Canla başla uğraştığın bir şeyin birdenbire bir sabun köpüğüne dönüşmesi gibi… Tamamen tesadüf eseri, bir şeyle burun buruna gelirsin mesela. Hayatının anlamını oluşturan o resmin büyük bir hızla renklerinden arındığını görmeye başlarsın. Karşında öyle bir gerçek vardır ki seni büyüleyen her şeyi fırlatır atar o resimden. “İyice bak bana!” der sanki. “Hiç benziyor muyum senin hayallerinin ürünü olan o zırvaya?”Akrabası o genç aracılığıyla o gerçeklerden biri de kendi renklerini çalıyordu tuvalinden. “Fırçayı, boyayı at gitsin, çünkü resmini çizmeye çalıştığın o yerde o renklerden hiçbiri yok.” diyerek.Oysa Eray hiç de hayallerini tuzla buz etmek gibi bir niyet gütmüyordu. Sadece yaşadığı yer hakkında küçük de olsa bir fikir vermek için, bazı ayrıntılar üzerinde duruyor, anlatımını renklendirmek dışında bir anlam yüklemiyordu onlara.Eğer her sözcüğünün, karşısında gözleri faltaşı gibi açılmış bu yeniyetme genç için ne kadar hayati bir öneme sahip olduğunu bilseydi, gerçek ne kadar soğuk olursa olsun bir şekilde üşütücü olmaktan kurtarabilirdi onu. Ama nerden bilsindi ki o gencin, anlattığı o yerle arasındaki yıllar evveline dayanan köprüyü?… Ve onca sıradanlığa ve saçmalığa o diziler ve filmlerdeki renkli yaşamlara günün birinde kendisinin de ulaşabileceği hayaliyle katlanabildiğini…?“Yere düşsen bakan olmaz.” demişti, kanıksamış olduğu bir şeyden söz etmenin rahatlığıyla… “Babası ölse oralı olmuyor adamlar. Birini tanıdım. Babası ölüm döşeğinde… İş yerinden neden izin alıp son günlerinde onun yanında olmadığını sormaya kalktım. Adam nerdeyse üzerime yürüyecekti. ‘Benim orada olmam neyi değiştirir ki? Yine ölmeyecek mi?’ demez mi?”Can’ın ondan da çok şaşırdığı, bu önüne serilen dünyada o filmlerdeki neşeli ailelerden eser olmamasıydı. Dev bir yetimhaneye dönderilmişti sanki o koca ülke… Özgürlük heykelinin elindeki meşalenin simgelediğinden çok farklı bir özgürlük anlayışları olmalıydı. Filmlerde o dev kadına rastladığında, yüzündeki zafer ifadesinin gerçekte neyi temsil ettiğini kendisi ta buralardan fark edebiliyorken, ona bu kadar yakın olan o insanlar nasıl olur da göremezlerdi onu yaptıkları her şeyle sürekli bir karikatüre dönüştürdüklerini.Son günlerini bir hastane köşesinde yapayalnız geçiren o adamı düşündü. Onun genç ve sağlıklı olduğu zamanlardaki halini hayal etmeye zorladı kendini. Öyle bir adam çizmeliydi ki zihninde, yıllar sonra hayatı ailesinden uzakta, soğuk yüzlü bir hastane odasında öleceği o an’ı bekleyerek son bulsun. Neler yapmış olmalıydı ki böyle bir sona mahkum olmak için? Yoksa bu sorunun cevabı da o heykel kadının yüzündeki anlamda mı gizliydi? Daha doğrusu o adamın o anlamı, kendisini bir baba ya da ona sorumluluk yükleyen herhangi bir tanımdan kurtarmak adına ne derece çarpıttığında…?