İyi ki Doğdun Levi’s
Yann Tiersen – live, Aux Eurock / Rue de Cascades
(Claude Lévi-Strauss’un dalya dediği 100. doğum günü anısına…)
Claude Lévi-Strauss
Bugün 100. doğum yıldönümünü kutlayan, 20. yy’ın en önemli antropologlarından Claude Lévi-Strauss’un dalya demesi anısına, O ve çalışmaları ile ilgili bir yazı kaleme almak istedim. Başlıkta ise çarpıcı olması düşüncesiyle, her antropoloji öğrencisinin maruz kaldığı klişeleşmiş “Levi’s” konserve esprisini yapmaktan kendimi alıkoymadım. Belirtmek gerekirse, bugün 100. doğum yıldönümünü kutlayan antropoloji üstadı Claude Lévi-Strauss ile, meşhur Amerikan bluejean markası arasında ortak herhangi bir bağ yoktur. (Müşterek Yahudi kökenleri hariç.)Esasında Fransız vatandaşı olan Lévi-Strauss, ailesinin kısa süreli Belçika serüveni nedeniyle 28 Kasım 1908 yılında Brüksel’de doğdu. Entelektüel bir çevreden gelen Yahudi kökenli ailesi 1 sene sonra (1909) tekrar Paris‘e döndüler. Sanat eğitimi almış olan babası Raymond Lévi-Strauss portre ressamlığı ile uğraşıyordu. Annesi de yine eğitimli bir aileden gelen ev hanımı Emma Lévi-Strauss (née Lévy) idi. Lévi-Strauss’un çocukluğu, Paris sanat aleminin elit ve seçkin kesiminin yoğun yaşadığı 16. Bölge’de, ünlü Fransız ressam Nicolas Poussin’den ismini alan Poussin Caddesi‘nde (Rue Poussin) «google map, street view» geçti. Babası Raymond 1914 yılında I. Dünya Savaşı nedeniyle askere alındığında o da annesi ile birlikte dedesi Versay Başhahamı Emile Lévy ile yaşadı. Paris’te liseyi tamamladıktan sonra Sorbone Üniversitesi‘nde felsefe eğitimi aldı. 1931 yılında mezun olduktan sonra bir süre ortaöğretim felsefe öğretmenliği yaptı. 1935 yılında ise Fransız kültür misyonunun bir parçası olarak São Paulo Üniversitesi‘nde görevlendirildi. 1935-39 yılları arasında Brezilya‘da görev yaptığı sırada ilk antropolojik deneyimlerini ve çalışmalarını tecrübe etti. Antropolojiye olan ilgisi, Robert Löwie‘nin Primitive Sociology çalışmasını okuduktan sonra başladı. Bu dönemde Amazon yağmur ormanlarında yaşayan bazı ilkel topluluklar üzerine (Mbayá ve Bororo kabileleri gibi) incelemeler yaptı.
Claude Lévi-Strauss / Brezilya, Machado
Brezilya’daki görevinden istifa edip tekrar Fransa’ya döndükten sonra 1939 yılında Fransız ordusunda silah altına alındı. Ancak bu dönemde Alman ordularının baskısıyla Fransız Ordusu dağıtıldı. Lévi-Strauss bir süre Nazi karşıtı direniş hareketlerine destek verdi ancak II. Dünya Savaşı‘nın tehlikeli ortamı özellikle onun Yahudi kökenleri nedeniyle tehlike oluşturabileceği için Fransa’dan tekrar uzaklaşarak ABD‘ne kaçtı. (1941)
Savaşın en kızıştığı dönemde New York‘ta, New School for Social Research‘de dersler verdi. Burada Robert Löwie, Roman Jakobson gibi bilim adamları ile beraber çalışma imkanı buldu. Yine bu dönemde yeni Amerikan Antropoloji Ekolü temsilcilerinden Franz Boas ile tanıştı. Franz Boas 1942 yılında bir kalp krizi geçirdiğinde Lévi-Strauss’un kollarında hayata gözlerini yumdu.1946-47 yıllarında Fransa’nın ABD Kültür Ateşeliği görevini üstlendi. Daha sonra tekrar Fransa’ya döndü. 1950 yılından itibaren önce Fransız Ulusal Bilim Araştırma Merkezi yöneticiliği, sonra Musée de l’Homme müdürlüğü yaptı. Ardından da École Pratique des Hautes Études‘de kürsü sahibi oldu. Son olarak 1959 yılında Collège de France, Sosyal Antropoloji Kürsüsü‘nde görev alarak emekli olacağı 1982 yılına kadar burada çalışmalarını sürdürdü.
