Geçenlerde elime Tarih ve Toplum dergisinin Sinema Özel Sayısı geçmişti. Halit Refiğ’in 1965 yılında çektiği, Kemal Tarihin senaryosunu yazdığı Haremde Dört Kadın filmi hakkında oldukça uzun bir makale de gözüme çarpmıştı. Filmi izlememiştim ve yazıyi da tuvalette, deterjan etiketi okumaktan iyidir mantığıyla baştan savma bir şekilde okumuştum.


Bugün ise bir tesadüf eseri bu film karşıma çıktı ve izlemeye koyuldum. Pek çok Türk filmi izlememe rağmen Halit Refiğ’in çalışmaları pek dikkatimi çekmemişti. Bunun nedenlerinden biri ise onun en iyi filmlerinden biri olarak görülen ‘’Hanım’’ı seyrettiğimde büyük bir düş kırıklığına uğramış olmamdır. Bu düş kırıklığında filmin rejisörü Halit Refiğ kadar başrol oyuncusu Yıldız Kenter’in payı da yok değildir.

Nazarınızdan kaçmamıştır, daha en başta Refiğ ile ilgili önyargılı bir tutum içerisinde başladım filmi izlemeye. 100 küsür dakikalık film sona erdiğinde ise Viva Zapata ya da Citizen Kane’i ilk izlediğim zamanlarda olduğu gibi tepkisiz kalmıştım ekrana karşı. Aklımda belli belirsiz tek bir cümle vardı sarfedilebilecek; ‘’Şimdiye kadar izlediğim en iyi Türk filmi’’.
Aslında biraz amansız yakalandım bu filme. En azından ilk şoku atlattım ve şimdi üzerine birşeyler karalamak istiyorum. Bu filmi neden bu kadar iyi buldum?
Bu sorunun cevabının temellendiği nokta sanırım Kemal Tahir’in edebi dehasında gizli. Şimdiye dek bir Türk filminde görebileceğiniz en derin, en gerçeğe yakın karakterler, ustaca kurulmuş diyaloglarla hissetirilen gerilim, dönemin ağdalı melodramlarına taş çıkartacak cinsten entrikalar… Vay canına, etkilenmiş olmalıyım ki neredeyse filmin reklamını yapıyorum.
Refiğ’i de kutlamamız gerekiyor çünkü çağdaşları Lütfi Akad, Metin Erksan, Duygu Sağıroğlu gibi senaryo yazarlığına soyunmamış, bu işi ehline devretmiştir

Filmin isminde de anlaşıldığı gibi dönemin olaylarını bir haremden, Sadık Paşa’nın hareminden izleme olanağı buluyoruz. Sami Ayanoğlu bencil, cahil, uçkuruna düşkün bir o kadar da dindar geçinen Sadık Paşa rolünü baştan ayağa oynuyor. Kayseri şivesi ve davudi ses tonuyla bir dönemin başka bir aktörü Hazım Körmükçüyü anımsatıyor seyirciye. En büyük cariye Şevkidil ise köşkü tek başına idare edebilecek kadar güçlü, afet-i devran kavramını tek başına taşıyor bütün film boyunca. Ortanca cariye Mihrengiz, kadın şehvetinin varabileceği en uç boyutları gözler önüne seriyor: Deliler gibi sevdiği Doktor Cemal’i aşkına karşılık vermediği için hiç düşünmeden öldürüyor. Üstelik 1960ların Türkiyesi için oldukça cürretkar sayılabilecek kimi lezbiyen ilişki sahneleri Şevkidil ve Mihrengiz karakterleriyle beyaz perdeye yansıtılıyor. Geri planda kalmış diğer bir cariye Gülfem, köşk içerisindeki nüfuzunu arttırmak için Paşa’nın yeğeni Rüştüden çocuk peydahlamaya çalışıyor. Körpe Ruşan ise bunca çarpıklık arasında doğru ve saf kadını temsil eden tek kişi. Fakat boyunduruğu altında olduğu onca kişi arasında sadece bir piyon olabiliyor.
Doktor Cemal rolüyle Cüneyt Arkın eline geçen fırsatı iyi değerlendirmiş diye düşünüyorum. Zira filmografisinde en çok gurur duyabileceği çalışmalardan biri Haremde Dört Kadın… Tıbbiye öğrencisi olarak, amcası Sadık Paşa’dan destek alan Cemal, aynı zamanda kendisine Jön Türk adı veren Osmanlı aydınlarına mensup bir kişidir. Hürriyet kavramını, yer yer sosyalizmi onurlandıran konuşmalarıyla ilerici,gelişme yanlısı bir kişiliği yansıtmaktadır. Bir Jön Türkle , Sadık Paşa’yı ; yani saltanat yanlısı bir gericiyi aynı aileye içerisine koyan olay örgüsü Osmanlı’nın son zamanlarınıda gözler önüne seriyor.
Film boyunca aklıma gelmeyen pek çok yan olay sinema dilinin baştan sona korunmasını sağlıyor. Gerçekçi film atmosferi içerisinde köşkün bir yaşayanı haline geldiğinizi düşünüyor ve akıcı tempoya ayak uyduruyorsunuz.
Bir an içimden keşke dvdsi olsa dedim valla…Neyse