Temmuzun BaşıYunanlı polis, daha iyi İngilizce bilen diğer bir Yunanlı polisi çağırmak için odadan çıktığında, yanımda oturan Rako’ya dönüp biraz kızgın, biraz hayretli, biraz da kaygılı bir bakış attım. Rako ve ben iki adım voltalık, loş karakol odasının bir duvarına iliştirilmiş iki sandalyede, iki tozlu likör bardağı gibi oturuyorduk.Polis odadan çıkınca dönüp Rako’nun yüzüne baktım, yüzündeki yılların güneşini emmiş çizgiler, yaşadığı endişe ve utançla birleşince, birer uçurum halini almışlardı. Ağzımdan birden “Neresi lan burası Rako?” gibi bir soru boşaldı, “Yunanistan lan galiba” diye, uçurumun dibi gibi bir cevap aldım.Evet lan, galiba cidden Yunanistan’daydık…Sadece birkaç dakika önce artık memlekette olmadığımızı anladığım halde, içimden nice gurbet türküsü geçti. Rako’ya küfürler geçti sonra. Rako’nun karnına, burnuna yumruklar geçti. İki adım volta attım, aklımdan oltu taşı tespihler geçti, aklıma düşen tespihlerle ya sabırlar çektim. Yunanlı polisler geri geldi sonra, dik durmak için göbeğimi içe çektim.1 Ay Öncesi
İstanbul’daydım ve aklımdaki her şey uzamıştı. Kısa hayallerim, kısa vadeli planlarım, kısa gölgem uzamıştı zira akşamüstüydü, zaten Mayıs da bitti bitecek gibi duruyordu. Ömrümü verdiğim düşün arifesinde ve hayatının en önemli açıklamasını yapmaya hazırlanan bir gırtlak kadar hırıltılıydım. Bunca aldanmışlığa rağmen, çocukluk düşümü bir dünya düşüne çevirmeye karar verecek kadar iyimser olabilmemi saymıyorum bile.Bir süre önce bir çocukluk düşünü bir insanlık düşüne de çevirebilir miyiz umuduyla iki bebeklik dostum ve ben bir proje üretmiştik. Hem bir yelkenlinin kat edebileceği en sert rotayı yapacak, hem her rastladığımız dünyalıyı yaptığımızın bir amacı olduğuna inandıracaktık. Yaptığımızın doğruluğunu dinlemelerini bile yeter sebep sayacaktık.Benim gibi anavatanı deniz olanlar için asıl zor olan kutup buzulları arasına kırılgan bir yelkenliyle girmek değildir, derdini doğru anlatabilmek bile keser naçiz egomu… Derdimizi anlatacaktık… Derdimizi dünyayı dertsiz sayan omuzlara yaslayıp, var olmadığı söylenen vicdanlara yelken açacaktık.Haziran’ın ilk gecesi, yelkenlimizi dört ay sonraki yolculuğumuza hazırlamak, İstanbul şişkini bedenimi sert denizlere ayak uydurtmak için Bodrum’a hareket ettim.Haziran’ın ilk sabahı tersanede başladığım gönüllü amelelik 15 gün sürdü. Tüm tekneyi, eksantrik zımpara marifetiyle soydum ve sonra çıplak bedenini ince el zımparasıyla günlerce okşadım, tüylü, azrak yerlerini ter içinde çırpılarca fırçaladım, bu çıplak haline göğün yaşı değmesin diye geceleri üzerini örtüp, içinde sızdım… Ve 16 Haziran sabahı birlikte denize geldik… Bir vinçle kalkacak kadar ağır, bir kibritle yanacak kadar tedbirsiz, kıçımıza değen ilk suyla hafifleyip ağlayacak kadar çocuktuk. Daha fazla, sere serpe, açık ego, yanık ten olmamak için, yelkenimizi rüzgâra serdik, Gökova’ya vardık…Bir hafta kadar sonra, Gökova Körfezinin Okluk Koyunda ince yudumlarla