***Levi-Strauss‘un çalışmalarına değinmeden önce, kabaca antropoloji disiplinine ve geçirdiği evrelere, yöntemsel ekollere değinmemiz lazım. Grekçe “anthropos” (insan) ve “logos/logia” sözcüklerinden oluşan ‘antropoloji’ kısaca insanı ve insan toplumlarını inceleyen bir bilim disiplinidir. Toplum içindeki insan davranışlarını ve ilişkilerini konu edinir. Daha detaylı tanımı, yukarıda da verdiğim linkten edinebilirsiniz.
Kolonizasyon
İlk dönem antropoloji çalışmaları ise esasında sömürge yönetimlerinin sömürülen bölgelere yolladığı misyonerlerin yazıtları ile ortaya çıkmaya başlamıştı. Avrupalı sömürgeci devletler bu yazı notlarından hareketle sömürdükleri topluluklar üzerinde sağlam egemenlik yöntemleri geliştirmek istiyorlardı. Ve doğal olarak da bu derlemelerle birlikte Avrupa münevverinin fikir dünyası, bu toplumların yaşam biçimlerini -sömürme maksatlı da olsa- anlamlandırmaya çalışırken, kapana kısılmış dimağından sıyrılma şansı elde etmesine ve kendi toplum ve kültürünü de bu karşılaştırmalarla tanıma fırsatı bulmasına imkan sağladı. 17. ve 18. yüzyıllardaki bu kolonizasyon hareketleriyle, tarih, biyoloji ve sosyoloji çerçevesinde bir nevi doğal tarih resmi çizen ilk antropoloji çalışmaları 19. yy.da ise bu verilerden hareketle biyolojik evrimci teorilerin (C. Darwin gibi) şekillenmesini sağladı ve eş zamanlı olarak ilk antropoloji yöntemleri netleşmeye başladı. Dolayısıyla ilk dönem antropoloji araştırmacıların çoğunluğu evrimci ekole mensuptu. Onlara göre toplumlar arasındaki kültürel farkların temelinde evrimsel bir gelişme süreci yatıyordu. İnsan toplumlarının ‘ilkel’likten ‘uygarlığa’ doğru kaçınılmaz bir süreci söz konusuydu. Dolayısıyla aynı biyolojik evrimdeki doğal seleksiyon gibi, kültürel süreçte de güçlü olan uygarlıklar güçsüz olanlara egemen oluyor, uygarlık gelişimi bu evrimsel doğruda ilerliyordu.
Evrimci ekole ilk eleştiri öncelikle yine evrimci ekol içinden çıkan difüzyonist (yayılımcı) ekolden geldi. Onlar ise ilkelden uygara geçen sürecin, diğer kültürlerden bağımsız bir evrimsel süreçle oluşamayacağını söylüyorlardı. Buna göre çeşitli toplumlardaki icatlar, keşifler, gelişimler, diğer kültürlerden bağımsız gerçekleşmiyordu. Savaşlar, göçler gibi kitlesel hareketlerle bu gelişmeler diğer kültürlere yayılmakta idi. Bir suya atılmış taşın oluşturduğu dalgalar gibi bu süreç diğer kültürlere de ulaşıyordu.
Franz Boas Kwakiutl dansı figürleri için poz veriyor
Ancak bu iki akıma da eleştiri, Amerikan Tarihçi Ekol‘ünden geldi. Onlara göre bu iki ekolde evrimcilikten ve tarihçilikten kurtulamıyordu. Bu sebeple, her türlü teorik yönelimden uzak durulması gerekiyordu. Tarih tekti, benzerlikler olsa dahi kültürel yapılar zaman farkı dolayısıyla olayların neden ve sonuçları bakımından birbirlerinden bağımsız ele alınmalı idi. Bu nedenle her olayı ele alacak sistematik bir saha çalışması geliştirilmeliydi. Gerçekten de bu konuda çalışma yapan bazı evrimci antropologlar, konu edindikleri ilkellerle karşı karşıya dahi kalmadan, misyonerlerin yazıtları üzerine kuramlar kuruyorlardı. Hatta bunların en enteresanı olanı, İskoç bilimadamı Sir James Frazer meşhur kitabı Golden Baugh (Altın Dal) ile ilgili yaptığı bir söyleşisinde röportajcının: “Bu bahsettiğiniz vahşilerle görüştünüz mü?” sorusuna “Tanrı korusun!” şeklinde verdiği cevaptır. Gerçekten de çoğu evrimci bilimadamı kuramlarını masabaşından, seyyahların ve misyonerlerin notları üzerine oluşturuyorlardı. İşte Levi-Strauss, Amerika’daki çalışmaları sırasında bu yeni Amerikan ekolünü başlatan Alman asıllı Amerikalı bilimadamı Franz Boas ile, yukarıda da belirttiğimiz gibi son anına kadar birlikte çalışma şansı yakaladı.Bu değişik ekollerin tartışmalarına hiç katılmayan bir diğer grup da Fonksiyonalist (işlevselci) ekol idi. Bu grupların hepsi kendi yöntemlerini gerçek ‘sosyal’ yada ‘kültürel antropoloji’ disiplini sayarken, bunlar bu grupların etnoloji (sosyal tarih) yaptığını öne sürüyordu. Çünkü bugünün dünle açıklanması, doğa bilimcisinin izleyeceyi bir yol değildir. Oysa fonksiyonalistler, sosyal/kültürel sistemlerin doğal sistemler olduklarını ve doğal sistemler gibi incelenebileceğini savunuyorlardı. Fonksiyon ve strüktür (yapı) sözcüklerini ilk kez Herbert Spencer kullandı. Bundan hareketle organizma modelini toplumlara uyarlamaya çalıştı. Canlı varlıkların nasıl organları ve hücreleri varsa, sosyal sistemlerin de kurumları, üyeleri vardı. Toplumlar tıpkı canlı varlıklar gibi, bu kurumların fonksiyonel özellikleri sayesinde yaşamını sürdürüyordu.
