“HAFİF BİR SANCIYLA GEÇMEYECEKTİ BUEYLEMSİZLİK/AŞKIN DÜNYADAKİ AĞIRLIĞIKelimeler yüklemsizken ne kadar hafif. İki nokta arası yeşiller, sivilceli ve sevimsiz olmuşluk. Hep bir olmuş bitmişlik. En çok sızlayan yer yüreğimin beyaz saatleri ne zaman vurulduğunun farkında olmayan hayatlar gibi toprak ve yaprak içinde. Birkaç konu girmeli sohbetlere; gözlerimiz iki imkansız aşk, iki yolsuz köy gibi kimsesiz. Deniz bakışlarla üredikçe yosunlaştıkça içimizden içlerimize akan pınarlar kelimeler coşkulu yağmurun durgun birikintilerine bölünüyor ve sadeleştikçe sonsuza doğru eylemsizlik çorak ve eğimsiz bir yalnızlık sarıyor her şeyi.Yalnızlığın içindeki onlarca insan; hepsini de tanıyor gibiyim. Ama yetmez, onların gözbebeklerinin ardındaki kilometrelerce yolda yürümeliyim. Sadece yürümeliyim ve insanlığın yalnızlıklarıyla ıslanmalıyım iliklerime kadar Hissetmeliyim.Ve yoldayım işte.Yalnızlık ordadır; biliyorum. Ben onu, üstünde ruhsuz taştan sokakların sinsi ve düşmani kokularıyla tütsülenen ve sadece rüzgarı dost bilen griliği eski zamandan kalma dökük pardösüsünden, sıkıntıyla sallanan kolyesinden – eski aşkından kalma – ve sıkıntıyla atan kalbinin – gene eski aşkından kalma – attığı her adıma cılız vuruşlarıyla eşlik edişinden bilirim. Bakışları bir güvercinin yemlenen gölgesinde dalgalandıkça, tanrıya duası bir tek uçuvermek. Bir bütün olarak olmasa da yalnızca gözlerini tutturabilmek şu güvercinin kurşuni kanatlarına. Durduğu yerde zaman ikiyle üç arasında bir yerlerde. Demek ki hem üçe yakın önünde durduğu cami avlusu hem de şehrin en küflü parkına.Parkın küflülüğü boğazdan gelen hava akımlarından değil tabi yıllanmış müdavimlerinden. Ama bu küflülük bu müdavim cisimlerin ciğerlerinden değil adlarıyla sıfatsızlaşmış kaderlerini kaldırımların biçimsiz çizgileriyle rötuşladıkları yalnızlılarındandır. Bu nahoş kokudandır ve bu kokudur onları şehrin durmaksızlığından ayıran sınır.O huzuru şiirlerde bulan bir İstanbulludur aslında. O bir güvercindir.Daireler çize çize üzerine konabileceği huzuru arar ve son bir kavisle parkın ortasındaki şairinin donmuş parmaklarına konuverir.Sigaralar birbiri ardına yanar sonra birbiri ardına dumanlanır gözler. Dev bir bulutun gölgesiyle semalarında İstanbul’un o parkta o deniz hep bir olmuşlukla dalgalanır o gözlerde. Daha ne yapılabilir? Sıradan gölgeleri sıradan insanların kendi toprakları içine gömülü tutsakları öylece uzanırlar parkın aşınmış kaldırım taşlarına. Bakışlar birbirlerini yakaladıklarında eski aşkların körelmiş sızıları sarıverir banklar oturanların “boşluk” “boşluk” diye atan kalpleri. Çünkü yalnız aşktır gözlerde silinmez lekeler bırakan. Bu aşklar geride bırakılan, lekeleri ve bitmeyen sızıları ve ellerinden düşmeyen sigaralar, parkın, onların ve sonsuz gökyüzünün sadece kendilerinin dokunabildikleri güvercinleridir. Kuşlarıdır ruhlarının kuşkularıyla beslenen.Yalnızlık parkın köksüz ağaçlarıdır. Dallarının arasından ve gövdesine sarılan rüzgarların içinden gelen melodilerle hayat bulur tekrar ve tekrar. Yalnızlığın en büyük korkusu sessizliktir. İşte o uğultu kulaklarımızdaki sessizlik korkusunun müziğidir. Biz pek fark etmeyiz ya da aldırmak içimizden gelmez ama gün gelmiştir yorucu bir iş günü sonunda nedensiz bir arzuyla o parklardan birinde buluruz kendimizi. Elimize simitimizi çayımızı alıp hışırtılarla dalgalanan görüntüler içinde kendi huzurumuzu ararız. O anda fark edemeyiz ama asıl aradığımız kendi yaratımız mutlu yalnızlığımızdır. Ama yalnızlık mutlu değildir hiçbir zaman. O hayat denen kitabın birbirine zıt iki sayfasından biridir. Ve biz nerde olursak olalım aslında o iki sayfadan birisindeyizdir. Ancak ölüm kitabı kapabilir. Kitap kapanınca zaman yalnız ve mutlu olma zamanıdır. Diğer yalnızlar arasında toprak ve yaprak içinde.