Varlığını sığdıramadığım kalbim yokluğuna alıştı, ne tuhaf. Oysa sen gidersen yok olurum sanmıştım gidişinle, yaşananların üstüne attığın toprağın kokusu gibiydi seni götüren rüzgar. Üşüyordum ama soğuktan değildi bu titremeler, ellerim gittikçe küçülüyordu hayalimde tuttuğun avucunun içinde. Rüzgara inat terliyordu avuç içim, parmaklarımı hissedemez olmuştum içimdeki yangınla dışarıdaki rüzgar çatışınca. Yetmiyordu, ısıtmıyordu artık alevler, rüzgar hiç durmadan koşan bir çocuk gibi hızla dönüyordu etrafımda. Ne durdurabiliyordum onu ne de kaçabiliyordum ondan. Düğümlenen ayaklarım mıydı, yüreğimin çırpınışı mıydı beni kaçmaktan alıkoyan? Ne kadar acı verse de kurtulamıyordum gölgenin karanlığından.Yağmura susardı gözlerin, biz kaçamak adımlar atarken gözümüze konmasından korkardık, bir damlanın her şeyi bitireceğini bilirdik, bilirdik de hiç uzağa kaçamazdık. Yerçekimi seni daha hızlı çekerdi sanki, ben hep geride kalırdım. Ve sen hiç dönmedin beni almak için geriye. Sevdiğim sen miydin, beklemek miydi seni kendi yarattığım düş bahçelerinde? İçime hapsettiğim gölgendi belki de hiç bırakmayan elimi. Öyle karanlıktı ki bakışın, göremedim.

ayrılık
ayrılık

Hep çözülemeyen bir denklem olmuştu sevdalar, kimyası bozulmuş aşklar yaşamıştık belki de ondandı bu ayrılık sonrası bulantılar. Hangi kapıyı çalsak yamalı bir kalp çıkıyordu karşımıza, direnmeye çalıştığımız her aşk yırtık bir iz bırakıyordu ardında. Ve biz onarmaya çalıştıkça kan kaybediyorduk. Hangi yara iz bırakmaz ki insanda? Oysa her gün yokluğunu ilikleyerek başlıyordu Güneş’in doğuşu, eksilen düğmenin yenisi bulunuyordu ve her düğüm eskiyi anımsatsa da artık Güneş hiçbir yıldızı söndürmüyordu.