Bir Eşeğin Hatıraları departmanından…Bir hatırlamadıklarım var, bir de hatırlamak istemediklerim. Hatırlamadıklarıma inanmıyorum zaten, millet ağız birliği yapıp, komplo kurmaya çalışıyor bana. Her doğum günü bir yaş daha büyüdüğüm demek oluyorken, böyle bir gün olan geçen pazar günü düşündüm, ne kadar büyümüşüm, neler değişmiş acaba; büyükbabamın arkadaşlarıma stand-up konseptiyle anlattığı, hatırlamadığım ya da hatırlamak istemediğim anılarımdaki bende. E sonuç bence biraz acıklı oldu, pek de bir şey değişmemişmiş, bakınız şöyle…Meğer ben henüz sadece oturma yetisine sahipken, bulduğum ne kadar minik cisim varsa burnuma sokuşturur, sonra da hapşıra hapşıra çıkartırmışım. Buna karıncalar da dahıl… E hal böyleyken düşünüyorum da, o karıncalardan biri beynimde kendine 2 oda bir salon yer açıp yerleşmiş, ondan bu karıncalanma durumları.Bu olayin azıcık değişime uğrayarak, takıntı halinde devam etmesi kaçınılmaz, bir on sekiz yıl sonra :” burnuna bir çay kaşığı kırmızı toz biber çek, şu kadar para vericem ” şeklinde iddiaları başlatmak olağan tabii. Biri çıkıp denedi elbet, biberin yarısını çeker çekmez ağlayarak gözden kaybolmuştu sanırım. Kaybetti sonuçta, kaşığın yarısı duruyordu, vermedim para mara tabii ki… Yine bir on yıl sonra dahi, hala uykudan adam uyandırmanın en eğlenceli biçimi; burun deliklerine veya kulaklara ip ya da benzeri şeyler ittirmek…Bütün böcek çeşitleri bende tiksinti uyandırıyorken, bizimkiler tutturmuş gidiyor;” böceklerle aran şöyle iyiydi, entomolog olacaksın sanıyorduk” filan… Ben biliyorum aslında neden böyle düşündüklerini…Bir gece verandada bir peygamber böceğine rastlayıp, gördüğüm en harikulade şey olduğunu düşünmüş, kocaman yeşil balonlar üzerinde siyah birer nokta gibi duran gözleriyle, sağa sola oynattığım kafamı takip edişini test ediyorken, onlar da bir böcek parçasıyla iletişim kurmaya çalıştığım gibi aptalca bir izlenime kapılmış olmalı…Bir de çekirge macerası var tabii, sonu benim için hayli hüzünlü biten.Büyükbabam örümcekleri öldürmemek için bacaklarından yakalar, sonra da dışarı atardı. Aynı taktiği evde bulduğum bir çekirgeye uygulamak istediğimde, hızla sıçrayan çekirgenin bir bacaği elimde kalmıştı, çok üzülmüştüm. Bir kaç saat sonra banyoya girip klozet üzerinde pozisyon almışken, can havliyle kaçan çekirgeyi lavabonun altında gördüğümde, sonu acıyla bitecek ” gözlem klozeti maceraları” başlamış oldu.Sakat bıraktığım çekirgeye, ekmek kırıntıları ve ölü karıncalardan oluşan, karbonhidrat ve protein destekli besleyici ziyafetler çekmeye, bu esnada da klozete oturup davranışlarını seyretmeye başlamıştım. E bu sözüm ona hacet giderme işi, günün büyük bir kısmını kaplar olunca ve aradan 2-3 gün geçince, ev ahalisi şüphelenmeye, kapıdan meraklı kafalar uzanmaya başladı tabii :”Evladım bitmedi mi daha ? Aaaa yine bir şey yapamamışsın… Tüh kabız oldu çocuk…” Ve, ardından gelen münasebetsiz “kabız” tedavisi… Benim bildiğim “hap”, ağızdan suyla filan yutulurdu canım aaa, o nasıl bir teknikti öyle, adı batsın, hala hatırladıkça “fitil” oluyorum…Böceklerden açıldı madem, bazı böceklerin çıkardığı sesler hala hoşuma gider. Cırcır böcekleri “cır cır”, çekirgeler “tık tık”, ama sivrisineklerin tepemde “miyyyyyy” diye çıkardıkları o ses yok mu, sinir ederdi beni. Sonradan keşfetmiştim, ışığı yakınca duvara konuyorlardı, ben de etipuf kutusuyla