Spencer‘dan etkilenen Durkheim, sosyal olguların açıklanabilmesi için onun hem nedenini hem de yaptığı iş ve görevin araştırılması gerektiğini savundu. Bunu Antropolojiye uyarlayan kişi ise Malinowski oldu. “Fonksiyonsuz bir kurumun yaşayamayacağı” ilkesi, Malinowski’nin temel pusulası oldu.
Etnolojik kayıt
Fonksiyonalistler ile Strüktüralistlerin (yapısalcılar) ayrışma noktası ise fonksiyon kavramından ortaya çıktı. Radcliffe-Brown‘ın önderi olduğu bu gruba göre, fonksiyonların birleştiği yapı ve süreçlere dayalı bir toplum kuramının, bireylerin biyolojik ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik bir kültür teorisi ile hiçbir ortak yanı yoktu.
Yapısalcılara göre, fonksiyonalistler kültürel sistemin tüm parçalarının birbirleri ile aralarında işlevsel ilişkiler bulunduğunu söylüyorlardı. Fakat hangi parça ile hangisi arasında nasıl bir ilişki olduğunu, bunun neden ve sonuçlarını ve derecelerini izah etmekte yetersiz kalıyordu. Eğer sosyal sistem yada “yapı” izah edilecekse, hangi parçaların daha önemli olduğu ve yapıdaki ağırlığının tesbiti gerekmekteydi.
***İşte kabaca antropoloji tarihçesini sunduktan sonra, Lévi-Strauss‘a ve onun sosyal bilimlere sunduğu Fransız Yapısalcılığı’na değinebiliriz. Onun yapısalcılığı, kültür ve insana, ve de aynı zamanda beşeri bilimlere en doğru ve insani bakış imkanı sunmuştur. Onu en önemli kılan unsurların başında ise, mitlerin oluşumunu ve ilkel toplum denilen toplulukların oluşumuna ilişkin sunduğu çözümlemelerdir. Dilbilimle başladığı yolda yapısalcı çözümlemeyi sosyal bilimlere uygulayarak Fransız Strüktürel Akımını başlatmıştır.
Lévi-Strauss kültürün temelini tarih olduğu kadar, grubun psikolojik ve sosyal çevresi tarafından da etkilenmiş olan zihinsel yapıların oluşturduğu bir bütün olarak tanımlar. Bu nedenle insani düşünüş süreçleri bütün kültürlerde aynı olmasına rağmen kültürler çeşitlilik gösterebilir. Lévi-Strauss‘a göre insani düşünce süreçleri ham ve pişmiş, doğa ve kültür, iyi ve kötü, aydınlık ve karanlık gibi zıt kutup çiftlerinin üzerine bina edilir. En önemli zıt kutup çifti ise ‘ben’ ve ‘öteki’dir. Kültürün temeli olan doğru bir iletişim için gerekli kabul edilen ‘ben ve öteki’ kutuplaşması en önemli kalıplaşmış ayrımdır. Ensest bu ayrımlar sonucu tabulaşır. Bu evrensel tabudan etnografların betimledikleri birçok evlilik kuralı doğmuştur.
