Bu yazı, 14 Haziran’da yazmış olduğum “Ben de bir tur binebilir miyim?” başlıklı blogumdaki umudun, provasını anlatmaktadır. Pruva da “teknenin önü” demektir.Kadim dostum Şadi ile birlikte 3 senelik bir uğraşın sonucu inşa ettiğimiz 9.20 metrelik ahşap yelkenimizi geçen yıl Marmara’da test etmiş, kendi ürünümüz üzerindeki eksikleri tamamlamış, hataları düzeltmiştik. Denizleri üzmek istemem ama maalesef Marmara bizim gibi Ege ve Akdeniz’de büyümüşler için sadece bakıp bakıp gerçek denizlerin rengini özlediğimiz çırpıntılı, bulanık su…Yelkenlimiz Marmara’da rüştünü ispatladıktan sonra onu gerçek denizlerle tanıştırmanın zamanı gelmişti. Zaten biz de üç senedir tersane, sanayi, marangoz, motor ustası, terzi, aktar döndür dolanıp duruyor ve ürünümüz, teknemizle kendimizi rüzgâra bırakmayı umutla bekliyorduk.En son hazırlıkları da tamamlayıp, 20 Temmuz günü denizcilik teamüllerine akşama doğru yola çıkmak biraz ters de olsa havanın uygun olduğunu görerek Ataköy’den demir aldık. Amacımız yaklaşık 500 deniz mili (900 küsur kilometre) ötedeki Bodrum sahillerine günde ortalama 80-100 mil yol alarak 5-6 günde varmaktı.Büyükçekmece açıklarına kadar motorumuzu, yelkenlerimizi son bir testten geçirdik ve ilk sorunumuzla karşılaştık. Marmara bir yıldır sudan çıkmayan teknemizin altını sırça, yosun ve midyesiyle kaplamıştı. Normalinde motorla orta devirde 8-9 mil yol alan teknemiz, aynı yolla 4-5 mil ancak yapabiliyordu, yelkende de neredeyse yarı yarıya yol kaybı olacaktı tabii bu durum. Ancak artık yola çıkmıştık ve sorunun çaresine yolda bakmaya karar verdik. Saat 22.00 sularında dümeni Büyükçekmece açıklarından ilk hedefimiz Avşa’ya kırdığımda bu hızla ve iki gündür süren hazırlık, alışveriş yorgunluğuyla neredeyse tüm Marmara’yı geçmenin zor olacağını elbette biliyordum.Tüm gece yol alacağımız için saat 2.00’dan sonra nöbetleşe dümen tutmaya karar verdik. İlk nöbeti Şadi aldı ve ben de 3 saat sonra dümene geçmek üzere kamaranın yolunu tuttum. Ne kadar uyudum tam bilmiyorum ama yataktan düşerek uyandığımda hala karanlıktı… Marmara hafiften kudurmuş ve ters gelen bir dalgayla tekne fena savrulmuş, ben de yataktan yere uçmuştum. Yola çıkmadan tüm hava raporlarını en ince ayrıntısına kadar incelemiştim ve böyle bir havayı, hiç tahmin etmiyordu meteorologlar. Sabaha kadar çalkalana çalkalana yol aldık. Ortalama 1 metre boyundaki bu dalgalar çok tedirgin edici olmasa da ani ve nereden geldiği belli olmayanları tekneyi beşik gibi sallıyordu. Günün ilk ışıklarıyla Marmara adasının burnunu dönüp Avşa’nın siluetini gördüğümüzde yalpadan da kurtulduk. Bütün gecenin yorgunluğu üzerine deniz durulunca, yelkenleri basıp tekneyi rüzgâra emanet ettik. İyi bir kahvaltıyı hak etmiştik.Bu yavaşlıkla ancak 11.00 gibi Avşa’ya demirleyebildik, acilen teknenin altındaki yaşam formlarından kurtulmamız gerekiyordu. Biraz dinlenip, yemek yedikten sonra, hemen bir Internet cafe’ye girip seyir ve oşinografi dairesinden denizlerimizde durumu okudum. Yola çıkmıştık artık ve fakat hava da tamamen mevsim normallerinin dışına çıkıvermişti birden! Birkaç saat sonra başlayacak olan fırtınamsı rüzgârın (denizcilikte aşağı yukarı 7 bofor olarak geçer – ortalama 50 km/saat-) ve 2 metre boyundaki dalgaların, önümüzdeki 3 gün devam edeceği tahminini okuduğumda, bizim 5-6 günde Bodrum’a inme tahminimizin tıpkı hava tahminleri gibi tutmayacağını da anlamıştım. Gerçi Çanakkale Boğazı’na girdikten sonra bu rüzgârın orayı pek etkilemeyeceğini biliyordum ama boğaza nasıl girecektik bu