bildirgec.org

makyo | 19 November 2003 10:31

Siyaset Bilimi sınavım var, sevgili hocam gecen dönem 60 kisiden 53ünü bıraktı, insanlar bu dersi en az 4 kere alıyorlar, ve aşırı sosyal söylemlerde bulunmadan geçilmiyormuş.

OH bea, rahatladım valla. sınavım 3:25’de. artık gidebilirim:)

Adın batsın senin günlük,

rehin | 19 November 2003 05:41

Adın batsın senin günlük,
Bu gün de yüzüm gülmedi. Sabah sabah başıma olmadık belalar geldi. Önce, işe geç kalmamak için (artık erken kalkmak gibi bi sorunum kalmadı. Çünkü işten kovuldum.) 07.30’a kurduğum polis telsizi ebatlarındaki dandik cep telefonumun saati çalmadı. Evet evet çalmadı. Bi anlam veremedim doğrusu. Oysa yatmadan önce ayarlamıştım. Daha evvel de başıma geldiğinden biliyorum, ayarlamayı unutmamak için çok dikkatli davranmıştım bu kez. Ama n’oldu? Çalmadı! Çalmasını bekliyordum. Öyle fabrikalardaki canavar düdüğünü andıran, kafa sikici bağırtısıyla beni yatağımdan hoplatan telefonum bir kez daha ibnelik yaptı bana. Her defasında arkadaşlar uyarırlar beni, oolum bi saat al evine, kur paşa paşa, sabah erken git işe… ama benim saatim var ki. Ben cep telefonumun saatiyle uyanmak istiyorum. Hem şekerleme diye bi özelliği de var. Ortadaki OK tuşuna bastığımda kısa bi süreliğine susuyo, sonra yeniden ötmeye başlıyo. Ama yanındaki C tuşuna basarsam tamamen kapanıyo. Bu duruma dikkat ediyorum ben. Daha önce bayaa bi C tuşuna bastım uyanamadım, ama artık alıştım. Artık ezbere biliyorum yerini. Otomatiğe bağladım. Uyanmadan doğru tuşa basabiliyorum. Birkaç kez beni uyandırma girişiminde bulunuyor. Alıştıra alıştıra uyandırıyorum kendimi. Yoksa şoka giriyorum, o gün moralim hep bozuk oluyor. Saat olmaz. Saati direk kapatıyorum. Ondan sonra da uyan uyanabilirsen. Yok yok en iyisi telefon. Esas sorun 1960’ların bilim-kurgu filmlerinde görülen benim boktan telefondan kaynaklanıyor. En iyisi daha arızasız bi telefon alayım ben kendime.
Neyse, telefon ötmedi diyordum. Duvardaki saate baktığımda iş işten geçmiş, ben de muhtemelen işten kovulacağımı anlamıştım. Ön sezilerimin güçlülüğünden midir nedir? O hızla yataktan fırlamak istedim… istedim çünkü istemek elde etmenin yarısıdır. Hazır geç kalmışken biraz daa yatıyım, ama uyumayayım, yatakta debelenip tam anlamıyle ayılayım dedim. Tam bu sırada çalan PTT’ye borcundan dolayı aramalara kapalı ancak dışarıdan gelen aramalara açık telefonumun sesiyle kendime geldim. Bereket tam zamanında çaldı, yoksa tekrar uyuycakmışım. Telefonun yanına gitmek için yataktan inip ayağımı yere bastığımda ölüyorum sandım. Topuğumdan direk beynime en kestirme yoldan tarifsiz bir acı sinyali gönderildi. Tanrım! Kendimi bile korkutacak yükseklikte bi çığlık attım ve neyi farkettim biliyormusunuz? (bu arada telefon yanlış kişiyeymiş) İnsan kötü bişeyle karşılaşınca tek başına da olsa çığlık atabiliyor. Ona yardım edebilecek kimsenin olmadığını bile bile. Refleksif bişey diye düşündüm o an. Her şey saniyenin binde biri kadar bi sürede gerçekleşmiş olsa da, ben o arada annemi, babamı, kardeşlerimi, son doğum günümde bana üzerinde Simson ailesi resimleri olan bir çift çorap hediye ede Nilay’ı, Kadıköy’de pilav yediğim pala bıyıklı abiyi gözümün önüne getirdim. Gözlerimi isteksiz isteksiz olayın gerçekleştiğiyöne doğru çevirdim. Aman tanrım topuğuma koca bi çatal saplanmış. (Biliyorum hemen hemen tüm çatallar standart büyüklükte olur ama o, o an gözüme olduğundan daha büyük göründü.) Kim koydu o çatalı oraya, ne işi vardı yatağımın yanında… Biraz tentürdiyot basıp delikleri bantla tıkadım. Artık kan akmıyordu ama, sızısı kıçımdaki basurun acısını bile unutturuyordu. Ayağım acıya alışsın diye topuğumu bastıra bastıra odanın içinde birkaç tur attım ve guruldayan mideme birşeyler göndermek için mutfak gibi duran bölüme yöneldim. Hay lanet olsun! Ekmek yok .mına koyiim. Dolabın kapısını açarken kapak öbür ayağımı yaraladı bu kez. Üzerine düştü pezevenk! Bu kaçıncı düşüşü be kardeşim, ayağım kangren olma tehlikesiyle yüz yüze kaldı. Kesçekler ayaamı. Bu dolabı kerhane gibi bi yerden 20 milyona satın almıştım. Ordan buraya getirebilmek için ise 35 milyon ateşlemiştim pezevenk arabacıya. Sivaslıydı zaten. Hiç unutmam iki kişilik kamyonete 4 kişi binmiştik de, ben