Sanıyorum bu yazı “blog” sınırlarını zorlayacak, ama ahkâm olarak girilecek gibi de değildi, ve şu tatışma üzerine yazıldı.Öncelikle belirteyim, hayatın başlangıcı “Evrim Teorisi”nin çılgınlar gibi ilgilendiği bir konu değildir ve hatta çoğu evrimsel biyolog bu konuyu dışlar. Fakat gelin görün ki “Yaratılışçı” diye tabir ettiğimiz anti-bilimsel okul bu konuya obsesif bir şekilde yaklaşmaktadır, bu yüzden inorganik ortamdan organik yaşama geçiş her evrimcinin gurur meselesi konumundadır.Başlıktan da anlaşılabileceği gibi, burada kısaca “RNA dünyası” denen teorinin ana hatlarından bahsedeceğim. Ayrıntılı bilgi için google’dan ya da eğer mümkünse kütüphanenizin arama motorundan “RNA world” sözcüklerini aratmanızı öneririm.Öncelikle DNA denen şeyin şekil 1.a ‘da gördüğünüz molekül ve onun diğer üç arkadaşının oluşturduğu bir polimer olduğunu belirtmek istiyorum (tabii bir de fosfatları var, ama ayrıntıya girmek şu aşamada gereksiz). RNA dediğimiz polimer de şekil 1.b’deki molekül ve onun benzeri diğer 3 molekül tarafından oluşturulmaktadır. Her şey aslında bir kısım bilim adamının, “ulan bu koskoca, ikili sarmallı DNA molekülü nasıl oluyor da sıfırdan oluşuyor” demesiyle başlar. Bir yandan bu konuya kafa yorulurken bir diğer kısım bilim adamı “İlk kalıtsal molekül (yani bizim evrimimize doğru giden yolda en azından) RNA olmasın sakın” diye düşüncelere dalarlar. Sonra teorik alt yapı ve olası kanıtlar gelmeye başlar. Örneğin RNA, DNA’ya oranla çok daha basit bir moleküldür, ikili sarmal gibi karmaşık bir yapısı yoktur, ama daha önemlisi Altman ve Cech’in (89′ Kimya Nobel’i) ortaya çıkardıkları olgudur, yani RNA’nın katalitik aktivitesi vardır. Bu çok önemli, çünkü DNA’nın böyle bir işlevi yok (RNA’nın kimyasal aktivitesi DNA’ya ek olarak 2′ -OH grubuna sahibi olmasına bağlanır, bkz. yukarıdaki şekiller.) RNA’nın katalitik aktivitelerinden belki de en önemlisi kendi kendini sentezleyebilmesidir. Tabii bu genel bir kural değil,ancak bazı RNA moleküllerinin kendilerini çoğaltabilmeleri deneylerle gözlenmiş (Bilimsel kanıt diyenleri şuadrese davet ediyorum. Bu amcayı ayrıca “evrim konusunda deney yapılmıyor” diyenlere de tavsiye ediyorum)Bu da demek oluyor ki RNA hem kalıtsal bir materyal gibi davranıyor hem de kendi kendini sentezleyerek bir enzim gibi davranıyor (bu tip RNA moleküllerine ribozim=ribozyme denmekte ayrıca). İşte bu noktadan sonra RNA’nın, görevlerini DNA ve proteinlere nasıl dağıttığına geliyoruz ve büyük bir boşluğun içine düşüyoruz.Maalesef bu noktada ben de kesmek zorundayım, çünkü konu fazlasıyla teknikleşiyor. John Maynard Smith ve Eors Szathmary’nin bu konuda çok iyi bir teorileri var, meraklıları şukitaba yönlendiriyorum. Bu kitap yine aynı yazarlara ait “Major Transitions” adlı kitabın basitleştirilmiş şekli. Lütfen üşenmeyin ve okuyun, yardımcı olabileceğim bir konu olursa da bana ulaşın. Saygılar.
yorumlar
aklim yettigince anlamaya calistim. Ancak beni hala dusunduren sey su. Bir su molekulunu olusturmak cok buyuk bir enerji ister. Ancak mumkundur. Bunun labratuar kosullarinda mumkun olmasi, vakti zamaninda da mumkun olacagi gercegini gostermez. Tahmin yapilabilir, yorumlarda bulunulabilinir, ancak yapmyin, cok yakin tarihler icin yapilan tahminlerde bile ne kadar yaniliyoruz bunu goze alinca, varin gorun bilmem kac milyon yil oncesini. Ayica ben deney yapilmiyor demedim, genetik alaninda calisan hemen herkesin ruyasi herhalde evrim teorisine saglam kanitlar bulabilmek, ben sadece ispatlayan bir deney yok dedim o kadar. Acikcasi verdiginiz rna ornegi beni tatmin etmedi.Ozetle demek istedigim sey su. Bazi kalintilar, benzerliklier, ya da tahminler bize evrim diye bir mekanizmanin oldugunu dusundurebilir. Fakat su soyle olmustur da bu boyle olmustur, ondan su da soyle olmalidir diye bir yaklasim ile hangi genetik sorun cozulmustur merak ediyorum.Mevcut benzerlikler, mekanizmanin aynen evrimde oldugu gibi olmasini gerektirmiyor diyorum sadece. Pek tabi rna’nin baska molekuller olusturabilme yetisi olabilir kendi basina. Burada merak ettigim sey, bu rna’nin dna olmasi, daha sonra milyonlarca turun olusumuna sebep olacak kadar olumlu, ileriye donuk bir evrim sureci icine girmis olmasi. Dahasi rna’nin ne akla hizmet bu tip bir yol izlemesi, daha buyuk ve karisik bir molekulun ortama daha iyi uyum saglamasi olamaz herhalde. Sure uzun olabilir, ancak bahsettigimiz olasiliklar butunu cok daha fazla.Bu yuzden dedigim gibi yaradilis teorisine inanmak, biraz kolaycilik, zira boyle bir olasiligin rast gele vucut bulduguna inanmak (ortada delil yok, tani yokken) tanri varligini kabul etmekten cok daha zor.
ia; başta, yapmayı düşündüğüm şeyi yapıp beni zahmetten kurtardığın için teşekkür ederim. Ancak bu konunun tartışılmasının ne denli uzun sürebileceğini düşündükçe, korkmuyor da değilim. Her neyse.İkinci bir ilklik olarak şunu ifade edelim; burada kimseyi şuna ya da buna inandırmaya çalışıyor değilim. Sadece, doğruluğuna güvendiğim kimi fikirleri ifade etmeye ve yanlış olduğunu düşündüğüm bazı başka fikirlerin, yayılmasını engellemeye çalışıyorum. Aslına bakarsanız, tüm bu fikirlerin çılgınca propagandasının yapılmasından yanayım ama hafif bunun için uygun değil. Yine de, koşullar elverdiğince şansımı zorlamaktan yanayım. Neden, nasıl gibi sorulara ise verecek tutarlı yanıtlarım yok.Draco: umarım, konuyu, kişisel bir tartışma düzleminde almıyorsunuzdur. Ancak sanırım, kimi fikirleriniz, zorlama ifadelere götürüyor sizi. Bir su molekülünün oluşmasının oldukça fazla enerji istemesinden ve bunun labarotuvar da mümkün olmasının geçmişte mümkün olmasını gerektirmediğini söylemişsiniz. O çok enerji isteyen, iki hidrojen ve bir oksijen atomunun yanyana getirildikten sonra su molekülü teşkil etmesi için gereken aksiyondur. Yoksa, bir çok kimyasal süreç sonunda su açığa çıkar ve bunlar oldukça düşük (diğerini referans aldığımızda) enerji seviyelerinde olabilirler. Kaldı ki, geçmişde su molekülü oluşamayacak olsaydı, bu gerçekten ilginç olurdu. Su olmazdı. Yapılan deneyler, “şunu şöyle, bunu böyle yapalım bakalım ne olacak” şeklinde değil, bilim adamlarının büyük çoğunluğunun aşkı olan ilk üç dakikanın (steven weinberg – ilk üç dakika – tübitak popüler bilim kitapları iyi bir kaynak olabilir) bilinen en yaklaşık tahminlerle taklit edilmesi sonucu oluşan ortamlardır. “ilksel çorba” da denen bu ortamda temel parçacıklar, çok yüksek sıcaklık (maddenin plazma fazına geçmesini sağlayacak bir sıcaklık, bugün bir çok yıldızın merkezinden daha sıcak olabilir) ve şiddetli elektrik arkları. Bu ortamın birebir taklit edilebilmesi için kurulacak bir tesis, bizim mühendislik bilgilerimiz ile inşa yeteneğimizi oldukça zorlayan bir yapı olurdu. Bunun yerine, daha sonrası, canlılığın oluştuğu düşünülen dönemlere dair veriler toplanmaya çalışıldı ve daha az korkunç rakamlarla karşılaşıldı. Evrim teorisine gelince; teori’nin en büyük sorunu, herkesin bu konuda bir fikrinin olmasıdır ve genellikle bu konu hakkında en çok konuşanlar teoriyi reddedenlerdir. Bir çok kimse teorinin anlaşılmazlığından bahsederek, bunun evrim teorisi’nin kendisini reddetmek için yeter sebep saymaktadır. Oysa bu güne kadar kimseden, einstein’ın izafiyet teorisi hakkında bu şekilde atıp tuttuğunu görmedim ironiye bakınki, evrim teorisi, izafiyetle kıyaslandığında, oldukça naif ve yalın bir dile sahiptir ve