havayla? Belki standart okyanus için inşa edilmiş mühendislik harikası yelkenlilerle bu risk alınabilir ve fakat bu tekne tamamen bizim tasarımımız ve daha sert denizdeki huyunu tam bilmiyoruz ki.Yapacak bir şey yok; Çanakkale Boğazı girişine sadece 12 mil olmasına rağmen bu geçişin 7 boforla çok riskli olabileceğini bilerek tekneyi rüzgâr almayacak bir koya çektik. Dalgıç takımlarımızı giyip elimizde spatulalarla teknenin altını kazımaya daldık. Sert kabukluların ellerimizi çizeceğini bildiğimiz için giydiğimiz eldivenler bile parçalandı kazıma işlemi sırasında. Ellerimizin bir sürü yerden kesildiğini suda süratle çalışırken pek fark edemedik. Uzun kazıma seansları sonunda, fena sızlayan ellerimizle kaldırdığımız birkaç biranın ardına yorgunluktan birer köşede sızıverdik.Ertesi gün uyandığımızda bulunduğumuz sığınaklı koyda bile fırtına etkisini iyiden iyiye gösteriyordu. Tekneyi sağlama alıp şehre indik, tüm gün Avşa’da vakit geçirip Çanakkale Boğazı’na girmemize müsaade edecek kadar, yani 2-3 saat bir durulma olması umuduyla devamlı hava durumunu kontrol ettik. Maalesef raporlar bize pek şans tanımıyordu. Tabii, raporlar dışında yöre balıkçılarıyla da konuşup fikir almayı ihmal etmedik. Hepsi bu geçişi bu havada çok riskli buluyordu, zira koca feribotlar bile seferlerini iptal etmişti. Biz sonuçta küçük bir kayığız yanlarında… “ Boş ver yat dinlen” denilebilir ama bir amaç ve sizi bekleyen onca mil olunca, böyle beklemek oldukça sıkıcı oluyor.Sonraki gün hava durumuna bakınca artık cidden canım sıkıldı, aynı havanın hala 3 gün devam edeceğini söylüyorlardı. Saat saat incelemeye başladım ve o gece, gece yarısından sonra havanın birkaç saatliğine durulacağı görülüyordu raporda. Evet, bu aralığı değerlendirip boğaza girmeliydik.Gerçekten de gece yarısından hemen sonra rüzgâr aniden hafiflemeye başladı, bravo oşinografi! Aldık mı demiri, bastık mı marşa. İstikamet Marmara’nın Çanakkale boğazına girişte Anadolu yakası köşesi olan Cendere Burnu, burnu döndük mü fırtınaya elveda…Tabii dönebilirsen! Tam yolun ortasında fırtınamız geri geldi, hem de ne geliş. Birkaç dakika içinde dalga boyu 2 metreyi aştı sanırım. Saatte 50 km civarında esen rüzgârla birlikte sancak sağ omuzluktan (sancak=sağ tabii) gelen dalgalar teknenin başından girip kıçından çıkmaya başladı. Teknenin burnu havalandıkça rüzgâr bastırıyor, bastırdıkça tekne yana yatıyordu, dümen tutmakta oldukça zorlanıyordum, tüm dalgaları hissedip onların oyununa katılmak zorundaydım. Onların isteği dışında küçük bir dümen hareketi bile anında alabora olmamıza neden olabilirdi kolaylıkla. Bu kısa durulmalardan sonra bir öncekinden daha sert bir havanın gelmesi, denizcilerin iyi bildiği bir durumdur. “Üstüne koyup da geldi” derler buna. Üstüne koyup da gelmişti cidden…Ay yoktu, zifiri karanlıkta 3 metreye yaklaşan dalgaların bizi sürüklediği yöne dümen kırmak zorunda kaldık. Bu fırtınada yapılacak tek şey dalgaları ya tam önünüze ya da tam arkanıza almaktır. Yandan gelen bir dalga kolaylıkla sizi denizle kucaklaştırabilir zira. Dalgalar tarafından Avşa iskelemizde (iskele de sol tabii), Cendere Burnu sancağımızda Marmara’nın dibine doğru bata çıka sürüklenmeye başladık. Ne tarafa baksan sadece kudurmuş, köpük köpük dalgalar vardı. Her biri teknenin yüksekliğinin 3-5 misli dalgalar… Ben dümende sırılsıklam, suratıma vuran dalgalarla cayır cayır yanan gözlerimi açık tutmaya çalışarak tekneyi kontrol etmeye çalışırken Şadi, makine dairesine girmeye başlayan suları engellemek için kapağına