sıkış tepiş vites kolunun üstüne oturmuştum yanlışlıkla. Ukala herif sözümona gerginliğimi üzerimden atmam için, ‘ne o, akraba olmuşsunuz benim düldülle’ babında iğrençötesi bi “espri” sıçmıştı. İşte o siktiğimin dolabı ayağımın pestilini çıkardı. Dolabın içine bir göz attım. Bişey göremeyince iyice içine abanıp yiyecek aramaya başladıysam da bi sonuç alamadım. Yılbaşından kalma turşular ve artık toz şeker haline gelmiş ayva reçeli vardı. Ekmeksiz de yenmez ki bunlar dedim kendi kendime. Sigara içmeden önce bişeyler yemem lazımdı. Zira canım feci şekilde sigara içmek istiyordu. Turşuların hepsini yedim. Sonra da reçelin dibini kazıyıp gövdeye indirdim. Sonra da geğirdim. Bunca acıdan sonra pek bi mutlu oldum. Üstüne de bi keyif sigarası tellendirdim. Eskiden Tekel 2000 içerdim. Çok pahalandı. Şimdi Viceroy (burası çok önemli: Vayzıroy diye okunuyor.) marka cigara içiyorum. 1 milyon 800 bin lira. İlk çıktığında almakta zorlanıyordum, çünkü ismini telafuz edemiyordum. Bakkala girince ecel terleri döküyordum rezil olcam diye. “şey” diyordum, “şey… sigara alacaktım da. Şey sigarası… yeni çıktı da… böyle kırmızı gibi kapağı vardı. Viktorya diyesim geliyo ama diil. Viceroy yazıyo üstünde.” Adam aval aval bakıyor, kimbilir ne düşünüyordur. Panik krizleri cabası. Bazan sormaya cesaret edemediğim yerlerden başka sigara alıp çıkıyordum. Sonra nasıl olduysa okunuşunu öğrendim bi yerden. Vayzıroy… sigaranın okunuşunu öğrenmem pek bişey değiştirmedi. Çünki bu sefer de ismi bi garip geliyordu söylerken. Ne biçim sigara ismi bu yahu, Hollywood filmi ismi gibi. Bakkala “bi vayzıroy alabilirmiyim diyince” hö! oluyordu. “Buyır???” “haa viktorya sigarası istiyon seeen” Şansımı sikiim ya. Nerden beni bulur bu acaiplikler. Yoksa ben mi acayipim. İçtiğim sigara mı acayip. Sigaramın son dumanını da üfledim. Bu arada kültablasını almaya üşendiğimden külleri avucumun içinde ufalayıp havaya doğru üflediğimde onlardan kurtuluyordum. Ama izmaritler büyük sorun. Onlar için bi çare üretemedim şimdilik, ama ona da bişey bulurum evelalla, düşünüyorum. İşe gitmek için evden tam çıkıcam, çoraplarımın fena halde koktuğunu farkettim. Olur a, biyere misafirliğe felan giderim, rezil olurum valla. Daha önce oldum. Ev sahibinin kokudan geberdiğine tanık oldum. Soluk alışlarının bir hayvanın, mesela mandanınki gibi değişmesi, buzz gibi havada “içerisi çok sıcak oldu” denilerek pencerelerin açılması, benden hep uzakta oturulması vs. vs… Ama yapçak bişey yoktu. Ayağın kokuyo senin bilader diye yüzüme vuramazdı ya. Ama vuranlar oluyordu. Amına koduklarımın! Ben rezaletin son perdesini oynarken aklıma hep Can babanın “ne kadar kötü kokarsak, ne kadar rezil olursak o kadar iyi” mısraları geliyodu ve beni bi nebze de olsa rahatlatıyordu. Yine benzer tripleri yaşamamak için çoraplarımı yıkamaya karar verdim. Tuvalete girdim. (çünkü banyoyla tuvalet aynı yerdeydi. Sıçmak için bi delik vardı. Ve o deliğin olduğu yerde yıkanılıyordu. Rezalet diymi?) Banyoda tek terlik vardı. Kim bilir diğeri hangi cehennemdeydi! Üç gündür tek terliğin üstüne basarak sıçıyor ve işiyordum. Yine tek terliğin (soldu galiba) üstüne iki ayağımla basarak çeşmeyi açtım. Toz deterjan biteli aylar olmuştu, ama yakında alacaktım. Geçenlerde migrostan çaldığım (hep derler, büyük hipermarketlerde çalınan şeyin barkodu dışarı çıkarken ötüyo diye… Yalan! Ötmedi. Hırsızlık yapılmasın diye kandırıyolar bizi) şampuanla yıkadım çoraplarımı. Yüzümü de onunla yıkıyordum zati. Yumuşacık yapıyor. Bi keresinde de şampuan bitmişti bu kez traş kremiyle saçlarımı yıkamıştım da keçe gibi olmuştu saçlarım. Her neyse, çorapları yıkadım ama ıslak ıslak nassı giyecektim. Saç kurutma makinesi var ya. Bildiğimiz saç kurutma makinesi canım. Çorabı ağzına geçiriyon onun, sonra en yüksek ısıya alıp çalıştırıyosun. Çorap balon gibi şişiyo bööle. 