anlaşılması için çok daha az matematik, fizik, kimya bilgisi gerektirmektedir. Bu yüzden, bu metni okurken iyi niyetinizi korumak istiyorsanız, evrim teorisi ile ilgili bildiğiniz her şeyi unutup, öyle devam etmenizi öneririm.Blog’un kendisinden devamla ve blog’un anlaşılırlığını arttırmak için kimi temel bilgilere değinelim. Richard dawnkins’in kör saatçisinden yararlandığımı da belirteyim. Bazı kısımları aklımda kaldığı kadarıyla kendi yorumumla diğer kısımları ise (rakamlar ve isimler önemli olacağından) kitaptan bakarak yazıyorum.Bilgisayarınızın hafıza birimleri (ram, rom, hdd, fdd vs.) bilgileri tutabilmek için ikili sayı sistemi ile ifade edilen bir yapı kullanırlar, 1 ve 0’lar. Burada önemli olan, birbirinden farklı, okunabilir ve yazılabilir iki birim (durum, konum) olmasıdır. Silikon, manyetik bantlar, delikler vs. Canlı hücreler ise, bu kayıtları elektronik olarak değil, kimyasal olarak saklarlar. Belirli tür moleküllerin polimerleşme (daha önce de belirtildi, uzunluğu belirsiz, uzun zincirler halinde birleşebilen moleküller) yeteneğini kullanırlar. Bazı polimerler, tek bir küçük molekülün birörnek zinciri değil de, iki ya da daha fazla, farklı küçük molekülün oluşturduğu zincirlerdir. Bunlar heterojendir ve bilgi teknolojisi için oldukça uygundurlar. Zincirde, iki farklı molekül olması, bizim bilgisayarlarımızın kullandığı 1 ve 0’lar için iyi bir kimyasal karşılık olur. Zincirler yeterince uzunsa burada her türden bilgi saklanabilir. Canlıların kullanageldiği bu polimer molekül dizilerine polinükleotit deniyor. Hücrede iki ana polinükleotit çeşidi var, kısa adlarıyla DNA ve RNA. Bunların her ikisi de nükleotit adı verilen küçük molekül zincirleridir. Hem DNA hem de RNA dört farklı nükleotitten oluşan heterojen zincirlerdir ve bu özellikleri, bilgi kaydının yapılmasını olanaklı kılar. Canlı hücrede, 1 ve 0 gibi iki durum yerine A, T, C ve G olarak ifade edebileceğimiz dört durum vardır. Burada rakamsal bir örnek vererek, bilginin ne boyutta olabileceğini açıklayalım. Bir insan hücresinde 30 ciltlik encyclopaedia britannica’nın tümünün üç-dört defa kaydedilebileceği bir alan varken, ilkel dediğimiz bir amip hücresinde bu alan 1000 encyclopaedia britannica’yı kaydetmeye yetecek kadardır. İnsan hücresindeki bu bilginin sadece %1’, kullanılmaktadır ve geri kalan %99’un ne olduğunu kimse bilmiyor. DNA tıpkı ROM (read only memory – salt okunur bellek; bir kez yazılır ve defalarca okunabilir) gibi, ilk üretildiğinde yazılır ve raslantısal hatalar dışında içeriği değişmez ve kopyalanabilir.DNA ipliksi kromozomlar üzerine yerleşmiştir; tıpkı uzun bilgisayar bantları gibi. Hücrelerimizin her birindeki DNA’nın tamamının bilgisayar ROM’unda olduğu gibi adresleri vardır. bu adresler keyfi seçilmiştir ancak burada önemli nokta, benim DNA’mdaki belirli bir konumun işlevi ile sizin DNA’nızın aynı konumunun işlevinin aynı olmasıdır. Benim DNA’mın 284568 konumundaki veri ile sizin DNA’nızın 284568 konumundaki veri aynı ya da farklı olabilir ancak işlevsel olarak aynı görevi görmektedirler. Bunların yerleri aynı, ancak içerikleri farklı olabiliyor, işte farklı olmamızın sebebi de budur. Önemli bir bilgi; farklı türlerin kromozom sayıları ve dolayısıyla adresleri aynı değil. örneğin bizde 46 kromozom varken, şempanzelerde 48 tane var. Türler arasında kromozom konumlarının içeriklerini adreslerine bakarak karşılaştıramayız çünkü adresler bire bir tutmuyor. Yine de şempanze ve insan gibi yakın akraba olan türlerde, birbirine bitişik konumlardan oluşan çok sayıda bölgenin ortak olduğu görülüyor. Bu benzerlik öylesine fazla ki, birebir adres olarak değil ama bu benzer bölgeleri temelde aynı kabul edebiliriz.Eşeyli üreyen türlerin en iyi tanıdığımız üyesi insan’a bakalım. Bizim sperm ve yumurtalarımızın her birinde 23 kromozom vardır. benim spermlerimden bir tanesindeki adresli konumların her biri için diğer spermlerimin ve sizin spermlerinizin (veya yumurtalarınızın) her birinde belirli adresli bir konum vardır. diğer hücrelerin hepsinde 46 kromozom vardır –çift sayı. Bu hücrelerin her birinde adresler iki defa kullanılır ve her hücrede iki tane kromozom 9 vardır; dolayısıyla kromozom 9 üzerindeki konum 7230’dan hücre içinde iki tane bulunur. Bu iki konumun içeriği aynı olabilir, olmayabilirde; tıpkı türün diğer üyeleri için olduğu gibi. 46 kromozomlu bir vücut hücresinden 23 kromozomlu bir sperm yapıldığında, sperm, her adresli konumun iki kopyasından yalnızca birini alır. Hangi kopyanın alındığı rastlantısaldır diyebiliriz. Aynı şey yumurtalar içinde geçerlidir. Bunun sonucu olarak, üretilen her yumuta ve sperm, konumların adresleme sistemleri bir türün tüm üyelerinde aynı olmasına karşın, içerikleri açısından farklıdır ve tektir diyebiliriz (bizi ilgilendirmeyen istisnalar dışında). Bir sperm yumurtayı döllediğinde 46 kromozom tamamlanır ve üretilen her hücrede bu 46 kromozom kullanılır.Şimdi türleşmenin genetik yapısına değinelim; kopyalama sırasında oluşan raslantısal yanlışlıklar dışında, DNA değişmez içeriğe sahiptir. Fakat bir anlamda, türün tümünün ROM’larının oluşturduğu kolektif veri bankasına yazıldığını söyleyebiliriz. Tür bireylerinin hayatta kalabilmesi (ki bu rastlantısal bir olgu değildir) ve üreme işlevlerindeki başarıları sonucunda, nesiller geçtikçe, türün kolektif gen belleğine iyileştirilmiş hayatta kalabilme talimatları “yazılır”. Bir türün evrimsel değişimi, büyük oranda, her adresi DNA konumundaki çeşitli olası içeriklerin her birinin kopya sayısınıda nesiller geçtikçe oluşan değişimlerdir. Kuşkusuz, her kopyanın bir bireyin vücudunda olması gerekiyor. Fakat evrim sürecinde önemli olan, her adresin olası içeriklerinin popülasyon içindeki sıklıklarının değişmesidir. Adresleme sistemi aynı kalır, fakat yüzyılların geçmesiyle konum içeriklerinin istatiksel profili değişir.Kırk yılın başı, adresleme sistemi de değişebilir. Şempanzelerde 24 çift, bizde 23 çift kromozom var. Şempanzelerle bizim atamız ortak; öyleyse bizim ya da şempanzelerin atalarının birinde kromozom sayısında değişiklik olmuş olmalı. Ya biz bir kromozom kaybemişiz (iki kromozom birleşti) ya da şempanzeler bir kromozom kazanmış (bir kromozom ikiye bölünmüş). Kromozom sayısı, ana babasınınkinden farklı en az bir birey ortaya çıkmış olmalı.Buraya kadar her şey tamamsa, temel olarak, DNA ve RNA’nın yapısı ve çoğalması konusunda bir fikir edinmiş olabiliriz. Çalışma yapıları oldukça grift. Kısaca şöyle açıklayalım. DNA tek başına bir iş yapamaz, onun hücre üretiminde etki gösterebilmesi için, bunun başka bir dile çevirilmesi gerekir (c kodunun, işletim sistemine göre derlenmesi gerektiği gibi) bu işi RNA üstlenir. RNA kodlarına dönüştürülen DNA kodları daha sonra polipeptit (ya da protein) farklı bir polimere çevirilir. Bunların temel yapı taşı aminoasitler. Canlı hücrede 20 çeşit amino asit bulunur ve biyollojik proteinlerin tümü bu amino asitlerin farklı kombinasyonlarıdır. Proteinler, üç boyutlu kıvrılmış örgüler gibidir ve bunların bu üç boyutlu şeklini belirleyen aminoasitlerin sıralanışıyken, aminoasit dizisini belirleyen DNA kodudur. DNA’nın tek boyutlu zinciri, burada üç boyutlu protein yapısına dönüştü. Çeviri işlemi, meşhur, üç harfli sözcüklerle yazılmış genetik şifreyi kapsıyor. Olası 64 DNA üçlüsünün (bir sırada 3 harf 4 olasılık 4x4x4=64) her birinin 20 aminoasitten birine ya da “okumayı durdur” simgesine çevirisinin yapıldığı bir sözlük. Okumayı durduran noktalama işaretlerinden üç tane var ve bu tek boyuttan üç boyuta çeviri işlemi müthiş bir sayısal bilgi şöleni. Bu konuyu ilk öğrendiğim zamanlardaki heyecanım, bilgisayar’ın temel çalışma prensipleri ve ASM kodları ile haşır neşirliğimle açıklanabilir sanırım.Peki tümü aynı genetik şifreyi taşıyan hücreler, nasıl farklı işlevlere sahip olabiliyor? Bunun nedeni, farklı çeşitteki vücut hücrelerinde farlı gen kümelerinin okunarak diğerlerinin göz ardı edilmesidir. Karaciğer hücrelerinde, DNA’nın böbrek hücreleri yapımına ilişkin bölümleri okunmaz. Biç hücrenin yapısı ve davranışı, o hücrenin yapımında okunan DNA bloğunun içeriğine bağlıdır ve orada hangi bölümün okunacağı hücrenin içinde hazır bulunan kimyasal maddelere bağlıdır. Hücrelerin içinde hangi kimyasalların bulunduğu ise kısmen daha önce hangi genlerin okunmuş olduğuna ve kısmen de komşu hücrelere bağlıdır. Bir hücre ikiye bölündüğünde iki hücrenin birbirine benzemesi gerekmez. Örneğin, başlangıçtaki döllenen hücrede belirli kimyasal maddeler hücrenin bir ucunda, diğerleri ise öbür ucunda toplanır. Bu şekilde kutuplanmış bir yumurta hücresi bölündüğünde, oluşan yeni hücreler farklı kimyasallar barındırır ve bu, onlarda farklı genlerin okunacağı anlamına gelir ve kendi kendini güdüleyen, güçlendiren bir ayrımlaşma başlar. Vücudun son biçimi, bacakların uzunluğu, beynin yapılanması, davranışların zamanlaması, hepsi, farklı genleri okuduğu için farklı çeşitlerde olan hücreler arasındaki etkileşimin dolaylı sonuçlarıdır. Bu farklılaşma süreçleri, ulvi bir merkezi tasarım yerine, tekrarlayan işlem tarzında, yerel ve özerk süreçler olarak görülmelidir.Genetik yapı hakkında söylenebilecek daha çok şey var ancak şimdi yazdıklarıma bir baktımda, ya telif haklarından ya da hafif uykunun sinirinden olacak sonumuz. Bu nedenle evrimin kendisinden biraz bahsetmek istiyorum.Hep bahsedilen, “milyarlarca yıl” lafını biraz daha dikkatli düşünelim, bizler, ortalama ömürleri 60 yıl olan insanlar olarak, bir kaç on yıldan fazlasını, bir kaç mili saniyeden azını ve benzer şekilde bir kaç on santimetre boyundaki canlılar olarak, bir ışık yılını ya da bir mikron’u algılayabilecek zihinsel donanıma sahip değiliz. Bu nedenle, bu kavramları, ifade ederken ya da hesaplarken ciddi bir mantık hatasına düşebiliyoruz. Bir kaç saniye sayabilirsiniz ve bir kaç dakikayı hissedebilirsiniz, ancak bir kaç saatten fazlası bizim için zorlayıcı olur. Bu durumda, milyar yıl’ın ne olduğunu düşünürken, daha dikkatli olmalıyız.Bir organın evrimi için, evrim teorisi’nin karşıtları en çok göz örneğini ileri sürer. Gözümüzde, 120 milyon ışığa duyarlı hücre ve (sanırım) 3milyon gangliyon hücresi bulunuyor, bunlar beyinle göz arasında iletişim sağlayan hücreler. Gözün küresel yapısı, açılıp kapanabilen bir diafram, saydam sıvı gibi elemanları da düşünüldüğünde, karmaşıklığı oldukça yüksek bir organın, birden bire nasıl oluşabileceğine akıl sır ermeyeceği ve evrim teorisi’nin tıkandığını ileri sürüyorlar. Daha önceki bir ahkâmda bahsettiğim “tek basamaklı seçilim” ile “birikimli seçilim” burada devreye giriyor. Bu kimseler, bir gen mutasyonuyla birden bire gözün oluşamayacağını söylüyorlar ki bu zaten doğrudur, yanlış olan, aynı kimselerin, evrim teorisi’nin bu yönde bir iddiası olduğunu söylemesidir. Birikimli seçilimle ele aldığımızda. Bir, canlı, örneğin, istakoz’un atası (ki en ilkel göz’e sahip canlılar bunlar) duyargalarının ucunda, ışığa duyarlı bir hücre, tek bir hücre geliştiriyor. Bu, bildiğimiz anlamda “görme” eyleminden çok uzak bir şeydir. Ancak ışığa hiç tepki üretmeyen türdeşlerinden daha şanslı olduklarını gösterir. hiç görmeyen bir insanla, sadece karartılar gören bir insanın hangisinin e-5 de daha şanslı olduğunu düşününüz. Bu tek hücrelik görme aygıtı, bir süre sonra, iki hücre şeklinde gelişebilir ve iki hücre tek hücreden iyidir. Benzer şekilde hücre sayısı arttıkça bunların üzerine ışığı odaklayan basit bir merceksi sahibi olmak ise muhteşemdir. Göz, özellikle az önce dediğim gibi özellikle seçilmiş bir örnektir. Bu organ hakkında haddinden fazla spekülasyon yapıldığı aşikar. Evrim teorisi’si karşıtlarının bir kısmını oluşturan tasarımcılar (canlılığın bir tasarımcı tarafından inşa edildiği fikrinde hemfikir olanlar) reductio ad absurdum denemelerinde, kavramın anlamından ziyade türkçedeki duyuluşunun çağrıştırdığı bir anlama kayıyor olsalarda, şu tasarım fikrine bir reductio da biz atıştıralım.Diğer bütün sinirler gibi görme sinirleri de birbirinden ayrı, “yalıtılmış” üç milyon kadar telden oluşan bir kümedir. Bu üç mülyon telin her biri ağtabakadaki bir hücreden çıkar ve beyne gider. Bunları üç milyon fotosellik bir öbekten (aslında daha fazla sayıdaki fotosellerden bilgi toplayan üç milyon röle istasyonundan) hareket ederek, bilgiyi işleyecek olan beyindeki bilgisayarlara bağlanan teller olarak düşünebilirsiniz. Teller ağtabakanın her yerinden gelerek tek bir demeti, görme sinirini oluşturur. Bir mühendis, doğal olara, fotosellerin ışığa dönük olacağını ve tellerin de geriye, beyne doğru uzanacağını varsayacaktır. Fotosellerin ışığın tersi yöne bakması ve tekkerin de ışığa en yakın yerden çıkması önerilirse, mühendis bu öneriye güler. Ancak tüm omurgalıların ağtabakalarında görülen yapı budur. Her fotoselin teli ters yönde, ışığa (göz merceğine) en yakın yerden çıkar; ağtabakanın yüzeyinden geçer; ağtabaka üstünde “kör nokta” (sarı nokta) dediğimiz deliğe girer ve burada görme siniriyle birleşir. Bu, ışığın önünde hiçbir engel olmadan fotosellere ulaşmak yerine girift bir teller ormanından geçmesi gerektiği anlamına gelir. Işığın bu geçişi sırasında, en azından bozunduğunu ve sönümlendeğini düşünebiliriz; aslında bu bozunma ve sönümlenme büyük olasılıkla çok fazla değildir, fakat yine de hiçbir titiz mühendis böyle bir ilkeyle çalışmaz. Bunun sebebi bir çok şey olabilir, ancak şu kadarını söyleyebiliriz ki, fotoselleri ışığa bakan bir göz evrimleştiren türler, o anki koşullar altında ezildiler, geleceğe mükemmel bir göz sunmanın ise hiç bir anlamı yok; çünk esas olan o an hayatta kalmak.C. Darwin : Eğer birbirini izleyen, sayısız, küçük değişimlerle oluşması olanaksız herhangi bir karmaşık organın var olduğu gösterilebilseydi, benim kuramım çökerdi tahmin edebileceğiniz gibi böyle bir şey olmadı.Buradan, evrimin mükemmeli değil, hayatta kalmayı aradığını da çıkarsayabiliyoruzdur umarım.Evrim yaratışı inkâr etmek zorunda değildir dediğimde, kuran’da farklı yazdığını söylüyorsunuz ve buradan “din”in, kuran’dan ibaret olduğunu düşündüğünüzü çıkarsıyorum. Oysa islam dışında daha yüzlerce din var ve S. Weinberg’in ilk üç dakikanın girişinde anlattığı bir iskandinav efsanesine göre;“başlangıçta” der edda, “hiçbir şey yoktu. Ne yer bulunuyordu, ne de yukarıda Gök; dipsiz geniş bir boşluk vardı fakat hiç ot yoktu. Yokluğun kuzeyinde ve güneyinde bu ve ateş bölgeleri Niflheim ve Muspelheim uzanıyordu. Muspelheim’in ısısı Nifheim’in buzunun bir kısmını eritti ve sıvı damlalarından Ymer adında bir dev büyüdü. Ymer ne yerdi? Anlaşılan Audhumla denen bir de inek vardı. Peki inek ne yerdi? Eh, biraz da tuz vardı” öykü böylece sürüp gider. Dini duguları incitmeyelim. Vikinglerinki’ni bile; fakat bunun evrenin kökeninin doyurucu bir betimlemesi olmadığını söylemek