Claude Lévi-Strauss ve eşi Monique
Ayrıca Lévi-Strauss ‘mit’ler üzerine yazılarında, antropologların egzotik mitolojide veya prensipte en yetkin bilimsel düşünceden hiçbir farkı olmayan avcı toplayıcıların etno-biliminde tanımladıkları düşünme biçimine karşı çıkar. Meşhur “Structural Anthropology kitabında bu konuda şöyle der:
“Mitsel düşünme mantığı da modern biliminki kadar mutaassıptır. Fark, zihinsel işlemin niteliğinde değil, uygulandığı şeylerin doğasında yatıyor. İnsan daima iyiye yakın düşünmüştür. Tekamül farzedilen zihin gelişiminde değil, değişmemiş ve değişmeyen güçlerini tatbik edeceği yeni alanların keşfinde yatıyor.”
Dolayısıyla ilkel olarak nitelenen toplumların zihinsel süreçleri ile modern toplumların zihinsel süreçleri birbirlerin farklı işlemiyor, fark bunun tatbik edildiği doğa üzerinde cereyan ediyordu.İşte, modern antropolojiyi ‘vahşi-barbar’ / ‘modern-uygar’ algısının yetersizliğinden kurtararak, modern antropoloji ve genel sosyal bilimler yöntemlerine yeni açılımlar kazandıran bu büyük üstadın antropolojinin gelişimindeki özel yeri hiç şüphesiz ki altın harflerle yazılmış durumdadır.
***Bu 100. doğum yılı sebebiyle kendisini bir kez daha saygı ve şükranla anıyorum..Bon anniversaire, M. Lévi-Strauss !
———Konu hakkında kaynak kitaplar:
* Structural Anthropology, Claude Lévi-Strauss (Doubleday Anchor Books, New York, 1963)* Hüzünlü Dönenceler, Claude Lévi-Strauss (YKY Yayınları)* Yaban Düşünce, Claude Lévi-Strauss (YKY Yayınları)* Irk, Tarih Ve Kültür, Claude Lévi-Strauss (Metis)* İnsan ve Kültür, Bozkurt Güvenç (Remzi Kitabevi)* Antropoloji, Sibel Özbudun-Balkı Şafak (Dipnot)* Kültürel Antropoloji, William A. Haviland (Kaknüs)——-bu bir pillipati sözüdür!
yorumlar
demek ki; dünya üzerindeki bazı vahşi – barbar diye nitelenen toplulukları ya da toplumları, uygar – modern diye tanımlanan toplumlarla karşılaştırmak yanlış bir ifadelendirme şekli oluyor ve birinden birine “daha fazla tekamül etmiştir” yaftasını yapıştırmak da dolayısıyla hatalı bir yaklaşıma giriyor. her toplumun kendi içinde bazı konularda tekamül ettiği ve bazı konularda da geri kaldığı; hatta bazen, uygar görünse dahi vahşi ve barbar sayılabilecek yönleri olduğu söylenebilir.doğru anlamış mıyım?
şuradan
ben de senin gibi anladım pilli pati.nacizane (koca prof. e karşı çıkarken böyle de denmez ama neyse işte) fikrim şudur ki, zekanın da beden gibi evrime müsait bir yapıya sahip olup olmadığını bugün değerlendirmemiz mümkün değil. bugün çoğumuzun algılamakta zorlandığı boyut kavramı buna basit bir örnek olabilir mesela. ya dabugün anlamakta yine başarısız kaldığımız “varlık” ve “yokluk” kavramlarıyla belki de yıllar sonra çok farklı bir yönden bahseder olabiliriz. tabii bununla birlikte bu düşünce biçimlerine aslen vakıf olduğumuz fakat dış etkenler yüzünden ifade edemediğimiz düşüncesi de akla gelmiyor değil. o zaman bunlarla birlikte akla şu soru geliyor. beden fiziksel şartların değişmesi sonucu olarak evrim geçirdi ise düşünce veya zeka da kendi ortamının değişikliklerine ayak uydurma eğiliminde olabilir. düşüncenin ortamı da bilgi ve olasılıklar olabileceğine göre bilginin birikimi ve akış hızındaki değişim veya olasılıkları değerlendirme başarısındaki artış bize zeka veya düşünce yeteneğimizde yeni bir bakış açısı kazandırabilir. kabaca böyle birşey işte.