havlular sıkıştırıyordu… Motora bir şey olursa işimizin bittiğini ikimiz de iyi biliyorduk. Kamaralarda durum daha da beterdi, bulunduğum yerden yediğimiz her dalgada içerdeki tüm eşyaların havalandığını, tabakların, bardakların sağa sola çarpıp kırıldığını görebiliyordum.Hiç rotamızda olmadığı için nereye gittiğimizi de bilmiyorduk ama acilen sığınacak bir yer bulmak zorundaydık. Harita açmak imkânsız olduğundan GPS’ ten birkaç mil ötemizde arkasına sığınılabilecek bir burun olduğunu tespit ettim ama dalgalar bizi oradan da aşağı çekiyordu ve ben, teknenin burnunu bir santim bile o tarafa çeviremiyordum. O açıyla aşağı indikçe dalgalar arkamızdan geldiği için kıyı şeridine doğru daha da patlamaya başladılar. İnebildiğim kadar inip başka çarem olmadığından motora tam yol verip küçük bir dalga boşluğunu yakalayarak, tekneyi tam aksi istikamete çevirdim ve dalgaları önüme aldım. GPS’e göre şimdi o sığınılacak burun tam karşımdaydı. Sanırım yarım saat kadar sonra adını bilmediğim burun, dalgaları kesmeye başlayınca tekne de sakinleşti. Ne kadar sustuk bilmiyorum ama dalgalar kesilince Cendere Burnu’nun 10 mil kadar aşağısında olduğumuzu fark ettim.3-4 mil uzağımızda ışıklar görünüyordu, bir kasaba. Haritadan hemen baktı Şadi sığınacağımız bu kasabanın adını okudu, “Karabiga”. Ben, kara kara Şadi’ye baktım…Bir saat kadar sonra Karabiga’nın beyaz taşlı limanında üzerimizdeki fırtınanın tuzlarına aldırış etmeden uyuyakaldık.Karabiga, İstanbul’a göre Marmara’nın tam karşı çaprazında iki-üç bin nüfuslu küçük bir belde. Bol balıkçılı. Devrisi sabah biz de çektik tekneyi balıkçıların yanına. Adını hiç duymamıştım buranın ve hatta sanırım böyle bir mecburiyet olmasa yolum da asla düşmezdi. Sokaklarında yarı terk edilmişlik hissi olan, tek bir bankanın bile şubesinin bulunmadığı, yaş ortalaması 60’ın üzerinde bir kasaba. Esnafına “kredi kartı” diyince, esnafın size bakışından tekneyle değil de zaman makinesiyle gelmişsiniz hissine kapılıyorsunuz burada.Balıkçılar dedik. Balıkçılık bana hep çok edebi gelmiştir. Hayattaki tüm hırslarımdan arındığımda ya da bir gün her şeyimi kaybedersem koşup yapacağım meslek gözüyle bakarım. Öyle trollerle, büyük ağlarla değil ama. Kendi küçük kayığımla geçineceğim kadarını tutarak. Balıkçı kahvelerinde ağ örüp, tüm bir edebiyat tarihini okuyup, yaşlanarak. Bu kendime biçtiğim balıkçılık modeli tabii. Yanımızdaki balıkçı teknesi ise tüm bu hayalleri bertaraf eden cinstendi. Radarından, balık bulucusuna kadar tüm teknolojik olanakları kullanan dört kafadar balıkçıdan kurulu tayfa, hiç kimsenin cesaret edip çıkamadığı o havada balığa çıkıp, saatlerce dalgalarla boğuşup ağ atıyor ve tek çıkan balıkçı oldukları için de balığın kasasına normal zamandakinin 4 misline alıcı buluyorlardı. Ölümle dalga geçiyorlardı düpedüz… Karabiga’da iki gün mahsur kaldık, bir daha aynı fırtınayı göze alamazdık. Bu iki gün içinde, o dört kafadar balıkçıyla çok hoş sohbetlerimiz oldu. Gerçekten balıkçılık ve deniz hakkında çok güzel bilgiler aldık onlardan ve iki gün de, teknemizi balıkla doldurdular. Belli ki bozulmadan saklayabilirsek, yol boyunca balık yiyeceğiz…Havanın biraz hafiflemesini fırsat bilip, balıkçıların selamet temennilerini de yanımıza alarak Karabiga’yı dümen suyumuzda bıraktık. O gece geçemediğimiz Cendere Burnu’nu bizi dakikalarca takip eden iki yunus eşliğinde geçip, Çanakkale Boğazı’ndan içeri süzüldük. Yelkenler fora…Altını temizlediğimiz teknemiz, arkamızdan gelen akıntının desteği ve rüzgârın marifetiyle Çanakkale’ye