şarabımı içiyor, ertesi gün yapacağım rotayı planlıyor ve huzurumu incitmemek için her tür dış uyarıcıdan uzak duruyordum. Önce cılız benzinli bir bot motoru sesi, sonra onu bastıran sekiz silindirli bir dizel insan sesi duydum. Tekneme doğru yaklaşıyorlardı. Botun içindeki ırkçılık yapılabilecek kadar bronzlaşmış adam dizel sesiyle adımı böğürüyor, kollarını ters dönmüş kaplumbağalar gibi sağa sola savurarak üzerime geliyordu. Adımı söylediğine göre tanıdık ve hatta böğürdüğüne göre yüz göz olunmuş tanıdık biri olmalıydı. Tekneme on metre kadar yaklaştığında kim olduğunu anladım, dizel sesli imitasyon zencinin; Rako…Tekneme bir çırpıda atlayan Rako, yarım çırpıda da bir şişe şarabımı içti adam akıllı konuşmaya başlamadan önce. Yıllardır nasıl olup da görüşmediğimizi, görüşmediğimiz yıllarda neler yapmış olduğumuzu, havaların ne de güzel olduğunu filan konuştuk bir süre, sonra Rako’nun da içilebilecek şarapları olduğu duyumu üzerine onun teknesine geçtik… Saatler sıhhatineleri kovaladı ve Rako devrisi gün Antalya’ya bir tekne götüreceğini imledi gece sabaha dönerken. Ne de güzel tekneydi götüreceği, benim tekneyi sağlam bir yere bıraksam da Rako’yla Antalya’ya birlikte gitsem ne hoş olurdu, hem yoldaşlık etmiş olurdum, hem böyle bir tekneyle görece uzak bir yol her kaptana nasip olmazdı Rako’ya göre.Rako’nun uzun yıllar önce başıma açtığı dertleri saymazsan fena fikir değildi aslında. Kara hamı vücudum denize henüz tam elverişli olamamıştı, teknemde yalnız başıma seyir yapıyordum ve kısa süre içinde sert sulara girmeyi de kafama takmıştım. Denizlerde dolanırken rastladığım teknelere vereceğim projemizle ilgili broşürler henüz elime geçmemiş, takacağım bayraklar henüz basılmamıştı zaten. Zamanım vardı yani. Ayrıca, her ne kadar ayık duramasa da Rako hatırı sayılır bir denizci, tecrübeli bir kaptandı ve onunla 4-5 günlük açık deniz seyri iyi bir antrenman olabilirdi. Yine de açık seçik çekiniyordum bu yoldan ama tüm bu meziyetlerin yanında Rako iyi bir ısrarkeşti de… Sonunda ısrarlarına dayanamadım. Ertesi gün önce benim tekneyi sonra kafaları çektik yine ve güzelliği dillere destan o yelkenliyle Antalya’ya doğru yola çıktık. Okluk koyundan çıkarken hüzün ve kıskançlıkla arkamızdan bakan tekneme en geç bir hafta sonra buluşacağımızı fısıldadım…İlk gün Knidos burnundan kıvrılıp Datça’yı teğet geçerek, Hisarönü Körfezine vardık. Geceyi Hisarönü’nde geçirdik. İkinci gün sabah dokuz gibi uyandığımda Rako çoktan demiri almış ve yola koyulmuştu, dümen tutarken önünde iki parça peynir, bir dilim kavun ve rakısı duruyordu… Seyir halindeyken çok alkol alınması pek tasvip edebileceğim bir şey değil elbette ama söz konusu Rako ise kahvaltıda rakı çok da şaşırılacak bir durum sayılmaz. Nasıl ki tekne mazotla, rüzgârla gidiyor, Rako da rakıyla gidiyordu. Bir ufakta Marmaris, bir büyükte Fethiye açıklarına geldik.Gün batımına yakın, ben geceyi geçireceğimiz uygun bir koy bakınırken, Rako devam edelim dedi. Gece