Evet, büyük ölçüde doğru efenim. Teknik bir kısım karşılaştırmalar yapılabilir ama bunlarla da o gruplar üzerine yapılacak genel yorumlarda bulunulamaz. (üniversite sayısı ve toplumsal gelişmişlik düzeyi gibi) Her toplum kendine özgü bir kültür örüntüsü meydana getirir. Genel bir karşılaştırma bu yüzden doğru sonucu almamızı engeller. Gelişim olgusu zihinsel süreçte oluşmuyor. Bunun tatbik edileceği sahaların niteliği ve keşfinde oluşuyor. Mesela ısınan havanın genleşmesinden elde edilen basınç ile düdüklü tencere yapmak da, buharlı makine ve tren yapmak da, fezaya füze yollamak da aynı temel prensiple oluşuyor. Fark uygulandığı nesnenin özelliklerinde ve onun sonucunda tezahür ediyor. Bir de bu kültürlerdeki temel saikin, itici gücün mahiyetinde. Söz gelimi İslam Medeniyeti aydınlanma dönemi (veya coğrafi keşifler öncesi Amerikan yerlilerinin) zihinsel bilgi süreci ile Aydınlama dönemi Avrupa toplumlarının zihinsel süreci aynı işlese bile Modern Avrupanın sanayileşme hamlesini elde edemediler. Çünkü bu medeniyeti ayakta tutan temel saik, seküler ve kapitalist batı’nın gücünü oluşturan saikle aynı değildi. Bunun tatbiki de dolayısıyla farklı sonuç veriyordu.İşte modern antropoloji de bu sayede toplumları doğrusal bir uygarlık skalasına yerleştirme huyundan vazgeçmek durumunda kaldı.
Anthro, hazır mısın? Haızrsan ben başlıyorum. Öncelikle abiciğim ne yapmışsın böyle. Bu yazı için çok emek harcamışsın. Güzel olmuş ellerine sağlık. Ama yazmadan duramayacağım işin bokunu çıkarmışsın. Nasılsa bu konuları biliyorum diyerek yazmış da yazmışsın. Yok bilmem fonksiyonalistler yok bilmem ne? Yazmışken postyapısalcıları ve Derrida’yı da yazsaydın tam olsaydı:))Bu yazıyı Tahsin Yücel okusaydı ne derdi diye merak ettim şimdi. Abiyle ilgili de ne diyeyim, bilemedim. Sonuçta yapısalcılığın bir öğreti değil, bilimsel bir yöntem olduğu söylenir. Strauss kuramını yapısal dilbilime dayandırır. Yani dilbilimcileri etkilememiştir, dilbilimdeki yapısalcılıktan etkilenmiştir. Yanlışım varsa düzelt lütfen, böyle hatırlıyorum.
Kilit cümle ve Strauss’u anlatacak paragraf. Şöyle bir katkı sunabilirim: Clastres devlete karşı toplum kitabında Batı gibi tarihi olmayan toplumların iktidar mekanizmasını sorgular. Yaban veya ilkel denilen toplumlarda da bir iktidar biçimi olduğunu ama üretim araçlarının farklılığını vurgular. Hatta geri gibi duran ilkel toplumların çok daha ileri olduğunu, şu senin yazdığın meşhur piramidin genişlemdiğini; ters yüz edildiğini anlatır. Bütün bu düşüncelerini de Strauss’un kuramı üzerinden yapar. Strauss zekâ kavramının da aynı zamanda kültürle biçimlendiğini savunur. Hep zeki olan, kazanan batıyken; Strauss ilkel toplumların çok daha zeki olduğunu öne sürer. Misal alış veriş. Birşey alır, karşılğında bir şey verirsin. Hatta şöyle meşhur bir cümlesi vardır: “Şef hiçbir zaman hayır diyemez. Çünkü iktidar ve cimrilik bir arada yürümez”Sonra sıcak soğuk toplum; evrilen evrilmeyen toplum gibi önermeleri de çok önemlidir. Velhasıl hakkaten de kendinden sonraki kuşakları etkileyen; comte’yi yerle bir eden bir abimizdir Strauss.Aklıma geldi, Ali Akay’da severdi bu yazıyı.