süzülürken, biz bu keyifli etabın tadını çıkarıyor, buz gibi biralarımızı yudumluyor, etrafımızdan sıçrayan yeni bir yunus sürüsünün gülümseyişine eşlik ediyorduk. Bir denizi ardımızda bırakmıştık, denizden dayak yiyerek de olsa…Çanakkale’ye vardığımızda akşam olmuştu ve rüzgâr bize yine sertleşecek bir havayı işaret etmeye başlamıştı. Çanakkale limanında alargada (tekneyi arkadan bir yere bağlamadan sadece demirle açıkta durmak) durduk. Balıkçılardan aldığımız sardalye ile yaptığım nefis sardalye köftesini bir şişe şaraba yoldaş ettikten sonra bütün gün yolculuk, güneş ve alkolden yumuşamış bedenleri uykuya bıraktık.Sabah uyandığımda rüzgârdan direğin telleri uğulduyordu. Fırtına yerimizi tespit etmiş, üzerimize yeniden gelmişti işte! Tekneyi temizleyip kahvaltı yaptıktan sonra belki limandaki binalardan birinden kablosuz net çeker umuduyla laptop’u açtım ve evet bir adet yakaladım. Hemen hava durumuna baktım elbette. Hiç iç açıcı görünmüyordu. Marmara’yı bitirmiştik, artık Ege raporları ilgi alanımızdı ve Ege açıklarda fırtınamsı rüzgâr gösteriyordu. Çok zaman kaybetmiştik, “Ege’nin açığına çıkmayız” diyerek 5 bofor (30 km/saat) civarında bir rüzgârla Çanakkale’yi terk ettik. Niyetimiz boğazı bitirip Ege’ye girdikten sonra kıyıdan yol alıp, hava daha da sertleşirse gece olmadan sığınacak bir yer bulacak şekilde yol almaktı.Bu sularda seyrederken insan 1915 yılını düşünmeden edemiyor. Düşüneceğin yoksa bile önündeki GPS, geçtiğin yerlerdeki onlarca batığı gözüne sokuyor. Çanakkale’de dağın üzerinde “Dur yolcu! Bilmeden gelip bastığın bu toprak, bir devrin battığı yerdir” yazıyor. Sadece toprak değil, üzerinden geçtiğimiz bu sulara gömülüp giden nice hayatlar da var… Bunları düşünürken geçildi tarafımızdan Çanakkale, kızıl göründü gözüme. Ege’ye döner dönmez deniz de maviye döndü…Aslında geceyi Bozcaada’da geçirmeye niyetliydim ama Bozcaada civarına vardığımızda hava halen yol almaya müsait, gün ışığı en az 4-5 saat daha seyrimizi aydınlatacak durumdaydı. Ayrıca Bozcaada’ya kadar açılmak bile gereksiz yere fırtınaya yaklaşmak olabilirdi. Devam ettik. Gece olmadan Ayvalık Körfezi’nin başlangıcı olan Baba Burnu’nu (Babakale) dönersek, kendimizi körfezin korunaklı sularında daha rahat hissedeceğimizi biliyorduk.Hava kararmaya yakınken, Baba Burnu’na 10 mil kadar kala, deniz yine aniden bozulmaya başladı. Burnu dönmeyi becersek hiç sorun olmayacaktı, biliyorduk ama acil bir karar vermemiz gerekiyordu. Hemen GPS’ ten sığınacak bir yer aradım, varsa zorlamayalım diye. Açığından geçtiğimiz koyun dibinde tepeleri rüzgârı kesecek konumda olan bir bölüm tespit ettim ve süratle dümeni o yöne kırdık. İyi ki de kırdık tabii! Beş mil kadar açıktaydık ve içeri, rüzgârla dalgayı almayan bölgeye girene kadar yine baştan ayağa sırılsıklam olmuş, denize bulanmıştık.Sığındığımız koyda rüzgâr halen sertti ama kara tarafından estiği için içeri girdikçe dalgalar küçülüyor, deniz sakinleşiyordu. Bu nedenle, GPS’ ten sığlıkları tespit edip girebildiğim kadar içeri, kıyıya girmeye çalıştım. GPS’i ilk kez bir seyirde kullanıyorum, eskiden harita cetvel, pergel, pusula kullanarak seyir yapardık, şimdi GPS hepsini iptal ettiği gibi uydudan neredeyse tam olarak teknenin gidiş yolunu, konumunu gösterdiği için, mucizevî bulduğum bir aygıt açıkçası. Yine de sonuçta elektronik alet diye gerekli bulduğum her yerde eski yöntemlere başvurmayı hiç aksatmıyorum. Bir de haritaya cetveli koyup, enlem, boylam, derece tespit ederek konum belirlemek insana daha bir kaptan