüyordu. parmağımı soktum. her ne kadar türkçe kullanımına dikkat eden bir kişilik olsam da, parmağım sigaraya denk gelince, hiç de gocunmadan ‘oh my god’ dedim tek nefeste. zaten o anki sevincim, coşkum, lezzetim, çeşnim herhangi bir kelimeyle anlatılacak, tasvir edilecek, kişiden kişiye aktarılacak nitelikte, mahiyette, özellikte değildi. ilk cinsel deneyimini yaşayan bir çocuk gibi gibiydim, gibiydim, gibi gibiydim. sigarayı kaptığım gibi, ışığı söndürdüm ve tıpkı türk filmlerinde birbirlerine koşan sevgilileri taklit edercesine odama doğru ağır çekimde koştum. şımarmıştım ve evde yalnız kaldığımda bazen yaptığım gibi suratımı mimiklerle komik şekillere sokuyordum bir yandan da. üstelik kapı bile gıcırdamadı odama girerken. işler yoluna giriyordu. allah’ım! çok mutluydum!camın kenarına geçtim. karşı bina çok yakındı. komşu görür müydü acaba beni? sonra misafirlikte falan anneme ‘sizin oğlan da maşallah, geceleri sigara içiyor’ der miydi? dese n’olurdu? demese güzel olurdu. ya da bu saatte kim camdan bakardı daha mantıklıydı galiba. evet. camı açtım sigaramı tellendirdim. rüzgar biraz adilik yaptı ama. dumanı içeriye püskürtüyordu.sonra, aniden annem veya babam odama dalarsa ne yaparım’ı düşündüm. heralde, hemen sigarayı dışarı fırlatıp kendimi yatağa atardım. çok sıradan olabilirdi bu ama vardır bir bildiği ki sıradan olmuş. açıkcası, öyle bir durumda, o panikle sigarayı yatağıma atıp kendimi sokağa fırlatırdım yanlışlıkla bence. neyse, zaten sigaram da bitmişti. son nefesi de çekip hem dumanı üfledim hem de sigarayı dışarı attım. külleri mermere döküyordum. onları da üfledim ve son defa sokağı kontrol ettim. tamam, sigara hiçbir arabanın tavanına düşmemişti, olumsuz bir durum yoktu, katı fazdaki bütün deliller yok olmuştu, oh.elimi yüzümü yıkamak için banyoya gittim. su da çok ses çıkarıyordu. her şey ama her şey geceleri çok ses çıkarıyordu. ama artık problem değildi, ben amacıma ulaşmıştım. saat altı’ya geliyordu. televizyonda bu saatte cosby ailesi oluyordu. biraz izlesem iyi olur diye düşündüm. ama haftasonları bu dizi yoktu, bundan emindim. çünkü kaç defa pazar sabahı bu diziyi izlemek için kalkmış ama neticesinde bu acı gerçekle yüzleşmiştim. ama karar veremiyordum ki, şu an haftasonu muydu, değil miydi? evet, pazar gecesi diye yaşamaya başlamıştım geceyi ama artık pazar gecesi olmaktan çıkmıştı vakit. pazartesi sabahıydı artık. ama bu dizi asıl olarak günün normal bir saatinde yayınlanıyordu. anahaber bülteninin hemen öncesinde veya hemen sonrasında. ve kaçıranlar için sabaha karşı tekrar bölümü yayınlanıyordu. öylesi akla daha yatkındı. bu durumda, eğer şimdi bu dizi varsa, pazar gününün tekrarı olmalı. ama dizi haftasonu yok. pazar akşamlarının haftasonu sınırları içerisinde olduğuna kalıbımı basabileceğim için, pazartesi sabahları bu dizinin yayınlanmıyor olması gerektiğine kanaat getirdim. sonra düşündüm. şimdi yatar ve mümkünse uyursam eğer, pazartesi akşamı kalkardım ve cosby ailesi dizisini normal yayın saati içinde izleme şansına sahip olurdum. bu çok ama çok güzel bir fikirdi. dizi yayınlanmıyordu ama ben sanki sihirli değnekle yayınlatıyordum. nasılsa uyuyarak geçen zaman hiç yokmuş gibi. gözlerimi açıp kapatıyorum ve normalde o an yayınlanmaması gereken diziyi izliyorum. şimdi ben böyle düşünüyorum ya, aslında çoktan uyumaya başladım ve yarı uyur yarı uyanık vaziyette düşündüğümüz saçma sapan şeyleri düşünüyorum. bu düşündüklerim saçma sapan siz de okuyorsunuzzz..