bildirgec.org

tga

11 yıl önce üye olmuş, 59 yazı yazmış. 736 yorum yazmış.

duygu sömürüsü

tga | 05 April 2003 20:01

kaç gün geçti üzerinden bilmiyordu, kendi kendine “aşık oldum” diyordu, bile bile yalan olduğunu. diğer tüm yalanlara inandığından fazla inanmıyordu buna, arayışın tepesinde bir yerdeydi. ama hatırlıyordu, “lütfen” demişti, “lütfen zaman ver bana, çok üstüme geliyorsun” bir iki kırıntı daha vardı hatırladığı, “senin için endişeleniyorum nihat” demişti.

gecenin bir yarısıydı, konuşmak için yola çıkmıştı, sadece konuşmak. konuşunca tüm sorunlar bitecekti, böyle olacağına emindi. yürümesi gereken yol bir kaç kilometreden fazla değildi ve tüm sorunlar bitecekti. gecenin içinde elinde birasıyla yürüyordu, bir klisenin önünden geçti, az öncede bir minare görmüştü, yorumlamaya çalışmıyodu, çocuk esirgeme kurumunun önünden geçerken, sadece yürümesi gerektiğini düşünüyordu. oysa sabah, aslında ne kadar neşeli olabileceğinin hesaplarını yapıyordu, şimdi tek sahip olduğu, hüzün ve umut.

bu garip ikili zaten hep yanında değil miydi? karşısında bir karartı gördü, kendisine doğru gelen bir adam, o ne arıyordu bu saatte, sarhoştu muhtemelen, ona saldırmak, sebep? aralarında bir kaç metre kaldı, otuzbeş – kırk yaşlarında bir adam, yavaş yavaş yürüyordu sokağın karşı tarafında. ne düşünüyor olabilirdi? korkuyor muydu? nihat yumruyunu sıkıp yanındaki trafik levhasına bir yumruk attı, sıkı bir yumruk, adam hiç oralı olmadı. evet korkuyordu, herkes korkuyordu kendisinden, yaşamaktan, sormaktan, bilmekten ve tüm diğerlerinden kendi olmalarına yarayan. yürümeye devam ediyordu, etrafındaki yapılar çok saçma bir sırayla dizilmişti, camii, çocuk esirgeme kurumu, klise, üniversite yerleşkesi, barlar, bir lise, neler oluyor?

yola çıkmadan önce telefon etmişti, “gelmemi ister misiniz? konuşalım biraz, iyi gelir bu bize.”, biraz düşünmeleri gerekiyordu, ama “gel” emri çıkmıştı sonunda, konuşulmalıydı, insandık değil mi?

iyice yaklaşmıştı, bir an elinde koca bir bez afiş olduğunu farketmişti, hani şu iki çıta arasına gerilip duvarlara asılanlardan, bir bar reklamı, ne işi var bunun burada? ama buraya kadar geldiyse yolun devamını getirmeye hakkı vardı, diğer elinde bir torba, içinde bir kaç şişe bira ve bir paket sigara. ne zaman almıştı bunları, hatırlamıyordu. kapıyı çaldı, açan gülşendi, asıl konuşulması gereken özge iken üstelik. içeriden sesler geliyordu, bir erkek sesi, belki bir kaç kişi daha.

“bu kalabalığın içine neden çektiniz beni” dedi nihat, “belki özgeyi alır dışarda konuşursun sanmıştım”, “ben alırımda o gelicek mi bakalım?” gülşen özgeye seslendi. “merhaba özge, konuşalım mı?”, “havama değilim hiç” sinirleri bozulmuştu nihat’ın, zaten bozuktu yıllardır, “ne zaman havanda olucaksın sen, hiç olucak mı bu, ne saçma şeylersiniz siz?”, “ben seni arıycam”, “bir kere olsun farklı bir yalan söyle, bıktım bundan, kandıramıyorum kendimi artık”, “bu sefer gerçek, bu hafta sonuna kadar arıycam”. bir cuma gününden sonra ne kadar hafta içi kalır geriye? sessiz kaldı, elindekileri uzatıp gülşene, “al şunları” dedi, “ihtiyacımız yok bunlara”, “gülşen al şunları” ağlıyordu. arkasını dönüp çıktı binadan, yine aynı şey olacaktı elbette ama bu sefer her zamankinden daha çok inanmıştı, belkide her zamankinden daha çok içtiği içindi bu. “bekle” dedi bir ses, durdu, gülşendi gelen, asıl konuşulması gereken özge olduğu halde. “özge paranoyak oldu, çok kötü durumda, anlayış göster”. nasıl bir şeydi paranoyak olmak, din değiştirmek gibi bir şey olabilir miydi yada başka bir şeye memur olmak? paranoyak mıyım? diye sordu kendisine, olamaz mıydı?

