Şu çok gelişmiş ülkelerden birinden gelmişti. Medeniyet, refah, adil gelir dağılımı kavramlarının havalarda uçuştuğu bir masal ülkesi… Peki neden yüzü yalanlıyordu geldiği yeri? Bir hayalet gibi varlıksız, en küçük bir boşluğu doldurmaktan korkarcasına süzülüp duruyordu aramızda.“Neden oturmuyorsun?” dedim. Oturup da varlığını hatırlatmaktan mı korkuyordu yoksa? Kahvaltı soframızın neşeli havasına uymayan bir şeyler olduğunu düşünüyordu belki de kendinde. “Lütfen otur!” dedim itiraza meydan vermeyen bir kesinlikle.Yanımdaki sandalyeye yaklaştı, her adımda uçuruma bir adım daha yaklaşmışçasına yavaşlayarak… Nihayet kendisini bekleyen değiştirilemez kaderle yüz yüze gelmişçesine sandalyenin yanına ulaştı ve kendisine çekerek hala son anda onu bu zulümden kurtaracak bir mucize beklercesine bir kaç saniye daha oyalandı. Nihayet oturduğundaysa onun kadar biz de inanamıyorduk, nasıl olup da son anda kaçmadığına.Sorulardan mı kaçıyordu? Yüzündeki bu bulutsuluğa neden olan şeyi sorgulayabileceğimizi nasıl düşünürdü? Geldiği ülkeyle özdeşleşen yüzlerden birine sahip olarak, sofradaki herkese durumuyla ilgili açık bir fikir veriyordu zaten. O yüzün nasıl o hale gelebileceğini televizyon izleyen herkes az çok bilirdi. Hollanda denince güzel kızlar, yel değirmenleri ve laleler gelirdi akla. Ama en az onlar kadar o ülkeyle özdeş bir şey daha vardı ki bu genç kızı, bir ailenin arasına giremeyecek kadar varlığından utanır hale getiriyordu.Üç dört sene önce yazlığa geldiğinde yanakları pembe pembe, mutfaktan balkona elinde tepsi bir şeyler taşıyıp dururken hatırlıyorum onu. O zaman da Hollanda’da yaşıyordu ama o ülkenin iç açan sembollerini hatırlatıyordu bize. Gözlerinin altı mor değildi böyle. Aksanı yüzümüze tatlı bir tebessüm kondurabiliyordu henüz… Şimdiyse herhangi bir kelimeyi bizden bir parça farklı kullanması bile kanı beynimize sıçratmaya yetiyor, yüzünün bu halinin sorumlusu olan şeyleri hatırlatıyordu bize. Bu yüzden onun konuşmaktaki bu isteksizliğinden hiç şikayetçi değildik.“Kardeşin nasıl?” dedim. 9 yaşında bir erkek çocuğundan söz etmek, onu germezdi herhalde. “Türkçe konuşuyor musunuz evde yine? Annen sen küçükken ana dilini öğrenmene çok önem verirdi.”Ayşe’nin yüzünden hafif bir pembelik geldi geçti. Evde Türkçe konuşmayla ilgili bir sahne gelmiş olmalıydı aklına. O anları yaşadığı yaşa girmişti sanki. Yaz tatillerinde gördüğüm o şirin küçük kızın ana dilinde kelimeleri, her zaman konuştuğu dilin imbiğinden süzerek farklı şekillere sokması hepimizi gülmekten yerlere yatırıyorken, yabancı bir ülkede yaşıyor olmasının yılar sonra varacağı sonuçları bilemezdik.“Evet, evde çoğunlukla Türkçe konuşuyoruz. Kerim’in Türkçesi benden daha iyi. Benim kadar çok dışarıda olmuyor çünkü.”Bir sorun var olduğunda en ilgisiz kelimeler bile gizemli bir şekilde o sorunla bağlantılı hale geliyordu. Ayşe dikkatlerin kendi üzerinden uzaklaştığını hissetmenin ferahlığıyla, buraya geldiğinden beri ilk kez uzun cümleler kurmaya başlamıştı. Ama öyle bir çıkmazın içindeydi ki durumunu unutup kendisiyle ilgili olmayan şeylerden söz ettiğinde bile, sözcükler dönüp dolaşıp onu aynı girdaba sürüklüyordu yine. Hiçbir şey yüzündeki saydamlığı yok etmeye yetmiyordu çünkü. Bu yüzden de ne derse desin her sözcük aynı kapıya çıkarıyordu bizi: Ne zaman bizden izin isteyip can çekişen ruhunun ömrünü birazcık da olsa uzatabilmesini sağlayacak o şeye koşacaktı?Bedeniyle ruhu farklı hızlarda ilerliyorlardı ölüme. O zehir damarlarında dolaşırken, şimdi bu masadayken sönmek üzere olan gözlerindeki ışık, canlanmaya başlıyordu birden. O zaman da bizden kaçıyordu gerçi ama hiç değilse bizim yaşadıklarımıza uzak bir hayali seyredercesine yabancı kalmıyordu. Havadaki deniz kokusunu duyabiliyor ya da evin küçüğü Şeyda’nın maskaralıklarına kıkır kıkır gülebiliyordu.Ama bedeni olması gerekenden çok daha hızla yaklaşıyordu ölüme. Bu yüzden gülüşleri, bir film sahnesinin en olmadık yerinde aniden birinin gülmeye başlaması kadar sinirlerimizi alt üst ediyordu. Bu nedenle, ihtiyacı olan o maddeyi kullandıktan hemen sonraki saatlerde elden geldiğince onunla karşı karşıya gelmemeye çalışıyordum. Artık belirtilerden anlıyordum kanında olup bitenleri.Şu an o ürpertici kahkahalarından birini duymayacağıma emindim mesela. Ama acı çektiğini bilmek de başka türden bir ürpertiyle dolduruyordu içimi. “Ne zaman evine döneceksin?” diye sormamak için dişlerimi birbirine geçirmek zorunda kalıyordum.“Dışarıda çok kalmasın zaten.” dedi kız kardeşim, her zamanki sözünü esirgemezliğiyle. “Bence büyümek bir ceza olmamalı insana. Bundan beş ya da on sene sonra sırf Kerim daha büyük bir bedene sahip diye, şimdi onun için var olan tehlikeler bir anda sihirli değnek değmişçesine uçup gitmeyecek.”Masayı dikenli bir sessizlik kaplamak üzereydi ki eşim o muhteşem zekasıyla bu gerilimden çok güzel bir espri çıkarmayı becerdi: “Madem ki yabancı bir ülkede ana dilini iyi konuşmak daha az dışarıda ve daha çok evde olmak; dışarıda olmak da daha çok tehlikeye açık olmak anlamına geliyor… Öyleyse şöyle bir dilekte bulunalım biz de: Kerim’in Türkçe’si hep şimdiki kadar iyi olsun.”