Öncelikle bokunu çıkardığımın farkındayım. Hayranı olduğum zat-ı muhteremin 100. yaşgününü kutladığı günü görmeyi sanırım 2-3 yıldır beklemekteydim. Bu yazıyı da sosyal bilimlerle ilgili bir dergi için o derginin editörü arkadaşımla birlikte bugün için yazmayı 7-8 ay önce planlamıştık. Yazacağım şeyleri de az çok düşünmüştüm lakin o da, ben de bu hadiseyi unuttuğumuz için doğumgünü dedemizin doğum yıldönümünü 2-3 gün önce hatırladım. Bu saatten sonra oraya yazamayacağım için üzüldüm ama sonradan hafif.org’da antropoloji konusunda hiç birşey paylaşmadığımı düşünerekten en azından bu eksiği telafi ederek, öte yandan da muhterem büyüğümüzü doğum gününde yadederek bu 100. doğumgününde onun anısına bir not düşmek maksadı ile uzunca olan bu yazıyı yazdım. Yazıyı biraz fazla bilimsel, ders notu şeklinde ve sanırım bazı yerlerinde de sıkıcı halde ele aldığımın farkındayım. Ama dediğim gibi başlangıçta yazıyı buraya göre düşünmediğim için sadece mümkün olduğunca buraya uyarlamayı çalıştım. Ayrıca antropoloji konusunda pek bilgi sahibi olmayan kişlerin de az çok yüzeysel bilgi edinmesini arzu ettim.Daha sonra dilbilim-yapısalcılık olayına gelecek olursak ben şöyle bir ifade kurdum:
Yani zaten ben de dilbilimcileri etkilemiştir demedim. Kendi yapısalcı yöntemlerini buradan hareketle oluşturmuştur dedim. Bunu antropoloji ve sosyalbilimlere uyarlamıştır.Yöntem olmadığını da zaten vurguluyorum. Bu ekollerin hepsi tekamül eden ve antropolojik araştırmaların sahihliğini sağlamlaştırmaya çalışan yöntemlerdir. Toplumu izah etmede biri yetersiz kalınca, yeni yöntemlerle o eksik noktalar gideriliyor. Aristo fiziği, newton fiziği ve einstein fizik kuramlarının algıladığımız dünyayı tasvir etmede yetersiz kaldığında yeni paradigmalar oluşturup sonraki aşamaya geçmesi gibi.Tahsin Yücel’in adını andığın için de o konuda birşey söylemek istiyorum. Yaban Düşünce gibi harika bir eserini Tahsin Yücel çevirisi ile okurken çoğu zaman Fransız olduğumu düşünerek söylenen cümleleri anlayamadığımdan saç baş yolduğum çok olmuştur. Kimi zaman hocalarımdan Türkçeden Türkçeye tercüme etmelerini istediğim de olmuştu. Öyle ki, zaten felsefesi ve fikri altyapısı ağır olan bu kitabın Türkçe çevirisindeki ifrit eden bazı cümleleri nedeniyle bazı yerlerde İngilizce çevirisini anlamam, Türkçe çevirisini anlamam da daha kolay oluyordu. (mübalağa etmiyorum) Tahsin Yücel bir Lévi-Strauss uzmanıdır ama o kitabı neden öyle anlaşılmaz bir dile sokmaya çalışmıştır, hiç anlamıyorum.Son olarak da Pierre Clastres atfın iyi oldu. Gerçekten de Lévi-Strauss’un bu tabu yıkan kuramları, Clastres gibi siyasal antropoloji sahasında çığır açan anarşist düşünürlerin gelişmesine de yardımcı oldu.Yorumun için teşekkürler.
Ha, bir de..Yazdıklarım ifadelerde bazı ufak tefek yanlışlıkların olabileceğini de peşinen kabul ettiğimi belirtiyim. Bazıları 8-10 sene öncesine ait olan bu bilgilerimi zaman zaman tazelemeye çalışsam da.. yazıyı yazarken pekçok kitaptan faydalansam da bazen kitapların bile birbiriyle ufak tefek çelişen yorumlarda bulunduğunu belirtmeliyim. Benim algılamamda da ufak tefek bazı yanlışlıklar söz konusu olabilir ama fazla yanlış bilgi vermemek için azami gayret sarfederek bu konuda pekçok kitaba danıştığımı söliyim.
tamam, tamam, stress yapma. gayet güzel bir yazı olmuş, sadece biraz ağır. strauss’u epeyce seviyorsun. ben de niçe’yi çok seviyorum. ya onu kimse anlamadı ya da ben yanlış anladım.sonra boğazım ağrıyor. grip olamadım, ona da gıcığım. hayır, böyle arada derede psikolojim daha da bozuluyor. sonra 100 yaşına kadar nasıl yaşamış bu adam? ne alaka diye sorma, bilmem içimden geldi. yazdım.Amerikalı antropolog Marshall Sahling’in güzel bir paragrafı var:
düdüklü tencere veya füze hayatta kalmasına yeter seviyede buluşlar olduğu sürece “genel kabulun” daha fazlasının arayışı içine girememesi gayet normal. fakat zihin bir amaç değil başka araçlar vasıtasıyla kullandığımız bir başka aracımız olduğu düşünülebilir. burada zihni besleyen kaynakların gelişmesi ve kendi yaşama güdüsünü düşünce ortamına aktarabilmesi yeni açılımların kullanışlı hale gelmesini sağlayacaktır. bunu organik yolla yapmak için organizmayı türlü şartların etkisi altında bırakmak mümkün olabileceği gibi ahlak anlayışımız buna temelden zıt geleceği için elbetteki kabul edilemez olacaktır. fakat bunu simüle etmek bugünün teknolojisiyle dahi basit örneklerle mümkün. Toplumların yaşayışları gibi makro konuları olmasa dahi basit anlamda algılarımızı zihinsel ortamda canlandırabildiğimiz örnekler bugün de mevcut. tabii olarak konunun henüz çok başlarında olmakla birlikte, bu tür gelişimler zamanı ve mekanı farklı algılamamızı ve belki de beynimizin aslında kullanmaya alışık olmadığımız yanlarını kullanmamızı sağlıyorlar. Bu site bile bu konuya örnek olabilir. Bu sayfa üzerinde okuduğun bütün yazılar aslında altalta ve yanlarındaki saatle yazılmamış olsalardı karmaşık bir düzenle dahi içerdikleri anlamla bir bütün oluşturmaya devam edeceklerdi. Ve buradaki yazıların sahiplerinin aynı anda bu bütünün içerisinde farklı farklı yerlerde “düşünce olarak” bulunmasının mümkün olduğu kabul edilebilecekti. Pisagordan bize miras kalan evreni parçalara bölme alışkanlığı ve bu yöndeki bakış açısı daha antik yunanda türlü paradokslarla alaya alınmıştır. Tabii zamanın doğa şartları, zekanın derinliklerini araştırmaktan ziyade olaylara anlaşılması kolay ve çözüm odaklı bakış açıları getiren düşünce biçimini karnını doyurmaya çalışan insanoğlu tarafından daha kabul görür olmasını açıklanabilir kılıyor. Bu noktada düşüncenin sabit fikirlerden arınmış olmasının gelişmesine ne kadar yardımcı olabileceğini sanırım kabul edebiliriz.
Yapay zeka hadisesi konu hakkında yeni kavrayışlara sürükleyebilir. Aslında yapay zekanın kendisi de bu düşüncenin dijital tezahürlerinden biridir. Ancak burada anlattığım serüven, son onyılların serüveninden daha başka bir hadise. İlk dönem bilim adamlarının oluşturduğu basit ve gözlemsel bir skala, ve bu skalanın ölçütlenmesinde de son derece etnosentrik ve eurosentrik bir bakış açısı söz konusu idi. Bilginin, doğrunun, karmaşığın çözümlenmesinde de pek bir fayda sağlamıyordu. Hatta belli yerlerde bu çalışmalar sömürgeciliğin meşrulaştırma aracı olmaktan öteye gitmiyordu. İşte bu sebeple herşeyi bir masaüstü objesi olarak gören Avrupa aydının bir Çinli’ye yada Türk’e veya Abrojin yada Amerikan yerlisine bakışı da doğru çözümleme sunmaya yaramıyordu. Doğrunun epistomolojisi üzerine yanlış önermeler sunuyordu vs. Nevdalist’in de belirttiği gibi sonraki bilimciler, öncekilerin zihin süreci tasvirlerini daha doğru anlamamıza yardımcı oldu. Onun da belirttiği gibi yapısökümcülük veya kuantum zımbırtıları gibi aşamalarla bu bahsettiğin yapay zeka simulasyonları bizi daha farklı noktalara götürebilir. Ancak bir gerçek var ki, bilimin mutlak doğru diye tasvir edeceği herhangi bir mutlak hakikat yoktur. Sadece bir sonrakinin yanlışlayacağı kuramları oluşturur.Bu arada nevdalist geçmiş olsun. Umarım en yakın zamanda nezle olur ve akabinde öksürükten inim inim inlersin. Yani bir an önce olacağı varsa olsun da kulukça için vücudunu mesken etmiş virüslerden en erken 7 gün, en geç 1 hafta içinde kurtul.