havası veriyor. Gazeteyi netten değil de kâğıt baskıdan okumanın farklı tadı gibi bir şey.Ve GPS yanıldı… Teknolojik aygıt bu koyda bulunduğumuz en sığ yerin 5 metre olduğunu gösterirken, su kesimi (teknenin suyun içinde kalan bölümü) 1.70 olan teknemiz dibe vurdu… Koyun biraz daha açığına sığlıklara gözümüzün gördüğü kadar da dikkat ederek çıkıp demirledik. Dibe vuruştan oluşan bir sorun var mı diye kontrol ettik. Bir sorun göremeyince, dibin kayalık olmadığı, yosun olduğuna kanaat getirip akşam yemeği konservelerimizi kapaklarını kopartarak açıp, yedik…Bulunduğumuz koyda 8-10 haneli köyümsü bir yerleşim vardı ama ne GPS ne de harita bu köyü gösteriyor. Yine bilmediğimiz bir yere mecburi giriş yapmıştık, köyün adını biz koyduk. Uyumadan az önce haritaya keçeli kalemle “Yenikarabiga” yazdım…Yine oldukça sert bir rüzgârla uyandık. Koydan çıkıp dalgaların durumuna bakmaya karar verdik. Dalgalar açıldıkça büyüyordu ama önce dalgaları önümüzden alarak açılıp, tam burnu dönebileceğimiz açıdan arkamıza almaya ve bu geçişi hava kötü de olsa tamamlamaya karar verdik. 3 saat kadar süren oldukça sert bir seyirden sonra burnu döndük. Bu sertlik bizi çok da üzmedi zira Karabiga gecesini yaşamış adamlardık artık!Burnu döner dönmez, her şey birden değişti. Sanki başka bir iklime, farklı bir denize gelmiştik. “Çarşaf gibi deniz” tanımını sanırım o görüntüden daha iyi anlatacak bir şey yoktur. Yağmurlukları çıkartıp, güneş yağı süründük… Babakale’ye de uğramak istiyordum ama yola 5.00 gibi çıktığımızdan saat daha çok erkendi ve bu denizde tüm gün uzun bir yol alma şansımız vardı, devam ettik. Kötü tarafı hiç rüzgâr olmaması nedeniyle yelken açamıyor oluşumuzdu ve tabii kavruluyorduk. Seyir halinde hazırladığımız müthiş kahvaltı keyfimize keyif kattı.Yeri gelmişken seyir halinde yemek cidden sorun oluyor. Fırtınayı yolculuğumuza arkadaş ettiğimiz için hep yalpa, hep sallanma, hep serpinti ve tabii bu hallerde yemek pişirmek imkânsız. Bu durumlar için yanımıza aldığımız konserveleri de baya tükettik. Zaten bir kısmı cidden kötüydü, açıkçası favorim hep Yurt Konserve’nin barbunya pilakisi oldu. Madem beğendim reklâmını yapmamda da sorun yoktur sanırım. Lakin sıkça konserve de daimi güneş ve denizi yiyen bünyede gayet yetersiz bir beslenme biçimi. Kısacası bu yolculukta yemek pişirebiliyor olmak, domatesin, salatalığın kabuğunu soyup, peyniri tabakla servis ederek, yanına sosis, sucuklu yumurta yapabiliyor olmak büyük keyif ve lüks…Suyumuz, ekmeğimiz ve biramız azaldığı için ve neredeyse yolumuzun üzerinde olduğu için Assos’a uğrayıp süratle alışveriş yaparak devam etmeye karar verdik. Daha önce 2 defa karadan geldiğim bu şirin ufak tatil beldesinin, minyatür limanına denizden gelip giriyor olmak gerçekten çok hoşuma gitti. Assos denizden bakınca çok daha şirinmiş meğer.Marketi olmayan Assos’un büfesinden fahiş fiyata idare edecek kadar erzak aldık ve 1 saat içinde demiri kaldırıp, Ayvalık Körfezi’nin diğer ucu olan, İzmir’in hemen yukarısındaki Çandarlı Burnu’na rota sabitledik.Deniz de çok müsait olduğundan Yunan karasularına (Midilli, nam-ı Yunan Lesbos) girerek direkt bir rota çizdik, bu direkt rota bile yaklaşık 40 mil civarı. Sancak’ta Midilli, iskelede Ayvalık, pruvada (bu da teknenin önü oluyor) Çandarlı, elde bira, biraz tadını çıkaralım değil mi?Bu seyir sırasında yerimden sadece dolaptan bir şeyler almaya ve bir de Yunan bayrağı çekip indirmeye kalktım. Gece çökmeye yakın burna yaklaştığımızda tüm vücudum ateş rengi olmuş ve alev