30 saniye bile sürmüyo kuruması. Boşuna demiyorlar tembel adam yaratıcı olur diye. Bazen kot pantolonumu da kurutuyom onunla. O biraz daa uzun sürebiliyor. Ama ben çarpılmaktan korktuğum için önce çorabı makineye geçirip fişi takmadan düğmesini açıyorum, sonra fişi takıyorum uzaktan. Her ihtimale karşı tedbir alıyorum. Giydim çorapları. Biraz da parfüm sıktım. Fahrenayt… Oh be mis gibi. Bu sayede ayaklarımdan kötü kokular yükselmeyecek. Bazen ayakkabılarım giyinikken bile koku sarıyor ortalığı. Dikiş yerlerinden mi çıkıyor nedir anlamadım gitti. Bi gün ofisteyim. Daha yeniyim. Bilmiyorlar tabii benim ayaklarımın feci halde koktuğunu. Önce ben alıyom kokuyu, bildiğim için. Daha sonra orada bulunanların tepkilerini izlemeye başlıyorum. Kızın biri sağına soluna, aşağıya filan bakınmaya başladı. Kokuyu aldı tabii orospu. “Ayy!” dedi. “Bişey kokuyo…” Hiç istifimi bozmadım, bilgisayarın mausunu ileri geri oynatıp çalışıyo gibi yaptım. “Ayy! Bozuk peynir kokuyooo!”. O an gülmek geldi içimden, ama tuttum kendimi. Birisi ilk kez ayak kokumu bozuk peynir kokusuna benzetmişti. Oysa ben hep fare ölüsü kokusuna benzetmişimdir. Şahsen beni pek rahatsız etmiyor. Bi de osuruk kokum hoşuma gidiyor. Kanımca her insanın osuruğu kendisinin de hoşuna gidiyordur. Yani bu piskolojik bi rahatsızlık değil. Ama başkasının osuruğuna katlanamam. Bazan çok kişilik bir ortamda birden fazla kişi osurduğunda kendi osuruk kokumla yabancı osuruğu birbirinden rahatlıkla ayırabiliyorum. Ba zen de, kendi osuruğum bile bana yabancı geliyor. Herhalde o dönemki psikolojik durumumdan kaynaklanıyor olsa gerek.
Her neyse nihayet evden çıktım. Ne akbil, ne de bilet var. Mecburen minibüse bincem. Nefret ediyorum böyle yolculuklardan. İki adım yol bana şehirlerarası yolculuk gibi geliyor. Minibüse bindim. Parayı elden ele yollamayı sevmediğim gibi, kendi paramı da yollatırmam. Kendim veririm. İşte bu yüzden de hep ayakta kalırım. Parayı şoföre kendim vermek için öne doğru gittiğimde, diğer uyanık puştlar yanımdan geçerek boş koltuklara kurulular. Bi de üstelik ben ayaktayım diye paralarını bana uzattırtmazlarmı, sinir olurum. Şoför de bi türlü almaz parayı be kardeşim. Bozuk para ayıklayacağı tutar. “bi koşu yolu alırmısınız lütfen”… “bi koşu yolu lütfen”… “bi koşu yolu”… “koşu yoluuu”… Gidiyo herifler otumaya yaaa! Alsana be kardeşim. Oturdu işte amına koyiim. Veeee gene ayaktayız. Bazen acayip tipler olur minibüste. Gitçeği yeri bilmeyen avanaklar. “Abi be ben üniversite kampüsünün karşısındaki bi yere gitçem de… yolu bilmiyom… bilmem ne durağında haber verirmisiniz.” Cümle kafadan allahlık zaten. Durakta ne haberi alcan öküüüz. Kafa atasım gelir böylelerine. Ezikler vardır bi de. Çocukluklarında başlarından kötü bişey geçmiştir ya da çok dayak yemiştirler. Utana sıkıla sorarlar. Şoföre “müsayit bi yerde” derken kendi seslerini bile duyamazlar ki şoför duysun. Zaten müzik son sestir. En iyi ihtimalle bir sonraki durakta inerler. Çoğunlukla Kral FM açıktır, kanalda İbrahim tatlıses’in ‘tek tek’i vardır. Metalica’nın ‘mama said’i olcak değil ya. Bir de “müsayit bi yerde” lafına uyuz olurum. Bi gün andavalın birinin aazından “münasip bi yer” lafı kaçtı. Kopardı bizi. Yarıldım gülmekten. Haa bir de habire sana bakarlar ya, garip garip seni süzerler. Al odunu eline…
Neyseki İşyerine geldim. Geldim de suratlar altı okka. Patron yanına çağıtmış beni. Ba ba ba … Kendisi söylemiyo da, bi tane koca götlü şırfıntıyı araya sokuyo… Gittim yanına. Gözlüklerinin altından, gözlerini kısarak beni süzdü. Sinir olurun bu harekete. ‘Şimdi siktim belanı’ der gibi… “Bak Hakan” dedi. Neee! Hakan ha!. “Hani bunun ‘bey’ takısı ulan” de… de-yecek oldum birden. “Bu kaçıncı geç kalış… ulan!” dedi. Ulandım ben. Evet evet hep ulandım. Hep bir ulama eki gibi ‘talihsizlik’ kavramıyla arada hiç boşluk olmadan yanyana oldum. Şanssızım olm ben, şanssız… Hiç güzel bi evim olmadı benim, hiç güzel bi yaşamım olmadı. Bol paralı iyi bir işim de. Hiç çok güzel bi sevgilim olmadı, televizyona çıkanlar gibi… Hep boktan kızlarla çıktım. Kulakları büyük, götü büyük, koca memeli… güzel bi sevgili istiyooooooooom! Güzel bi iş istiyoooooom! Hava yastıklı spor ayakkabı istiyom, karda yürüyüp iz bırakmamak, kanyaklı çay içmek, zeytinyağlı kaz fileto yemek, Chomsky’le 45’likte bira içmek, yerebatan sarnıcında sevişmek…
Hayatta hiçbir isteğim gerçek olmadı. Orhan babayla son vermek istiyorum lanet olası günlüğüme.
Batsın bu dünya! Bitsin bu rüya! (şu anki duygularımı ifade eden başka bi şarkı sözü bulamadım, n!aapıyım? bugün kovulduğum işe giderken minibüste bu şarkı çalıyodu. Aklımda kaldı.)