Bu önermeyi doğru kabul edersek şüphe duymak ve aramak sırada bekleyen sonuçlarımız olarak ortaya çıkacak diyelim. Böylece temelini attığımız düşünce binasının inşaasında üç nokta bize başlangıç olacaktır. Doğru vardır ama mutlak değildir (fazla uzatmamak adına), ona yaklaşabilmemiz için şüphe ve arayışı araç olarak kullanabiliriz. Buradan aslında atalarımızdan kalma bir güdümüzün bizi doğruya ulaşmak adına nasıl da yönlendirdiği sonucu ortaya çıkmakta. Yani yüzyıllar boyunca bastırılmış olan merakımız. Felsefe gerçeklik konusunda hernekadar eleştirel yaklaşsa da bugün kabullerimize bunu da eklemek konuyu fiction boyutuna getirmemek adına kabul edilebilir diye düşünüyorum. Parantezi kapadıktan sonra günlük yaşantımızda süregelen arayışımıza engel teşkil eden ilk faktör alışılagelmiş inançlarımız olarak karşımıza çıkıyor. Merak doğamız gereği içimizde var olduğu sürece bu inançlarımız ister istemez sorgulanmaya devam edecektir. Tabii günün birinde bizi merak etmekten alıkoymayan bir inanca ulaşmadığımız sürece. Bu noktada “doğa” bize hem öznel hem de somut anlamda tatmin edici bir “çözüm” olarak karşımıza çıkıyor. Anlam veremediği olaylara karşı kendisinden daha yüce varlıklardan medet umma yolunu seçen insanoğlu bu zaafını kendi çıkarları adına kullanabilecek bilgi birikimine sahip duruma gelmiş olabilir diye düşünüyorum. Tanrıların bizi donattığını düşündüğümüz bazı yeteneklerimiz içgüdülerimizde çok farklı şekillerle günlük hayatımıza yansımaktadır. Birkaç küçük örnek vermek gerekirse “bir tepeye tırmanan insanların tamamı aslında bilmeden en az enerji harcayarak yukarı ulaşabilecekleri yolu seçmekteler” veya “gece karanlığında yürürken aniden sıçrayan bir fareye karşı normalde görmediğimizi düşündüğümüz bir kayanın üzerinden atlayarak kaçabiliyoruz” bütün bu donanım milyonlarca yıllık deneyimlerimizin bize bıraktığı ince bir elemenin mirası. Yani anlam veremediğimiz durumlar aslında en yakınımızda yani içimizde de mevcut. Buna evrim diyemeyecek kadar evrime karşı şüphe içinde olsam da konunun evrime olan yakınlığının farkındayım. Bizler doğu toplumları olarak yaşamın öznel yanını herzaman içimizde hissedeceğimiz gerçeği ile birlikte içimizden gelen güdülere duyduğumuz saygı ile ve hayata olan türlü bakış açısına değer vermek adına, doğanın doğuyla içiçe geçişini bir harf oyunundan öteye taşıma kabiliyetini gösterebiliriz.
levi ailesinin yahudi olmasından dolayı ordan alışverişi kesen kişiler tanıyorum =) ne kadar doğru bilmiyorum…
ellerinize,emeğinize, gönlünüze sağlık
Benle ve kızkardeşimle aynı gün doğmuş
Tebrikler için teşekkürler arkadaşlar..Ufo Pilotu, evet, tüm Levi’s lerle ilişkiyi keselim. Ben de onu amaçlamaktaydım zaten.Endırsın ve Sörsi bana cimri deseler de ben bu protesto yazısını yazmaya kararlıydım.Nazo, Lévi-Strauss dedemizle doğum günleriniz aynı değil yalnız. Yazı doğum gününe yetiştiği için bir gün sonra yayınlanabildi. Sen kasım 29 doğumluymuşun, o ise senden 71 yıl, bir gün önce 28 kasım günü doğmuş. Ama daha ilginç olan senin anne ve babanın yaptığı. Siz iki kardeşi aynı günde doğurmayı nasıl becermişler, şaşırdım valla.
Ha.. bu arada Sörsi, Adli Antropoloji konusunda pek detaylı bilgi sahibi değilim. Adli kısmını sen, antropoloji kısmını ben paylaşmak suretiyle bu konuda da bir yazı yazılabilir tabi.
lecorcier sen endırsına kulak as ballıklayalar pazarları her köşe başına sçıp üstünü peçeteyle örten piknikçileri vs. saymazsan güzel yerdir. sayesinde üç beş egzost müptelası öğrenir, gider oksijenle azad olur. ama dereden uzak durun tavşanlının şoparları doğuştan gelen bağışıklıkla dalıp çıkarlar, siz dört kolla üç bacakla çıkıverirsiniz mazallah.
=) yazık olmuş.
yapısalcılıkla ilgilenenlere emre ışık’ın öznenin dili isimli kitabını önerebilirim. gayet iyi ve sade bir dille anlatmış.
şuan ölmüş bulunuyorkaynak
aaa:( gerçekten mi?Başımız sağ olsun!
Evet, toprağı bol olsun. İçime doğmuştu zaten kaç yıldır, bu amcamızın 100 yaşını doldurup öyle hakkın rahmetine kavuşacağı. Sosyal bilimler konusunda fikir sahibi olabilmek için onu fehmetmek farz gibidir. Faydalanılası bir zat-ı muhteremdir.Vefatı sonrası ikincigrup.com ‘da da güzel makaleler var. bakılabilir. (*)
Rahmetli Levi’s dedemizin ve Nazo’nun kutlu doğum haftası mutlu olsun.
::D
İyi ki doğdunuz:Rahmetli Levi’s DedeNazove kızkardeşi
Happy Pırtday
OO Levi’s dede ve saz arkadaslariyla akraba olmus bizim Anthro..
bilgiler için teşekkürler.ilansahibindenemlakikinci elaraba