saçıyordu…Çandarlı’ya dönmedik, yolu uzatmak olacaktı, ancak girdiğimiz yerde mazot ve kumanya bulmalıydık. Eğer ertesi gün de böyle rüzgârsız olursa ve yelkenle yol alamazsak, 6. günümüzün varış noktası olarak planladığımız Çeşme’ye, kalan mazotumuz bizi götürmeyebilirdi. GPS ve haritadan kontrolle burnun hemen 3 mil doğusunda doğal bir limanı olduğunu görebildiğim Bademli’ye girmeye karar verdik.Doğa gerçekten Bademli’ye bir liman yapmış, hatta denizden küçücük girişi olan bir göl hediye etmiş. Çok sakin ve huzurlu görünen bir köy. İyi güzel de köyde benzin istasyonu yok!Yine balıkçılara soruldu tabii. Balıkçı enformasyonuyla bir telefon numarası çevrildi, bir taksi çağırıldı, diğer köyün bakkalına gidilip “Mazot var mı amca?” diye soruldu. Eskiden kapı kapı dolaşıp süt satanlar vardı. Onların metal, bir litrelik bakraçları olurdu. İşte aynen onlardan birini kapan bakkal amca “Var evladım” dedi ve köşedeki varile seğirtirken “Kaç litre?” diye sordu. “20 litre amca, kaymak yapmaz di mi?” …Tabii, yine doğru dürüst bir kumanya alışverişi yapamadık. Neyse ki benzin istasyonlu bakkal amcadan fahiş fiyata aldığımız mazot bizi Çeşme’ye atar. Bilmem ki, Çeşme’de medeniyet var diyorlar!Huzurlu Bademli koyunda, son kalan balıkları pişirirken, tenime bakıp balıklarla pişme kıvamı farkımız olmadığını gayet net görüyordum. Bol nemlendiricili uyudum o gece…Sabah yine kargalar kahvaltıdayken yola koyulduk. Önce İzmir Körfezi’nin ucu olan Karaburun’dan kıvrılacak ve oradan Çeşme Boğazı’nı müteakip, Çeşme marinasına demirleyecektik, plan buydu. Gayet tadında bir seyirle Karaburun’a yaklaşırken, denizin ortasında büyük olasılıkla Midilli’den İzmir’e seyahat etmekte olan bir çamaşır ipi pervanemize dolandı. Neyse ki Şadi ipi son anda görüp süratle beni uyardı ve ben de motoru boşladım. Yoksa oracıkta şanzımanı dağıtmak işten bile değildi.Hemen gözlüğü takıp, elde bıçakla suya atladım. Cidden baya bir dolanmıştı. Dolanmaktan oluşan kalınlığı bıçak zor kesiyordu ve ben sallantıdan tekne kafama vurmasın diye çırpındığımdan suyun altında zor kalıyordum. Bu arada, içinde olduğum dipsiz mavilik, sonsuza uzanıyordu. İnsanın içinin ürpermemesi gerçekten zor böyle bir durumda. Şadi’nin teknede köpekbalıklarına karşı etrafı kesiyor olması bir nebze güven hissi veriyor olsa da…15 dakika kadar sonra ipi tamamen temizlediğime emin olarak sudan çıktım. Şadi dümende, ben kurulanırken merakla suya atladığım yerin derinliğine GPS’ ten baktım… 357 metre yazıyordu…Turist çamaşır ipi dışında sorun yaşamadığımız etabımızın bitişini, Çeşme Marina’sında akşam gün batımına yakın bedene sel gibi akıttığımız duşla kutladık. Üzerine sıkı bir alışveriş yapıp diğer teknelerde mangal yakanlara özenerek mangalımızı teknenin yanına yakıverdik… Rakı’nın da eşlik ettiği bu sağlam ziyafetimiz sonunda bir de civardan kablosuz net yakalayınca, gözlerim kapanana kadar Internet’te dolandım… Internet ne acayip şeymiş…Sabah Kuşadası’na yelken açtık. Sanırım artık Poseidon, Neptun ve bilumum deniz tanrısı bizimle beraberdi. Harika bir yelken seyriyle plandan çok önce Kuşadası’na vardık. O geceki hava durumu biraz netameli göründüğünden, gece yol alma fikrinden çabucak vazgeçerek, Kuşadası Marina’ya demirledik. Sakin bir Kuşadası gecesinde fark ettiğimiz, Güney’e indikçe havanın boğuculuğunu artırdığı oldu. Yedinci günümüzdeydik. Yola çıkarkenki planımıza göre, dün Bodrum’da olmalıydık. Bu nedenle, sabah hava güzel olursa hiç durmadan Bodrum’a kadar gitmeye karar verdik.Yine güzel bir denize uyanıp, Kuşadası