sanırım doğru olur. Söylenti türünden kanıtlara itirazlar bir yana bırakılsa bile, bu öykü, yanıtladığı sorun kadar yeni sorun yaratmakta ve her yanıt başlangıç koşulları hakkında yeni bir karışıklık getirmektedir. Bu öykü okuyana komik görünüyor gerçekten, ancak çamurdan adam ve onun kaburgasından kadın hikayesi bir çokları için oldukça doyurucu ve bu konu hakkında bir şeyler söylemeye çalıştığınızda ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalabiliyorsunuz.Hikayenin bu kısmını, virüsler denen o yüce makinelerle bitirmek istiyorum.Sindirim sistemi bakterilerinden Escherichia coli’nin asalağı olarak yaşayan, Q-beta adlı bir virüs var. Q-beta’nın DNA’sı yok ama tek iplikli RNA molekülü var –aslına bakarsanız bu asalak büyük oranda RNA’dan oluşuyor. RNA da, DNA’nınkine benzer bir yolla kendi kopyasını yapabiliyor.Normal hücrede, protein molekülleri RNA planlarında yazılanlara göre bir araya getiriliyor. Bu planlar, hücrenin o çok kıymetli arşivlerinde saklanan DNA asıllarından çekilmiş çalışma kopyaları. Fakat başka RNA kopyalarından RNA kopyaları çeken özel bir makine –tıpkı diğer hücresel makineler gibi bir protein molekülü- yapmak kuramsal olarak mümkün. Böylesi bir makine var ve adı ad RNA-replikaz molekülü. Bakteri hücresi normalde bu makineleri kullanmıyor ve yapmıyor. Ancak bu replikaz da bir protein molekülü olduğuna göre, bakteri hücresinin verimli protein yapma makineleri kolaylıkla RNA-replikaz yapımına geçebilir; tıpkı bir otomobil fabrikasındaki imalat aletlerinin savaş zamanında silah yapmaya geçivermesi gibi: gereken tek şey, doğru planların devreye girmesidir. İşte bu noktada virüs, işe burnunu sokuyor.Virüsün işler kısmı bir RNA planı. Yüzeysel bakıldığında, bu plan DNA aslından çekildikten sonra ortalıkta dolanmaya başlayan diğer RNA çalışma planlarından ayırt edilemiyor. Fakat virüs RNA’sını okursanız, orada iblisce bir şey yazılı olduğunu görüyorsünüz: RNA-replikaz yapmak için bir plan; RNA planlarının kopyalarını yapacak makineler yapacak RNA-replikaz yapmak için bir plan; RNA planlarının kopyalarını yapacak makineler yapmak için planlar yapacak makineler yapacak RNA-replikaz yapmak için bir plan…Ve fabrika bu kendileriyle çok ilgili planlar tarafından işgal edilir. Bir anlamda işgali kendisi davet etmiştir. Eğer fabrikanızı, her planın dediği her şeyi yapabilecek karmaşık makinelerle doldurursanız, eninde sonunda bu makinelere kendilerini kopyalamalarını söyleyen bir plan çıkacaktır. Fabrika, her biri kendilerini kopyalayacak makineler yapmak için haşarı planlar üreten bu haşarı makinelerle dolar taşar. Sonunda zavallı bakteri patlar ve yeni bakterilere bulaşacak milyonlarca virüs saçar etrafına. Virüslerin doğadaki normal yaşam döngüleri üzerine bu kadar konuşmak yeterli.RNA-replikaza imalat aleti, RNA’ya da makine demiş olmamız, onları kimyasal moleküller olmaktan ve dolayısıyla kimyacıların onları raflarda şişelemelerini engellemez. Zaten Sol Spiegelman ve arkadaşları da tam olarak bunu yaptılar. Sonra da bu iki molekülü bir çözeltide bir araya getirdiler ve şaşırtıcı bir şey oldu. Deney tüpünün içerisinde, RNA molekülleri RNA-replikazın da yardımıyla kendi kopyalarının yapılması için şablon oldular. İmalat aletleri ve planlar birbirlerinden ayrılmışlar, soğuta depolanmışlardı. Sonra da, hammadde olarak gereken küçük molekülleri de içeren sulu bir ortamda bir araya getirilir getirilmez, canlı bir hücrede değil de deney tüpünde olmalarına rağmen kaldıkları yerden işe koyuldular.Bu noktada laboratuvarda doğal seçilime ve evrime geçmek için küçük bir adım yeterli. Deneysel yöntem temelde şöyle: Her biri RNA-replikaz çözeltidi ve hammadde (RNA sentezinde kullanılacak küçük moleküller) içerek çok sayıda deney tüpü sıralanır. Her deney tüpünde imalat aletleri ve hammadde vardım ama henüz hareketsizdirler, çünkü plan yoktur. Sonra birinci tüpe az bir mitar RNA konur. Replikaz hemen işe başlar; tüpe yeni konan RNA moleküllerinin bir sürü kopyasını yapar; yapılan RNA molekülleri bütün tüpe dağılır. Sonra, birinci tüpteki çözeltiden bir damla alınır ve ikinci tüpe konur. İkinci tüpte de aynı şeyler olur, buradan alınan damla üçüncü tüpe konur ve…Zaman zaman, rasgele kopyalama hatalrı nedeniyle, biraz farklı mutasyona uğramıi bir RNA molekülü kendiliğinden ortaya çıkar. Eğer herhangi bir nedenle yenisi eskisine göre daha üstünse –belki biraz daha az yapışkan olduğu için- daha hızlı ya da daha verimli kopyalamaya başlar. Yeni molekül içinde bulunduğu deney tüpünün her yerine yayılır ve sayıca kendini oluşturan eski molekülü aşar. Sonra bu tüpten bir damla çözelti alıp ikinciye koyduğumuzda, tohumlamayı yapan mutasyona uğramış yeni molekül olacaktır. Bu şekilde birbirini izleyen çok sayıdaki tüpteki RNA2ları incelersk, göreceğimiz şey ancak ve ancak evrimsel bir değişim olarak adlandırılabilir. Çok sayıdaki deney tüpü “nesli” sonunda elde edilen, diğerlerine kıyasla daha üstün RNA çeşitleri belirlenir ve daha sonra kullanılmak üzere şişelere konulup saklanır. Bu üstün çeşitlerden biri olan V2 RNA, normal Q-beta RNA’dan çok daha hızlı kopyalanıyor –büyük olasılkla daha küçük olduğu için. Q-Beta RNA’nın tersine replikaz yapma planları için “endişelenmesine” gerek yok; replikaz, deneyi yapanlar tarafından sağlanır. Kaliforniya’da Leslie ORGEL ve çalışma arkadaşları yaptıkları ilginç deneyde V2 RNA’sını başlangıç noktası olarak aldılar. Bu deneyde zorlu bir ortam oluşturmuşlardı.Orgel ve arkadaşları deney tüplerine RNA sentezini engelleyen, etidyum bromür adlı bir zehir koydular: edidyum bromür imalat aletlerini bozuyordu. Zayıf bir zehir çözeltisiyle işe başladılar. Önceleri zehir, sentez hızını yavaşlattı. Fakat dokuz kadar tüp aktarmalı “nesil” sonra zehre dirençli yeni bir RNA çeşidi seçilmişti (evrimsel anlamda). Üretim hızları normal V2 RNA ile kıyaslanabilir düzeye çıktığında Orgel zehrin derişikliğini iki katına çıkarttı ve bu şekilde devam ederek derişim 10 katına çıktığında ortaya çıkan ve zehirden etkilenmeyen RNA’ya V40 adını verdiler.Tamamlayıcı deneylerse, on yıl kadar önce, yaşamın kökeni üzerine tanınmış Alman okulunun labarotuvarlarında Manfred Eigen önderliğinde yapıldı. Bu araştırmacılar deney tüplerine replikaz ve RNA’nın yapıtaşlarını koydular fakat çözeltiyi RNA ile tohumlamadılar. Yine de deney tüpünde büyük bir RNA molekülü kendiliğinden evrildi ve bunu izleyen bağımsız deneylerde aynı molekülün tekrar ve tekrar evrildiği görüldü. Dikkatli kontroller tüplere RNA bulaşmasının olasılığının olmadığını gösterdi. Aynı koca molekülün iki kez kendiliğinden ortaya çıkması. İsterseniz tesadüf diyelim ve sonra evrimin temel dayanağı tesadüftür diyen saçmalığı savunalım.Son olarak, artık daha fazla, ortada delil ve tanı olmadığını düşünmeyeceğinize inanmak istiyorum, çok açık deliller önümüzde. Kendi fikrimi soracak olursanız; DNA ve RNA da tıpkı canlılığın geri kalanı gibi, kimyasal tepkimelerden başka bir şey değildir. Esas olan, canlılık değil, DNA şifresinin geleceğe taşınmasıdır. Umarım bir şekilde bir fırsatınız olur ve karıncaların genetik şifreyi taşıması anlamlı olan tek üye kraliçeyi nasılda tutkuyla savunduklarını ya da arıların ölümleri uğruna kovana (yine genetik şifreyi taşıyan kraliçeye) yaklaşanlara saldırdıklarını gözlemlersiniz. Bizler, DNA’ların, türlerini devam ettirebilmek için kullandıkları organik makineleriz.