seyri zaten zor ve gündüze göre çok daha riskli bir seyirdir. Hele aysız gecelerde hiç tercih edilmemelidir. “Ay ayakta kaptan ayakta, ay yatakta kaptan yatakta” der denizciler. Bizim gecemiz de aysızdı ama Rako hala içiyor ve Antalya yerine rotayı tabakhaneye çevirmişiz gibi seyre de devam etmek istiyordu. Ben duralım, Rako gidelim derken zaten gün batmıştı ve hala gidiyorduk. Rako 4-5 saat daha devam edersek Kaş’a varacağımızı ve Kaş’tan azalmış olan kumanyamızı tedarik edebileceğimizi, sabah da erkenden hareket edebileceğimizi düşünüyordu. Bense Kaş’a gecenin bir yarısı girmenin iyi bir fikir olmadığını söylüyordum… Rako bildiğiniz gibi ısrarkeşti işte ve oraların balıkları bile tanırdı Rako’yu, ben boşa endişeleniyor, boşa konuşuyordum… Tabii, Rako’nun asıl derdi de çok belliydi aslında, alkolümüz azalmaktaydı, bulunduğumuz civarda alkol tedarik edebilecek bir yer yoktu ve Rako geceyi içmeden geçiremezdi, bir şekilde bu gece Kaş’a ulaşmalıydı, yoksa maazallahtı ne yapardı…Biraz Rako’nun anlattığı acayip hikâyelerden kurtulmak, biraz da dinlenip yanaşma zamanımız geldiğinde iki büyük bitirmiş bir Rako’nun yanında pür dikkat olabilmek için kamaraya geçip uyuklamaya başladım.Ne kadar uyumuşum tam olarak bilmiyorum, Rako beni uyandırdığında teknede alkol kalmamıştı ve Rako’ya göre Kajjj’a gelmiştik. Bu karanlık seyirden sonra şehrin ışıl ışıl manzarası insana güven veriyordu. Hemen yanaşma hazırlığına giriştim, halatları pasarelya ucuna bağladım ve pasarelyayı karaya atlayabileceğim mesafeye indirdim. Rako konuşamayacak kadar sarhoş olsa da ezberlenmiş bir refleks haline getirmiş olduğu demir atma ve kıçtankara için manevra işini ustalıkla yapıverdi. Karaya atlayabileceğim mesafeye gelince, süratle karaya çıktım, halatları pasarelyadan çözüp birer birer babalara bağladım. Tanrım! böylesine tedirgin olduğum bir seyri kazasız belasız atlatmıştık. Bu duygunun verdiği rehavetle şöyle bir gerinip kafamı kaldırdım ve limanı çevreleyen dükkânlara doğru döndüm… Dükkânlardaki yazıların hemen tamamının neden Yunanca acaba olduğunu düşünürken iki polis ve bir liman görevlisi yanımıza seğirtti… Daha ben ne pasaportu lan, ne diyorsunuz siz demeye kalmadan polis aracında karakola doğru yola çıkmıştık bile… Rako polislere açık tekel bayii soruyordu!Temmuz Ortası
Rako’yla Kaş yerine Yunan adası Meis’e çıkışımızdan iki gün sonra serbest bırakıldık. Bir gün kadar süren çapraz sorgudan sonra, teknedeki her yerin, her şeyin didik didik aranması işlemleri de bitince teknemize binip gitmemize izin verdiler. Türk sularına girene kadar bir Yunan sahil güvenlik botu da bize eşlik etti… Kaçak, insan kaçakçısı, uyuşturucu kaçakçısı vs. olduğumuz savı üzerine bizi Yunanistan mahkemelerinde süründürmemelerine duacıydım, sağ salim vatan topraklarına bir varalım bak Rako’ya neler yapacaktım!Devam edecek…
Gelecek Sayıda: Rako’ya neler yaptım, mağarada olanlar, yola çıkamamayı becermek ve birbirinden ilginç maceralar…