“bana hayatımda duyduğun tüm yalanlardan çok daha fazlasını, bir kaç hafta içinde söylemeyi nasıl başardınız?”, “bak gerçekten çok zor durumdayız, evde sürekli tartışma var”. bu da yalandı, her şey yalandı. evin çaprazında bir inşaatın yarım kalmış duvarında oturuyorlardı, bir kaç saniye önce ne konuştuklarını, bir önceki cümlesinde ne söylediğini hatırlamıyordu nihat, ama sürekli konuşuyordu, gülşen bazen evet anlamında başını sallıyor, bazen “çok zor durumdayız, özge paranoyak oldu” diyor ama çoğunlukla sessiz kalıyordu. bir süre sonra evden iki kişi çıktı, asıl konuşulması gereken özge iken, bir kız ve bir erkek, kızı daha önce görmüştü nihat, hatta tanışmıştı ama adını hatırlayamıyordu, adamı ise hiç hatırlamıyordu, iyice yaklaştılar ve kız, “merhaba nihat” dedi, nihat insanların isimlerini hatırlamakta güçlük çektiği için bu duruma alışıktı, “merhaba hanım efendi” diyerek öylesine bir selam verdi ve konuşmaya devam etti. ikili ayakta bekliyordu, adam deri ceketini omzuna atmış elinde tespihini ile oynuyordu. nihat görmesede ayakkabılarının arkasına bastığından emindi. adam, komik sayılan televizyon programlarındaki maganda tiplemelerine benziyordu. adam hakkında kesin olarak bildiği tek şey, ondan nefret ettiğiydi. gülşen korkulu gözlerle bakıyordu, ama -nihatın çoktan anladığı şeyi- belli etmemek için ses çıkartmıyordu, adam, adam, adam, hiç tanımadığı nihatı kovalamak, biraz pataklamak, dersini vermek için oradaydı, nihat karşı koymamayı kuruyordu kafasında, elindeki şişeyle birlikte suratını parçalamayacaktı, kafasını kırmayacaktı.

“bu faşistler” diyordu çünkü “faşist bile değiller, tek amaçları, kavga edecekleri zaman arkalarından gelecek bir kaç kişiyi bulmak”, şiddetle karşı çıkıyordu özge ve gülşen buna, “tanımıyorsun onları, çok iyi insanlar, evet bazen kavga ediyorlar; ama kötü bir şeyler yapan kişilere karşı. genelleme yapma, onlar iyi insanlar, bak gel senide götürelim bir gün ocağa, tanış onlarla”. şimdi her şeyi ispatlayabilirdi, tek yapması gereken o adamdan dayak yemekti, bu sayede inanacaklardı kendisine. kız, adama “hadi gidelim” gibi bir şeyler söyledi” adam “dur ya dur dur” dedi uzata uzat., nihat aniden ayağa kalktı, gülşen kesik bir çığlık atarken adam korku içinde geriye adım attı, nihat gülmeye başladı, yere eğilip paketten bir sigara aldı ve yaktı. adam ve kız eve doğru yürümeye başladılar, gülşen “lütfen otur lütfen lütfen lütfen…” diyordu ağlamaklı, “yahu dursana, korkma bir şey olmayacak sana”, “lütfen, lütfen”. nihat fırsatı kaçırdığına üzülmüştü, “git!” diye bağırdı, “istemiyorum seni”, “gitmiycem, bırakmıycam seni bu halde, konuşmamız gerek” dedi gülşen, asıl konuşulması gereken özge iken. ama ne zaman inatlaşsalar nihatın dediği olurdu, olduda.

sokak ölü gibi bakıyordu nihata, karşı kaldırımda parketmiş arabanın cantında kaç kol olduğunu saymaya çalışıyordu oturduğu yerden, bir türlü olmuyordu, başı dönüyordu, kollardan biri yere dik açıyla duruyordu, ondan başlamaya karar verdi saymaya, “ama hangisinden başladığını unutursam onu tekrar sayabilirim, hata olabilir” diyordu kendisine, aslında kendini oyalayıp zaman kazanmaya çalışıyordu sadece ve bunu bile bile yapıyor, kendisine yalan söyleme konusunda çok başarılıydı. başı dönmeye devam ediyordu, sokak, yarım kalmış duvar, cant, araba, yol, sokak lambası. bir sigara yakmak için pakete uzandı, boş. sokağın başından bir araba geliyordu, bu şans mıydı? yolun ortasına kadar yürüdü, ellerini kaldırıp öylece beklemeye başladı, araba önünde durduğunda şöförün olduğu tarafa yürüdü, pencereye eğilip, “sigaranız var mı?” derken ağladığını farketti, birden bunu gizleme gereği duydu, başını kaldırdı ve etrafa bakar gibi yaparak, “alır mısın?” bir sigara uzatmıştı adam.