şişlide yahudi terörü

nia | 19 November 2003 00:53

son günlerde teröristbaşı şaron ve bir numaralı işbirlikçisi bush adlı katillerin elinin altındaki iki,

tüm dünyayı göz yaşına boğmayı adeta kendine ilke edinmiş cia ve mossad adlı terör amaçlı istihbarat

örgütlerinin altına şak diye imza attıkları ve birazcık aklı selim sahibi insanın da hemen anlayabileceği

15 kasım olaylarının üzerinden bir kaç gün geçmesine geçti,ama sinirlerim patlama noktasında ve bir infilak

edecek de benim :-).adresler belirlenmiş ,aynı oyun yüzlerce kere kurgulanmış tekrar ısıtılıp önümüze

K A B A K

llus | 18 November 2003 22:09

“kabak tadı departmanından”

Kabakları alırken bu satırları yazacağımı hiç düşünmemiştim. Aslında neden kabak aldığımı da bilmiyorum. Kabak bana neyi hatırlatabilirdi ki? Ben sadece meyve suyu ve meyvenin ta kendisini almaya çıkmıştım. Eve yürümeye başladığımda Eczaneye girdim. -Buyrun. -Merhaba, yarabandı istiyorum. -Kutu? 20’lik? Renkli,renksiz? Karışık ebatlı? -En büyüğünden, en renklisinden, en karışığından (hatta siz bana bir karışık yapın… offf!)

Kabaklarım ve ben eve doğru hızlı adımlarla yürümeye başladım. N’apacaktım bu kabakları?