Limanı’na giren 5 direkli dev yolcu gemisindeki turistlerle el sallaşarak Samos Adası boğazına yollandık.Yunanlılarla bizim sorunumuz bitmez. Zira örneğin bu Samos Adası ile Türkiye arasında kıta sahanlığından bahsetmek bile çok acayip. Değil kıta sahanlığı, apartman sahanlığı bile girmez araya, o kadar yakın. En kısa geçiş rotasını çizdiğinizde, Samos’ta yolda yürüyen insanları gayet net görebiliyorsunuz.Tam bu geçişi tamamlarken, rüzgârın esişinde bir çelişki sezmeye başladım. Samos’un kestiği Kuzey-Kuzeydoğu rüzgârı karadan uzaklaştıkça bindirmeye başlamıştı. Düşündüğümüz rota Dalyan’a 15 mil kadar açıktan geçerek Didim’e dönen buruna ulaşmaktı. Rüzgâr bu kadarla kalacaksa sorun yoktu ama ya o açıklıktayken patlayıverirse yoldaş fırtınamız yine! Açığa doğru devam edip duruma bakmaya karar verdik.Aynı şiddette (5 bofor gibi) esen rüzgâr ve sancak baş omuzluktan aldığımız 1 metre civarındaki dalgalara gayet razı giderken, 4 mil kadar yol aldıktan sonra aniden yüklenmeye başladı hava. Çok kısa sürede 7 bofora kadar çıktı. Yine dalgalar üzerimizde patlıyordu. İki metreyi aşmışlardı. Süratle geri dönüp civarında hiçbir kasaba ve köyün olmadığını bildiğimiz dağlara doğru kırdık dümeni. O dağların bu kuzey rüzgârını kemesi gerekiyordu. Tam burundan dalgalara gire çıka az önce yarım saatte, sıcaktan bunalarak aldığımız yolu 2 saatte geri giderek ve sırılsıklam, yağmurlukların içinde üşüyerek geçebildik. Önünde küçük bir ada bulunan ıpıssız bir koya canımızı attık. Deniz bize “Bu kadar rahatlık yeter” demişti…Bütün günü ve geceyi bu inanılmaz sessiz ve insan eli değmemiş koyda üzerimize yağan rüzgâr ve yıldızlarla geçirdik…Dokuzuncu güne hiç de zorlanmadan saat 5’te, kurulmuş gibi kendiliğimden uyandım. Kamp, dağ, motosikletle uzun yol ya da bencileyin böyle deniz deneyimleri olanlar iyi bilirler; Vücut duruma birkaç gün içinde uyum sağlamaya başlıyor. Bende de artık sabah 5’te uyanmak günlük rutin olmuştu. Bir de özellikle bulunduğumuz o ıssız koy gibi yerlerde, gece hiçbir yerde görmediğim kadar gerçek oluyor. Işıksızlıktan patlayan yıldızlar, mutlak sessizlik, yalıtılmışlık, geç saatlere kadar uyanık kalmayı zorlaştırıyor. Okunacak iyi bir kitap ve iyi birkaç kadeh şarap, günün yorgunluğuyla birleşince uyku kaçınılmazlaşıyor. Erken saatte kalmak da kolay oluyor dolayısıyla.Plandan üç gün gerideydik, rüzgâr hala sert de olsa, hırsla demirimizi aldık. Bir gün önce devam edemediğimiz rotaya vurduk kendimizi. Gündoğumunda havanın düşmesini umut ederek, hala 1-1,5 metre olan dalgaları arkamıza aldık. Açıkların daha sert olduğunu bildiğimizden, kıyıya biraz daha yakın gidip, yolu uzatmayı da göze aldık.Bu yolculuk esnasında buraya kadar tanımladığım rüzgârlarla denizde daha önceki yıllarda az da olsa karşılaşmıştım. Fakat o gün, gündoğumuyla karşılaştığımız rüzgâr benim için bir ilkti… 8 – 9 boforda (75 – 85 km/saat) ilk kez deniz üzerindeydim ve karadan 5 mil kadar açılmıştık. Yine acil bir karala tam ters istikamete dönüp dalgaları burnumuzdan almaya başladık.Aslında dünyada açık denizlerde bile mevsimlerinin dışında çok sık rastlanmayan bir havadır bu. Okyanusta böyle bir havada kaldığınızda sığınacak bir yer bulmanız imkânsız olsa da, işiniz daha kolaydır, çünkü okyanus dalgaları çok daha büyüktür ancak uzun aralıklarla oluşur. Uzun aralıkları olan bu dalgalarda da tekneniz üzerlerinden ceviz kabuğu gibi yüzerek, inip çıkar. Ege gibi bir içdenizin bu mevsimde bize sunduğu dalgalar ise, çok sık aralıklarla üzerimize geliyordu. Biri, teknenin