yakalıyordum onları. “Duvara yapıştırma” , sonradan icad edilen bir yöntem tabii, benim çocukluğumda sineğin etipuf kutusunda havasızlıktan ölmesi beklenirdi. Kollar yorgunluktan titremeye başlar ve fakat aptal sinek ölmez, avcının en zayıf anında kaçardı hatta….Benim bizimkilerden çektiğim anlatmakla bitmez efendim. Daha 70cm’lik bir anahtarlık kıvamında olduğum zamanlarda, zavallı komik maymun modeli, ata bindirmişler beni. Atcağız durup hacet giderecek olmuş, bendeniz de “şooaaar” şeklinde gelen su sesinin kaynağını şaşkın bir halde araştırırken, şahsımı tutması gereken elemanın elleri atın armutlarını toplamakla meşgul idi sanırım, eyerde yamulunca dengeyi kaybedip, köpük köpük çağlamış taze at çi…Yok yok, devam edemiycem, ben bu hikayeye hiç inanmıyorum, kaldı ki böyle birşey insanın başına bir kez gelir hayatta zaten… Bir metre kadar daha uzun boya erişilen bir yaşta, at hacet giderirken artizlik yapılamayacağını öğrenmemek, beyindeki karıncanın 2 oda bir salon yuvasına kaçak kat ilave ettiğinin işareti demek olurdu çünkü. Neyseki düşülen yer, ikincisinde kuru zemindi…Aslında genelde epey dikkatliyimdir yani… Sadece aksilikler yakamı bırakmıyor efenim, sürekli birşeylerin içine düşmek gibi bir huyum olmamalı, olamaz yani. Hem, tabii ki yaş betonu kurusundan ayırd edebiliyorum. Tabii kusursuz mastar çeken ustalarla çalışmamanız lazım, işi garantiye almak için. Bu yargıya varmam, bir duvarın tepesinden Hülya Koçyiğit edasıyla üzerine atladığım ve içine gömüldüğüm betonun, kuru olduğunu sandığım güne rastlar. Uyanık değil mi, artan betonu duvarın hemen dibinde JCB ile kazdırdığı çukura doldurmuş, cillop gibi mastar çekmiş, taraklamış. Sonra… Sadece beton yarılmadı tabii, karizma da cabası… Tamam, işçilere “hadi gülün bari” dedik diye, o kadar da gülmeleri gerekmiyordu di mi yani… Kovdum tabii hepsini, Musti hariç, o az güldü çünkü…Betonla samimiyet, enteresan bir tecrübe oldu. Mesela aşırı alkollüyken de bir betonlaşma sözkonusu uzuvlarda. Ancak alkolle samimiyet daha önemli pek tabii, daha uzun bir geçmişimiz var onunla ne de olsa….Efendim elalemin çocuğu çamaşır suyu, gaz filan içer, bizimkiler olayı aşmış, yaratıcılıkları had safhada. Ne uyduracaklarını bilemez bir halde anlatır dururlar… Güya bir gün beni, süt zehirlenmesinden şüphelenip, şişmiş bir halde hastaneye kaldırmışlar. “Alkol koması” teşhisi de hoş bir sürpriz olmuş onlara, nesi komikse… Bir kere adam gibi atsaymışlar bari, votkadan hiç hazetmem ki ben !!!Günümüzle paralellik kurmaktan kaçınıyorum, yorum yok…Değişmeyen bir başka şey çevremdekilerin nelere inanıp nelere inanmayacağını tahmin etmekteki başarısızlığım. Küçükken, bir gece havuzda gerile gerile yüzen bir kurbağayı izliyordum, derken haspam sudan kasıla kasıla çıktı, bayağı adım atarak yürümeye başladı. Zıplayarak değilde kasıla kasıla adım atan bir kurbağadan bizimkilere bahsedince, inanmadılar bana. “Yok çocuğum yok, kertenkeledir o ” . Hala hatırlıyorum efenim, bariz kurbağaydı…Sonraları, bir evin dümdüz duvarından aşağıya doğru inen bir sincap görünce nasıl olsa inanmazlar diye anlatmamıştım kimseye, yıllar sonra öğrendim, meğer herkes bilirmiş sincapların düz duvarda cirit attığını…Müzik ve özellikle dansla da aramın pek sıcak olduğu rivayet edilir durur. Küçük yaşlarda “nay nay” larla başlayan bu eğilim, ileriki yıllarda özellikle tangoyla, ki hiç