ameximes, oldukça detaylı bir eklemede bulunmuşsun. Dawkins’i ben de severim, ancak neden her şeyi bilgisayar terimleriyle anlatmaya çalıştığını anlayamıyorum, yani sanki o kavramlar daha kolaymış gibi.Ben nedensellikle ilgili bir şey söylemek istiyorum, sanıyorum bir kısım sorunu sınıflandırmamıza yardımcı olacak. Bu ufak bir öykü, aldığım tek felsefe dersinde hocamız aktarmıştı: “İki kardeş, anneleriyle birlikte bir tren yolculuğundalarmış. Anne, çocukların her birine bir muz vermiş. Küçük olan muzu hemen soymu ş ve bir ısırık almış. Tam bu anda tren bir tünele girmiş. Tünelden çıktıklarında büyük kardeş muzunu soymuş, muzu tam ısıracakken küçük kardeş eline yapışmış ve ‘Onu yeme, seni kör ediyor’ demiş.” Kısa öykü bu, umarım anlaşılır aktarabilmişimdir. Yani bazı olayların birbirini takip etmesi, onların bir neden sonuç ilişkisi içinde bağlı olduğunu göstermez (Güneşin doğuşu ve batışı gibi, ikisinden biri diğerinin nedeni değildir, ama bu ikisini hep arka arkaya gözleriz). Örnekleri çoğaltmak mümkün, örneğin batıl inançların çoğunun kaynağında bu ilişkileri görebiliyoruz (bu arada Hume’dan bahsediyorum yani).Şimdi evrimle alakalı kısma gelelim. Eğer eldeki kanıtlara bu tip bir skeptisizm içinde bakıyorsanız “eyvallah” derim, ama sizden bu konuda samimi ve tutarlı olmanızı da beklerim. Örneğin eve geldiğinizde camın yere indiğini ve salonun ortasında bir top olduğunu görürseniz, camın aşağıda top oynayan çocuklar tarafında kırılmış olması olasılığı ile camın bir üretim hatası sonucu kırılış olması ve topun da -siz hatırlamasanız da- sizin tarafınızdan oraya daha konulduğu olasılığını eşit görmenizi beklerim.Ya da elektronlardan bahsedelim. Elektronları bugüne kadar gören insan evladı olmadı, Heisenberg belirsizliğine göre de “görmemiz” hiçbir zaman mümkün olmayacak. Ama elektronların varlıklarını dolaylı yollardan anlayabiliyoruz, çarpışma testleri, manyetik alandaki hareketleri vs. Ve elektronları varlığı üzerine dayanan varsayımlarımız sonucu ortaya atılan orbital teorileri son derece iyi çalışıyor, bütün testleri geçiyorlar falan. Elektronların varlığı ile ilgili kanıtlar az önce aktardığım öyküdeki gibi bir ilişkinin sonucu olabilir, ama şimdilik bunun böyle olmadığına eminiz. Sonuçta bilim dinamik bir şey, Bohr atom modeli örneğin elektronun dairesel bir yörüngede (orbit) döndüğünü öngörüyordu, oysa bugün “biliyoruz” ki orbitler yok, orbitaller var.Her neyse, daha fazla dağıtmanın anlamı yok. Gelmek istediğim nokta, “deney tüpünde olabilir, ama geçmişte hiç olmamış olabilir” itirazının hem geçerli hem de saçma bir itiraz olması. Geçerlidir, çünkü gerçekten de tüp şartları geçmişi simüle etmiyor olabilir. Burada araştırmacının görevi, ameximenes’in aktardığı gibi, o günkü şartlar ile ilgili veri toplamak ve tüp ortamını mümkün olduğunca o ortama yaklaştırmak. Mesela bu tüp deneylerine bu aralar gelen en büyük itiraz tüp içindeki konsantrasyonlardır. Her kimyasal reaksiyonun bir denge sabiti vardır, ve bu sabit reaksiyona giren maddelerin konsantrasyonları ile ilgilidir. Deney tüplerinde konsantrasyonlar deneyci tarafından belirlenir ve her zaman yüksektir, ya da en azından azalmaz. Oysa, RNA dünyası gibi teorilerde reaksiyonların açık suda olduğu söylenmektedir. Eğer durum bu olsaydı, oluşması öngörülen otokatalitik sistemin (kendi kendini eşleyebilen, biz insanlar gibi) oluşması mümkün olmazdı; çünkü örneğin bir reaksiyon ilerlese bile, onun sunucunda çıkacak ürün açık suda hemen seyrelicektir ve bir sonraki reaksiyon için yeterli konsantrasyona asla ulaşılamayacaktır. Haklı bir itiraz, söyleyecek fazla bir şey yok, çünkü diyebileceğimiz tek şey bu reaksiyonların bir şekilde sınırlanmış, ufak alanlarda (ufak bir su birikintisi mesela) olduğu. Burada da yaratılışçıların kanıt beğenmemesi durumuyla karşılaşıyoruz işte. Günlük hayatlarında asla başvurmadıkları skeptisizm (tanrı konusunda mesela) burada ortaya çıkıyor ve daha fazla kanıt daha fazla kanıt istiyorlar. Bir yerde, genel olarak bu itirazlara karşılık şöyle bir şey okumuştum “Elimizde bir zaman makinesi olsaydı ve geçmişe dönüp dünya tarihini inceleyebilsek, biyolojik örnekler alabilseydik bile yaratılışçıların istediği kanıtlara ulaşamazdık”.Mesela paleontolojik bulgular. Yani ben bu konudaki itirazlara gerçekten anlam veremiyorum.Evrim’in paleontolojik kalıntılar hakkındaki hipotezi şudur “Eğer ki, zaman içinde doğal seçilim ile yeni türler oluşuyorsa, bazı ara türlerin olması gerekir, ve eğer şanslıysak bunlardan bir kaçını topraktan çıkarabiliriz”. Hala yok kayıp halka yok bilmem ne gibi abidik gubidik şeyler okuyorum, yani olmayabilir, bulamamış olabiliriz. Keşke her ara geçiş türünü (ki öyle bir şey de yok aslında) bulabilsek, hepsini sınıflandırabilsek. Ha o zaman sanki “Eyvallah evrim varmış.” diyecekler. Belki de derler, kim bilir.Neyse, şimdilik bu kadar.
bahsedilen kimyasal reaksiyon başta polimerleşme olduğuna göre, ne kadar geniş bir alanda ise o kadar başarılı olacağı açıktır (başarıdan ne anladığımızı bildiğinizi varsayıyorum) çünkü, küçük, kapalı bir hacimde, polimerleştirilecek atom sayısı, dünyanın tüm yüzeyindekinden azdır. Öyleyse, bir iki milyar yıl içinde, bu polimer molekülün, ilk örneğinin oluşması için gerekli yoğunlukta bir bölgecik oluşması olasılığı, oldukça yüksektir. Bu olasılık lafından genellikle “olabilir ama çok zor”u anlamakta direnen bir yapı olduğunu biliyoruz. Bu kimselere; bu konsantrasyonun tarih boyunca hiç oluşmama olasılığının, sayısal lotoda 1,2,3,4,5,6 altılısının, beş hafta üstüste gelme olasılığından daha düşük olduğunu belirtmek isterim. Sadece canlıların gerçekleştirdiği kimyasal olaylar oldukça fazladır ve hatta bunlar biyo-kimyasal olaylar olarak ifade edilegelmekle birlikte, kimya biliminin ayrı bir kolunu oluşturacak kadar geniş kapsamlıdırlar. Ek olarak, canlıların gerçekleştirmediği, ama gerçekleşmesinde (en azından ilk seferinde) gerek şart oldukları kimi başka kimyasal reaksiyonlar da vardır. Bu reaksiyonlar sonucunda ortaya çıkan moleküllerin sayısı da yine oldukça fazladır. Bu bağlamda, günümüz dünyasında canlılık olmasaydı, bir çok molekül’ün içeriğini oluşturan atomlar (bir çoğu gerçekten) başka başka moleküllerin içinde ya da tek başlarına mevcudiyet göstereceklerdi. Şunu anlatmaya çalışıyorum, canlılığın oluştuğu zamanlarda, bugünkünden çok daha az molekül tipi vardı, ama madde miktarı (gök taşları gibi atmosfer dışından girenleri ve uydular gibi dışarı atılanları saymazsak) aynıydı. Buradan şu sonuca varabiliriz, eskiden RNA ve/ya DNA gibi moleküllerin, dış müdahele olmadan oluşması çok daha kolaydı ve tüm canlılığın oluşması için bir tek DNA molekülünün oluşmasının dahi yeterli olabileceğini biliyoruz. Ek olarak kimi zamanlar, çok düşük konsantrasyonlar da dahi, yüksek seviyeli elektrik arkları yada ultraviole ışınlarının bahsi geçen reaksiyonu başlatması mümkündür.Tanrı konusunda ise, septik bir yaklaşım izlemek, tanrı tanımazlara mahsusdur. Çünkü tüm tanrılar, kendilerinden şüphe edilmesini yasaklamışlardır. Bu durumda, inananlardan, tanrıları hakkında şüpheli davranlamarını istemek haksızlık olurdu. Tek isteyebileceğimiz, bilimsel ifadelerin içine, tanrıyı ellerinden geldiğince az sokmaları ve tüm araştırma tamamlandıktan sonra çıkan sonucun dinsel açıdan uygulanabilirliğini araştırmaları olmalıdır bence. Tabii bu sadece dışa vurduğum, yoksa tanrıların topyekün yasaklanması da bir gelişme olabilirdi ancak bu konumuzun fazlasıyla dışına çıkıyor.