burnunu havaya kaldırırken daha inemeden bir diğeri yandan vuruyor ve teknenin başını rodeo boğası gibi tespit edilemez yönlere fırlatıyordu… Ve havaya kalkmış burna vuran sert rüzgâr serpintileri, dümen tutmayı olanaksız hale getiriyordu. Yelkeni basılmamış bir tekneyi rüzgârın nasıl yan yatırabileceğini o gün gördüm. Rüzgâr bazen küçük aralıklar veriyor ve aniden bindiriyordu olanca gücüyle. Sanki bir dev, tekrar tekrar nefes alıp bizi savurmak için olanca gücüyle üfleyip duruyordu tüm ciğerlerindeki nefesi üzerimize. Ani serpintilerde teknenin güvertesi denizle bir oluyor içeriye durmadan su giriyordu… Motor bu durumlarda mümkün olduğunca ağır, dümen tutulabilecek kadar yol verilerek ilerlenir. Sürat burada da felakettir. Asıl neden, süratli giden bir tekne bu dalgalarda kolayca savrulabilir. Diğer neden ise çok yol verilmiş bir motorun fazla hararetle zorlanıp sorun çıkartarak, sizi tamamen kaderinize terk etmesi riskini azaltmaktır. Bu nedenle kulak devamlı motorda olmalıdır… Birden motordan patır patır sesler gelmeye başladı… İşte o an gerçekten fena panikledik ve korktuk… Tekne savruldukça artan sesler, aralıklarla sürüyordu. Göstergeleri tekrar tekrar kontrol ediyor ve anormalliği anlamaya çalışıyordum. “Güzel motor, benim tatlı Mitsubishi’m ne olur bizi burada terk etme… Söz sana bir daha bakkaldan mazot almayacağım!” …Ne kadar sonra anladık bilmiyorum ama bana günlerce sürdü gibi geliyor şimdi. Motordan gelen sesin kaynağını çözdük. Tekne savrulurken kıçı havaya kalkıyor ve pervaneyi su seviyesinin üzerine çıkarıyordu. Havada, boşlukta dönen pervane de işte öyle çok gürültülü, hiç duymadığım, patır patır bir ses çıkartıyordu…Bu rüzgâra karşı 5 mili 3 saat kadar zamanda aldık sanıyorum… Çok yüksek bir tepenin en dibine kadar yanaştığımızda bile rüzgâr azalmamıştı ama dalgalar gücünü yitirdiğinden rahatladık biraz. Körfezin daha içlerine bakınca, denizin renginden oraların daha rüzgârsız olduğu fark ediliyordu. İskelemizde kalan tepelerin dibinden hiç açılmadan, kayalıklara, sığlıklara çok dikkat ederek içeri doğru yol aldık. Dalyan’ı denizden ayıran sete kadar indiğimizde ne fırtına kalmıştı ne esinti… “Deniz insanı eğitir” derler ya, daha nasıl eğitsin ki!Dalyan kıyılarından pek ayrılmadan, içerden içeriden burna doğru yöneldik. Yediğimiz harika dayaktan sonra oralarda bir balıkçı sığınağında dinlenip, havanın kesinlikle düzeldiğine emin oluncaya kadar bekleyebilirdik elbet ama dayak arsızı olmak diye bir şey de var hayatta!Dalyan’a çok yakın geçmeyi hiç düşünmemiştim başta. Zira Dalyan’a akan derelerin taşıdığı alüvyonların oluşturduğu tepecikler, haritalarda ve GPS’te görülemiyor… Her an var olmadığı sanılan bir tepeciğe tekneyi oturtabilme riskini, fırtınaya tercih ederek burna kadar vardık…… Hava inanılmaz güzeldi artık ve yaşadıklarımız sadece birkaç saat gerideydi… Çok hoş bir yelken seyriyle akşama doğru Bodrum limanına vardık… Üç gün farkla amacımıza ulaşmıştık… Ahşap yelkenlimiz bu testi de başarıyla atlatmıştı sonunda…Her şey denize dâhil ve dair işte.Ertesi gün teknemizi temizleyip, Gökova’nın güvenli ve tanımsız mavi sularına yapacağımız bir sonraki seyahat için hazır hale getirdik. Şimdilik İstanbul’a dönme vaktiydi. Uçakla tam 9 günde geldiğimiz bu yolu 1 saatte geri döndük. Yolda görebildiğimiz kadarıyla Ege ve Marmara’yı sessizce seyrettik… Uçak inene kadar hiç konuşmadık ve sonra:- Seneye Kızıldeniz’e gider miyiz artık?- Ben Cebelitarık diyorum!Evet, sanırım kendimi karada gurbette hissediyorum…