bilmem, devam etmiş güya. Bunların tamamı dediğim gibi rivayet efenim, zira aleyhime kullanılan hatırlamadığım atraksiyonlar arasındalar. “Nay nay” tribi emekleme ve sıralama, tango tribi de genellikle alkol duvarında seksek oynadığım dönemlere tekabül etmekte.Tango enteresan bir dans doğrusu, mesela el bileğinizi iki yerden çatlatabiliyorsunuz dansederken. Ancak tangoyu bilmeyenler şaşırabiliyorlar buna, diyorlar ki; ” ayak bileği neyse de, el bileği nasıl oluyor da oluyor ?” Nereden bileyim efenim, oluyor işte. Hem ne farkeder, ikisi de bilek değil mi ?Bütün bu arızalardan daha başka bir tane daha var ki, hergün bilimum mekanik ve elektronik makineyle ve başta sigara ve cd paketleri olmak üzere jelatinli paketlerle muhatab olmak zorunda olduğum sürece yakamı bırakmayacak. Millet şarap şişesini aldığı yere açtırır kimi zaman, ben cd paketlerini. Bunun en berbat tarafı, ilk seferde neden bahsettiğinizi anlayan birinin asla çıkmaması, akabinde de yüzünüze dikilen acaip bakışlardır…Öyle meşrubattı, çukulataydı, otomatlardan alamam ben. Ya parayı yutturur, ya yanlış ürün süpariş ederim, istisnası yoktur bunun. Çok değil birkaç gün evvel, konu salağının sinir krizi eşiğinden döndüğü bir olay, yorumsuz olarak aktarılacak burada…Gazetedeki bir haberin dikkat çekici olması sebebiyle hep uzak durulan gazete otomatına sevecen bir tavırla yaklaşılır, bozukluklar hazırlanır, ve aletin içine atılır. Yalnız sanırım arada bir müddet beklenilmelidir, zira taktik kapılamamıştır, kapak bozuk paralar atılır atılmaz derhal açılmaya yeltenildiğinde her nasılsa paralar güme gitmekte ve açılmamaktadır ve o gün de açılmaz elbette. Geleneksel olarak alete bir iki tekme- tokat atmak ve aleti silkelemek adetten olsa da, bu atraksiyon hiç bir zaman para etmez, sadece milletin sırıtarak konu salağına bakmasına sebep olur. Paraları atıp, gazetesini alamadan uzaklaşmak, genelde bir parça gururunu incitir salağın ayrıca.Derken yaklaşık üç yüz metre ileride başka bir otomatla karşılaşılır ve son bozukluklar içine atılır. Bu sefer bir iki saniye beklenir ve yavaşça eğilinip gazete alınır, yaylı kapak “doink” diye kapanır, konu salağı sevinçle doğrulmaya yeltenir. Uh-oh… Doğrulamıyordur, çünkü walkmanin kulaklığının kapıya sıkışmış olduğu tespit edilmiştir. Allah bu aletleri icad edenin belasını versindir, şimdi ne olacaktır… Çevreden geçenlerden bozukluk dilenilir, bir kaç kişi cüzdanlarını yoklar sırıtarak, ancak gerekli miktar tedarik edilemez. Kulaklık orada bırakılır, yakınlardaki bir kütüphanede para bozdurulur, kağıt ve bozuk paralar cüzdana sıkıştırılmadan, bir an önce kulaklık kurtarma operasyonuna girişilir. Kapak bozukluk atılarak yeniden açılır, ancak kulaklıkla debelenirken yaylı kapak elden kurtulur cüzdanın bulunduğu diğer ele çarparak hızla “çotaank” diye kapanır. Kulaklık kurtulmuş, fekaaağt bu defa cüzdan içeri yuvarlanmıştır… Sinir krizi geçiren konu salağımız, bir an jim carrey’nin bedenini esir aldığı hissiyle dehşete kapılsa da, yine de elinde kalan son bozuklukları cibiliyetsiz alete atar. Cüzdan garantiye alınmıştır, ancak alet bir müddet daha hırpalanır…Hep hatırlamak istediğim şeyler de var tabii. Ama nedense içimden bir ses; “bu yazı onlardan biri olmayacak, ayık kafa bi oku sen şunu” diyor. Yine de yolluyorum, nasıl olsa inkar edebilirim herşeyi. Ben, beni tanımıyorum nasıl olsa, eheh…