benim demek istediğim şu idi, mesela elimizde şöyle reaksiyonlar olsun:A+B->C+D, D+E->F+G vs. Bütün bu reaksiyonlarının bi denge sabiti vardır ve kendisi örneğin ilk reaksiyon için şuna eşittir [C][D]/[A][B] yani reaktantların yoğunluklarını çarpıp ürünlere bölüyoruz. Bizim bahsettiğimiz tip reaksiyonlarda (bunun türkçesi nedir bu arada?) bu oran genelde 1’in bayağı bir altında kalıyor, zaten bu yüzden bir sürü enzim kullanıyoruz (enzimler aslında denge sabitini değiştirmezler ama mesela DNA polimerizasyonundan bahsediyoruz, hücre içinde DNA eşlenirken, çekirdekte bol bulunan pyrophosphatase denen bi enzim DNA’ya eklenen her baz sonucu açığa çıkan pyrofosfatı ya da PPi’yi böler, böylece ürün kısmının derişimi düşer ve reaksiyon devam eder). İşte eğer okyanusun ortasında böyle bir reaksiyon yapmaya çalışırsanız, girenleriniz ne kadar çok olursa olsun, ürünleriniz mantıklı konsantrasyonlara yükselmez.Yani prebiyotik ortamda her molekülün bulunması bu sonucu değiştirmez, çünkü otokatalitik (canlı bile diyebiliriz) sistemler için artan karmaşıklıkta polimerler gerekiyor ve bu polimerler bir sonraki aşamaların yapıtaşları, katalizörleri vs. oluyor. yani bir yerde “ufak alana sınırlandırma” şart.Ayrıca bir tek DNA molekülü kesinlikle yeterli değil. Hatta tek başına bir DNA molekülü işlevsizdir, kendini kopyalayamaz. Evrim dediğimiz hadise için bir şey 1)kendi kopyalarını yapabilmeli 2)bu kopyalar birbirlerinden belirli oranda farklı olmalı 3)bu kopyalar “seçilime” uğramalı, ve başarılı olan kendine benzeyen kopyalar üretmeli.Bu arada evrim’in olasılığı şudur, hemoglobinin oluşma olasılığı şudur diyenlere her hafta sayısalı bilen bir kişi olduğunu hatırlatmak isterim.
Arkadaşlar bu Richard Dawkins gibi adi materyalistlerin kitaplarını okurken dikkatli olun. Bazı kitaplarında, örneğin “Tantı Yanılgısı” gibi çok fazla aldatmaca ve aldatmaca içeren deneyler tespit edildi! TGA adlı kişi Dawkins’in kitabından alıntı yapıp aktarmış. Şimdi bakılacak olursa Dawkins denen vatandaş bizim lise(Fen-Matematik) eğitimimizden de gayet iyi bildiğimiz evrim teorisini (ki bence bir hipotez bile olamaz!) sonra da gayet iyi bildiğimiz hücre yapısını ve işleyiz mekanizmalarını aynen anlatıyor.(Sanki yeni bir şeyden bahseder gibi!!). Bunda hepiniz hemfikirsinizdir herhalde. Sonra da canlıların sözde evrimine ilk bakışta mantıklıymış gibi gözüken ancak detaylı analiz edildiğinde ne kadar saçma olduğu anlaşılan şekillerde komik bir şekilde deliller göstermeye çalışıyor. Örneğin, gözün evrimiyle ilgili “tek basamklı seçilim” ve “birikimli seçilim” gibi uydurmalarla sözümona açıklama getirmeye çalışıyor. Ve de bu uydurmaların da gözün oluşumuyla ilgili çaresiz kalınıp ortaya atıltığı da bariz bir şekilde görmek mümkün! Bunlar çürütüldükçe böyle adamlar yeni yeni kavramlarla da karşımıza çıkmaya devam edecekler. Bundan eminim. Bu arada, kimse evrimin olma olasılığı şudur, hemoglobinin oluşma olasılığı şudur demiyor. Bizim dediğimiz bunların kendiliklerinden evrim denen saçma sapan bir teoriye göre(ki başında da “ilkel çorba” yani hetetrof hipotezi var!) oluşamayacağı. Kainatı ve canlılığı, bu mükemmel sistemleri, kendinden haberi olmayan atomların ve moleküllerin kendiliklerinden oluşamayacağı gerçeğini bir çok bilim adamı bugün ve geçmişte istisnasız kabul etmiştir(Ki bunları da delillere dayanmaktadır. Sadece canlılar arasındaki görünen benzerliklere değil moleküler düzeydeki benzerliklere de). Bu bilim insanlarının yanlı davrandıklarını düşünmeyin sakın! Bilim objektif olmayı gerektirir! Dawkins gibi sahte bilim adamlarına asla kanmayın!! Böyle adamların kimlere hizmet edebilecek olduklarını biz gayet iyi biliyoruz. TGA denen arkadaşımız Tanrılar’ın kendilerinden şüphe edilmesini yasakladıkları gibi şeyler uydurmadır. Ayrıca “La İlahe” yani: “Tanrılar ilahlar yoktur. Yalnızca Allah vardır!” Kur’an’dan da bildiğimiz gibi Allah kendisinin deliler ışığında bilinmesini ve bulunmasını vahiy yoluyla bildirmiştir ve Kur’an’da hiçbir çelişki yoktur ve bugüne kadar Allah(c.c.) tarafından korunmuştur. Yani hiçbir zaman tahrif edilememiştir! Ancak Kur’an’ dilbilimsel olarak yaklaşmak ve tüm sure ve ayetlerini bir bütünlük içinde okumak ve önyargısız olmak şarttır. Aksi halde birilerinin yaptığı gibi Kur’an’dan binlerce çelişki çıkarılabilir. Şimdi, şunu da iyi biliyoruz ki Dinler ve Allah inancı kimseye hiçbir zaman zarar vememiştir! Tam tersine her zaman için insanı yüceltmiş ve insanın doğru bir şekilde yaşamasını sağlamıştır. Yalnız yine bu dünyada dini inaçları ne yazık ki kötü amaçlarına hizmet ettirdiler. Bu da, Müslümanlığın ve diğer tüm ilahi(Sema) dinlerin kanayan yarası oldu bugüne kadar!!! Bu arada TGA adlı arkadaşımızın dediğine bakılacak olursa: Tanrıyı(kendisini tenzih ederim) bilimsel ifadelerde kullanmamalıymışız. İyi de be kardeşim sen Kur’an’ı okudun mu baştan sona hiç adam gibi, önyargısız bir şekilde tabii? Kur’an bilimsel bir kitaptır. Siz ne yazıktır ki küçüklüğünüzden beri dinleri bir dogma olarak öğrenip öyle algılamışsınız. Evet, Allah’ın koyduğu doğru kurallar(F=ma gibi, görelilik kuramı gibi, ebriyolojiden bildiklerimiz gibi,ahlk…) birer dogmaysa bunlara dogma demeye devam edin. Eğer fikriniz bu yöndeyse tabii. Ayrıca hiçbir bilimsel gelişme Tanrı’yı asla inkar edemeyecektir. Allah inancının yasaklanması gibi bir şey sözkonusu olmayacaktır. Aksine Allah’ı ispatlayacaktır göreceksiniz(Tabii sözde bilimsel dayanaklarala ve yeni bulunan bilimsel dayanaklarla dinlere ve Allah inancına savaş açmış ve tüm dini inaçları yeryüzünden silmeye and içmiş bazı adi kişiler de çalışmalarına devam edeceklerdir!). Çok iyi biliyoruz ki Allah(c.c.) bizim düşüncelerimizle varolan ve sadece bir inanıştan ve de inanç sisteminden ibaret olan, bizim yarattığımız(haşa) bir varlık değildir. O, tabii ki de vardır ve birdir. Sizin varlığınız kadar, elinizde tuttuğunuz bir bardak sıcak çay kadar gerçektir. Yani o bir gerçekliktir! Şimdi bunların dışında, biz tabii ki de bilimsel araştırma ve çalışmalarımıza daha da fazla devam edeceğiz. Bilime, teknolojiye sarılacağız. Yaratılıştaki eserleri tek tek ortaya çıkaracağız! Teknolojimizi geliştireceğiz ama tabii ki bazı bilim-kurgu filmlerindeki gibi abartılı olayların ve ihtirasların da peşinde koşmayacağız!! Bilim, Allah’ın ve ruhun nasıl bir şey olduğunu asla kanıtlayamaz. Çünkü onlar doğaüstüdür. Bilim ancak ve ancak yaşadığımız doğada varolanları ispatlayabilir. Ve sadece ve sadece Allah’ın da ve ruhun da varlığını ispatlayabilir. Nasıl bir şey olduklarını asla açıklayamaz. Bunlar birer Termodinamik yasası kadar geçerlidir ve yasalaşmıştır! Örneğin başka bir husus: Ibrahimus arkadaşımızın da dediği gibi yapılan deneylerde kullanılan deney tüpleri geçmiş, o dönemi yansıtmıyor. “Soğuk Tuzak” olayını hatırlayın. Kaldı ki dediğimiz gibi “deney tüpünde olabilir ama geçmişte hiç olamış olabilir” itirazı haklıdır. İyi ya geçmişte olmuş olabileceğine kimsenin bir itirazı yok. Fakat durumun ne kadar komik bir hal aldığını iyice düşünün! Siz bir tesadüfler eserii, basit birkaç mekanizmayla