Kalabalığın içinde O’nu arıyorum. İşte orada! Önce gözler birleşiyor uzaktan uzaktan. Gülüyorlar birbirlerine bakarken, belki ağızlardan bile daha önce. Belli ki sahiplerine birşeyler anlatmaya çalışıyorlar, onların herşeyi kalpten bildiğinden habersiz.Kalplerin, sanki birbirlerini görmek için kafeslerinden çıkmak istercesine çırpınışlarını hissediyorum. Gittikçe artan çırpınışlar, sadece his olmaktan çıkıyor artık, onları duyuyorum.Sesler duyuyorum, mutlu sesler; kimisi benden, kimisi O’ndan gelen. Duydukça hızlanıyorum, hızlandıkça yaklaşıyorum, yaklaştıkça açıyorum kollarımı ardına kadar.Kolların sımsıkı kapanmasıyla artık tüm duyular ayağa kalkıyor; dokunuyor, duyuyor, görüyor ve kokluyorum.Hiç doyamadığım kokusu burnuma geliyor rüzgara aldırmadan. Gücümün yettiği en derin nefesi alıyorum ciğerlerime.Daha hızlı nefes alıp verdiğimi gördüğümde, heyecanlandığımı anlıyorum. O an, yer sahne oluyor, insanlar seyirci, biz ise sufle almayan oyuncular. Ne ben Romeo olmak istiyorum, ne de o Juliet. Kendimizi oynuyoruz, kendimiz için. Derken seyirciler birden yok oluveriyor. Ama sahne yerinde. Dudakların, ait olduğu dudaklarla birleşmesiyle tüm ışıklar kararıyor. Sadece ben O’nu görebiliyorum, O da beni görebiliyor. Zaman, bize reverans yaparcasına durduruyor kendini. Gerisini tarife ne harflerim yetiyor, ne de kelimelerim; aynen O’nunkiler gibi.Hâlâ başım dönüyor, hâlâ O’nu özlüyor, hâlâ O’nu istiyorum.Çünkü O’nu seviyorum.–é