varolmadınız! Bir tüpe ya da havuza bu “ilkel çorba” dediğiniz molekül ve atom karışımını koyun. Ve koşullar ve gerekli malzemeler oplarak o dönemdekine koşullara çok yaklaşmış olun. Hatta, birebir aynısını saptamış ve bunun da öyle olduğunu ispatlamış olun. Sonra da bu çorbaya istediğniz kadar radyasyon, elektrik arkı veya başka bazı kimyasal yöntemlerle etkiler yapın. Ve bunu işlemi de milyonlarca, milyarlarca yıl sürdürün. Birkaç basit düzeyli molekül haricinde hiçbir şey elde edemezsiniz!! Bundan 1000 yıl sonrasında insanlık varolmaya devam etse de ve ve de bu konudaki deneyler ve araştırmalar hız kazanarak devam etse de hiç kimse hiçbir canlıyı veya canlı öncülünü laboratuvar koşullarında elde edemeyecektir! Çünkü; Canlı=Madde+Ruh’tur. Bu da mekanik(materyalist) dünya görüşünün en korktuğu olaydır. Paleontologların ve arkeololglar hiçbir ara geçiş türü bulamadılar. Evet bu yalın bir gerçek! Be kardeşim, diyorsunuz ki: bir zaman makinemiz olsa ve tarihte geriye gitsek evrime dair bulunabilecek olan hiç bir ispat yaratılışçıları tatmin etmez. Evet, etmez!! Çünkü o ispatlar ispat değildir de ondan!! İspat gibi gözüken yanılsamalardır. Ve tarihte geriye gidecek bir zaman makinemiz olsa ve o dönemlere dönebilsek evrimi destekleyen hiçbir ispat bulunamayacaktır!Bundan eminim. Tabii emin olamamın nedeni onlarca delilden kaynaklanıyor. Siz de emin olun ki, bu deliller delil gibi gözüken deliller değil. Gerçek delillerdir! Şimdi, Ibrahimus arkadaş demiş ki: Dawkins neden bunları bilgisayar terimleriyle açıklamaya çalışmış bir türlü anlamıyorum. Bunu anlamamak için bir sebep yok. Vatandaşın(Dawkins) amacı olayı iyice karmaşıklaştırıp anlaşılmaz hale getirmek ki bu da büyük bir aldatmacadır! Sözümona, bilgisayar tekniğiyle, canlılık ve onun sözde oluşumu arasında bir benzeşim yapmaya çalışarak bunu bir dayanak gibi göstermeye çalışıyor. Kaldı ki bazı benzerlikler vardır ve olacaktır. Ama geçek bilim insanları da çok iyi biliyor ki: Benzerliler hiçbir zaman tek başlarına bilimsel dayanak olarak kullanılamaz. Bu da bize yutturulmaya çalışılan şeyleri gün yüzüne çıkarıyor! Sonuç olarak, bize bunlar değil hakiki deliller lazım!! Başka bir hususa gelelim. Evrim hem Termodinamik yasalarına terstir hem de veraset kurallarına aykırıdır! Yani türler asla birbirlerine dönüşmezler. Sadece aynı tür genetik çeşitlilik sayesinde farlı ırkalara bölünür. İşte bunun nedeni çifleşmelerin yanı sıra coğrafi izolasyon gibi sebeplerdir. Bunu da en başta Homo Saphiens olmak üzere birçok canlı türünden gayet iyi biliyoruz. Ha tabii, siz diyeceksiniz şimdi, evrimleşmeyle türler oluşur, türler başka tülere dönüşür ve türlerin kendi içerisinde bu farklılaşma yaşanır. Bu baya bir saçma… Evrimi çürüten onlarca ispat var ve birileri, ki onların da kimler olduklarını biz Türk evladı olarak çok iyi biliyoruz, bir ideolojiyi kabul ettirmek adına bugüne kadar bu saçma teoriyi devam ettirdi. Yoksa şimdiye ne evrim teorisi kalırdı ne de evrimin ‘E’si.(Bu arada, hiçbirinize de siz Türk Evladı değilsiniz demiyorum. Sözlerim yanlış anlaşılmasın lütfen! Ancak yanılgılı ve hatalı analizlerden ve onlara kapılmaktan ve farkında olmadan peşinden gitmekten kurtulun! Silkelenip kendinize gelin! Yoksa biz ayakta uyurken birileri iflahımızı kesecek de bizim ruhumuz bile duymayacak. Nitekim I. Dünya Savaşı sonrasında da öyle oldu!). Ben burada gerçeklerden bahsediyorum. Irak’ta, Afganistan’daFilistin’de kardeşlerimiz katlediliyor! İnsanlar bir ideoloji uğruna katlediliyor! Barışı getireceğim diye insanların ülkelerini işgal eden kendini bilmezler, önce o ülkede kargaşa yaratır ve sonra da barış ve demokrasi getireceğiz diye sözde haklı sbeplerle o ülkeyi işgal eder!! Bu yazıyı yazdığım tarih 18.01.2010. Be adi köpekler, hani nerde barış ve demokrasi? Yedi yıldır aklınız nerede?(Adi köpekler derken bu şu an bu mesajı yazmakta olduğum bu sitedeki arkadaşları kastetmediğimi herhalde anlamışsınızdır!). Şimdi, görülüyor ki birileri dünyanın tüm zenginliklerini kendinde toplama peşinde! Bu nedenledir ki kendisini haklı çıkaracak ideolojik fikirleri desteklecektir ve devam ettirecektir tabi! Sizin de dediniz gibi sözde bu Evrim teorisi modern bir bulgu değildir. Kökeni Eski Mısır’a, Antik Yunan’a dayanmaktadır! Anixemes, Aristo… gibi. Ve pagan inanışların yani maddeci anlayışın bir ürünüdür. Maddenin ezeli ve ebedi olduğunu kaul eder! E, doğaldır ki Allah’ı inkar eder. Siz de evrimin Allah’ı inkar etmediğini zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Neyse, sonuç olarak da böyle bir teoriyle insanın maymundan,bir hayvandan) evrimleştiğini söyler! Ve onlara göre insan için hiçbir ahlaki değer ve sorumluluk yoktur. İnsan hiçbir varlığa karşı sorumlu değildir. Ve insan sözümona atalarından gelen etki ve kalıtımla saldırgandır ve şiddet uygulaması doğaldır. Hepimiz biliyoruz ki, doğadaki canlılarda şiddet zannedilen şey şiddet değildir. Doğanın kanunlarıdır! Doğada sadece av-avcı ilişkisi vardır.Bu da dünyadaki canlı yaşamındaki dengeyi sağlar! Evet insan birçok şeye olduğu gibi şiddete de meyilli bir varlıktır. Ama şiddet uygulama meyili tamamen psikolojiktir, atalarından gelmez! Biyolojik evrimi destekleyenler ne yazık ki bunu bir türlü algılayamayanlardır. Ve “güçlüler güçsüzleri ezer” prensibi evrim denen saçmalığın doğal seleksiyon mekanizmasına çok uyuyor! Nüfus planlaması yapıp dünya nüfusunu sabitlaemeye çalışmdaıkları içindir ki dünyanın nüfusu sürekli artıyor. Bu nedenledir ki sözümona o güçlüler diğerlerini elemelidir. Yok etmelidir ki kendileri devam edebilsin ve yine sözümona ayıklanmasınlar! Örneğin, cinsel özgürlük olayı. Bu da sözümona atalarımızdan kalıyormuş. Ama hala görmezden geliyorlar. O atalarımız sandıkları bizden bağımsız varolan ve yaratılmış canlılardır! Cinsel özgürlük insan için ahlaksızlıktır! Bunun da kimse aksini iddia etmeye kalkmasın! Ayrıca cinselliğin bastırılmaya çalışıldığı falan da yok. O yalanı da uyduranlara ve çelişki yaratanlara dikkat edin lütfen! Onlar, ya onlardandır ya da ayakta uyuyanlardır. İnsan, eğitimi iyi olduğu sürece(En başta aile eiğtimi olmak üzere ki sonrasında da okuldaki eğitim gelir) böyle sapkınlıklar peşinde koşmaz! Cinsel özgürlük çığırtkanlığı madde bağımlılığından kaynaklanır. Uyuşturucu gibi, alkol gibi… Cinsellik, yalnızca iki evli çift arasında yaşanması gereken bir olaydır. Ve asıl amacı da üremek ve soyu devam ettirmektir! Evet arkadaşlar, cinsel ilişkiy(birleşme) sadece maddi haz verir bu da olaması gerekendir. Ama bunu maddi hazza indirgeyip bazı ülkelerdeki belli bir dozaja kadar da olsa uyuşturucu kullanımının serbest bırakılması gibi serbestleştirmeye çalışanlara dikkat edin! Cinsel özgürlüğün neleri yıkıma uğrattığını biz örneklerden çok iyi biliyoruz! Bu nedenlerledir ki evrim teorisi ideolojiktir! Yeryüzünde cenneti yaratmaya çalışanlara dikkat edin! Nasıl yaşantılar sürdürdüklerine de dikkat edin. Onlar, elbette ki sizden gerçekleri saklayacaklardır! Dünyada olup bitenleri yakından takip edin! Lütfen önyargılı olmayın! Ki gördüğüm kadarıyla bir kısmınız zaten öyargılı değilsiniz.
hey maşallah!
Ha, bu arada bazı evrimbilimcilerin sahtekarlıklarını da çok iyi biliyoruz. Piltdown adamı gibi. Sözde kuşların atası sürüngenler gibi. Bilim tarihinden de biliyoruz ki bu sahtekarlıklar ve skandallar tek tek ortaya çıktı.
Einstein’e hayır mı? Yazık…
Pardon yanlış okudum. Değiştiriyorum. Yav etnisite nedir? Ha etnik köken mi? Yapmayın yav objektif olun. Ve objektif olacağız tabii ama gerçekleri de görmezden gelmeyeceğiz. Bizim için kimsenin etnik kökeni önemli değildir. Çerkezi de, Rum’u da, Kürt’ü de, Hristiyanı da, Musevisi de(ki bu ikisi etnik köken değil ilahi dinlerdir), İngilizi de, Rus’u da, Amerikalısı da, Çinlisi de, Japonu da bizim kardeşimizdir. Birilerine ve yanlış ideolojilere hizmet ediyor olmamak şartıyla tabii! Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün de dediği gibi her türlü şahsi fikre saygılıyız. Da, yine ideolojik değilse ve gerçekten o şahsa aitse! Şimdi, etnisite derseniz ayıplarım sizi!
buyur!
bu denli saçma sapan ezbere yazılmış cümlelerden sonra;(yetmiyor insanların dini inançlarını kullanmanız)Mustafa Kemal ATATÜRK ismini kullanmanız inanın çok üzücü.Atatürk zihniyetinde;“sırf dini görüşlerin yorumların inandırıcılığı zedelenir paranoyası içinde onun bunun bilimsel kitaplarını sitelerini yasaklayalım” komedisi barınabilir mi?niye yazıyorsunuz? yoruluyorsunuz?link verseniz daha etkileyici daha kolay olmaz mı?Sizin gibilerin yüzünden Türkçe sayfalarda evrim adına bilimsel veri bulunamıyor.Ofis sistemi aylıklı çalıştığınızı düşünüyorum artık.Hergün arıyor buluyor sözüm ona hocanız gibi çok ve boş konuşup çürüttüğünüzü sanıyorsunuz. Ne yazık başarılı oluyorsunuz kendinizce…Bilim adına anlaşılabilecek kadar özet bilgi bloglarının altına bile siyaset, inanç, allah, kitap, ego, tarikat karıştıran insanoğlu,ne objektif olalım ne de gerçekçi olalım.Eğer önce onurlu olamıyorsak…
MASSAY, boşa yormayınız kendinizi.anlamak herkese göre değil.
Massay arkadaşım, benim amacım kimseyi suçlamak falan değil. Zaten bu tür mesajları da alacağımı gayet iyi biliyordum aslında. Bu arada benim bir hocam falan da yok. Araştırmalarımı bir çok siteden ve farklı kişilerden ve farklı kaynaklardan da yaparım. Yazdığım cümlelerin hiçbirisi emin olun ki ezber değildir. İnsanların dini inançlarını kullandığım falan da yok. Hayatım boyunca böyle bir saçmalık da yapmadım. İnsanların dini inançlarını kullanıp onlara neler neler yapanları görüyoruz. Siz de bunları görmezden gelemezsiniz herhalde! Neyse, kendime Hoca bellediğimi zannettiğiniz kişi bir İslam ve Allah inancı savunucusudur. Bunun da kimseye zararı yoktur, kaldı ki. Ve ben de bir Makine Mühendisliği öğrencisiyim. Ben bu evrim teorisini çürüttüğümü falan söylemiyorum. Ama yanlışlıklarını bir türlü tam anlamıyla göremeyip fazla sorgulamadan kabul ediyorsunuz evrimi. Sonuç olarak da teorinin hataları bir türlü anlaşılamıyor. Kaldı ki Charles Darwin de “Türlerin Kökeni” adlı kitabının sonunda teorinin açmazlarından bahsetmiştir. Şimdi hangi paleontolojik bulguyu ve arkeolojik bulguyu evrime dayanak gibi gösteriyorsunuz merak ediyorum. Gerçek kanıtları olmayan bir teori, kanıtlar bulunamamaya devam ederse çökmeye mahkumdur! Bunu da unutmayın. Canlılar arası benzerlikler(moleküler ve genetik düzeyde de) asla kanıt olarak gösterilmeye çalışılmamalıdır. Evet bugün evrim teorisi devam ettiriliyor. Ama baya bir sallantıda. Bilim insanları evrimi kanıtlar ışığında sorgulamaya devam ediyor. Bu arada, evrimle ilgili siteler yasaklansın, kapatılsın falan da demedim ayrıca. Her türlü bilimsel teori ve görüşe ve de farklı görüşe saygılıyımdır. Evrim Teorisinin ayrıntılarını da bilimsel anlamda hocam zannettiğiniz kişiden bağımsız olarak gayet iyi bilmekteyim. Dawkins’in gözün evrimiyle ilgili getirmeye çalıştığı açıklamayı da gayet iyi okudum. Hatta şunu derim: evrimle ilgili siteler, yayınlar asla yasaklanmasın ki insanlar onu da okuyup bir karşılaştırma olanağı bulsun ve varsa içinde saçmalıklar, hataları kendi gözleriyle görsün. Ama evrimi ideolojik bir şekilde savunan bazı yayınlar da yasaklanır tabii. Kardeşim bi de demişsin ki bilim adına anlaşılabilecek bilgi bloglarının bile altına siyaset, inanç, ego, tarikat karıştırıyorsunuz. Ben bir tarikat mensubu falan değilim. Burada egolarımı da tatmin etmeye çalışmıyorum. Egolarım için de hiç bir zaman emek ve zaman harcamam. Kaldı ki pek egolarım falan da yoktur. Ben ise bu yazımı yazarken baya bir zaman harcadım. Bilimi siyasetle harmanlayan ben değil, bazı amaçlara hizmet edenlerdir. Bu amaçlar uğruna bilim, birileri(bazı siyasiler, devlet adamları, küresel aktörler,hatta bazı bilim adamları) tarafından kullanılıyor. Bunu görmek gerekir! Şimdi, Allah inancına göre de Allah bizi ve yaşadığımız evreni yarattığına göre inancı ve Allah’ı nasıl ondan bağımsız tutabiliriz? Yoksa Allah diye inandığımız varlık(yine kendisini bunun dışında tutarım) bir hurafe midir yani? Allah(c.c.) tabii ki delillerle ispatlanabilir. Bu arada, “Atatürk zihniyetinde” derken neyi kastettiğinizi anlayamadım! Bu Atatürk’e bir hakaret midir? Yazınızın sonunda önce onurlu olalım demişsiniz. Valla, gayet onurlu bir Türk vatandaşıyım. Ve sonuç olarak objektif ve de gerçekçi olmaya çalışırım tabi. Yine de bunu bir hakaret olarak almak istemiyorum. Ve evet, her zaman çoban başka kaval başka çalacak. Birileri doğru dayanaklar bulamadıkça hikayeler uydurmaya devam edecek… Evet Mofrik arkadaşın da dediği gibi anlamak herkese göre değil. Ama herkes yiyi bir eğitim sonucunda anlar hale gelir. Sanırım ben de kendimi boşa yoruyorum. Zaman herşeyi gösterecek. Saygılarımla.
çok uzun ahkam yazanlardan devlet vergi alacakmış, söyliyim..