zaman. bir kaç sigaraya daha ihtiyacı vardı şimdi, aynı yolu geri gidecekti. gülşene verdiği torbayı hatırladı, ev zemin kattaydı, pencereden bir kaç sigara alıp gidebilirdi. pencerenin önüne geldiğinde içerden gelen konuşmaları duyunca beklemeye akrar verdi. “ya bu adam benim hayatıma girmeye çalışıyor ya!” anlatan özgeydi, asıl anlatılması gereken nihatken. ama ortada salak bir durum vardı, özge bunun farkına yeni varmış gibiydi, oysa nihat bunu defalarca söylememiş miydi? “arkadaşın olmak istiyorum karşı çıkıyorsun, uzaklaştığımda karşı çıkıyorsun, sevgilin olmak istediğimde karşı çıkıyorsun, ne yapmalıyım, hayatına girmek istiyorum bir şekilde, hangi yolu tercih etmeliyim? yoksa girmemelimiyim çürümüş yaşantına?”. içeride konuşma devam ediyordu, evde başka erkek yoksa konuşan ayakkabılarının arkasına basan adamdı, “çok iyi duygu sömürüsü yapmayı biliyor”.

acaba bildiğim “duygu sömürüsünü çok iyi” yapmak mı, yoksa, “çok iyi duygu sömürüsünü” yapmak mı? diye düşündü nihat, peki adam bunu nerden biliyordu kendisi bilmezken. sokak, cant, direk, duvar, dönmeyi kesmişlerdi ama bu daha garipti. nihat çama vurdu, bir anda içeride bir gürültü olduğunu farketti, “hayır, hayır lütfen, yapma!”. “evet, işte bu!”, adam nihat’ı dövmeye geliyordu, nihat garip bir sevinçle kapıya bakıyordu, kapı açıldı, adam dışarı çıktı ve nihat’ın koluna girdi, nihat elindeki şişeyi saklayarak adamın çektiği yöne yürümeye başladı. adam neden yürütüyordu ki? “herhalde alışkanlık” diye düşündü. gülşen arkadan bağırıyordu, “lütfen, hayır, nihat yapma”, “ne yaptım ki?” dedi nihat, “git!” diye bağırdı gülşen, “ama abi tutuyor beni, gidiyorum işte”. “ne istiyosun lan sen!?” dedi adam, “sigara”, “ulan alkolik puşt, utanmıyon mu lan kızların evine bu saatte gelmeye göt!”, “hayır abi”, “ulan yürü sikicem bi tarafını”, “yürüyoruz abi”, cevabını beğenmemişti galiba adam, bir tekme ile karşılık verdi, sağ kaval kemiğine, iyi isabet ettirmişti, nihat hiç tepki vermedi, kol kola yürüyüşe çıktığı adam sol kemiği denedi bu sefer, ayakkabısı ayağından fırlayıp inşaatın önündeki kum yığınına saplandı, nihatı bırakıp ayakkabısını aldıktan sonra hızlı adımlarla nihat’ın üzerine yürüyüp yumruk – tokat arası bir şey salladı, sol kulağına isabet etti, “ooo iyi oturtuyorsun abi sen” dedi nihat, “ulan öldürücem bak seni şimdi”, işte buna gülünürdü, nihat kahkaha atmaya başladı, plan başarılı gidiyorsu ama bu kadar dayak yediği yetmez miydi? gülşeh ağlıyordu, sokağın ortasında dizlerinin üzerine çökmüş. arkada o tanıdığı kız vardı, ellerinin arasına aldığı suratında garip bir ifadeyle bakıyordu. nihat o sırada kendilerine doğru koşan birisini farketti, mavi bir eşorfman takımı vardı üzerine, orada olmayan tek kişi özgeydi, asıl olması gerekenin kim olduğunu düşünürken nihat, mavili adam aralarına girdi. nihat ayakkabılarına acımayan adama bakıyordu, içine bakıyordu adamın, içindeki korku gözle görülebilir bir hal almıştı, nihat gülmeyi kesti, şişeyi hızla kaldırdı, hangisinin daha önce patlayacağını düşünüyordu, şişe mi? kafa mı? adam bir anda yere kadar eğilip bir çığlık attı, ağlar gibi bir ses, sanki bir tarafı kopmuş gibi, nihat kahkahayı bastı, kendisini durduramıyordu, şişeyi tutan eli havada beklerken deli gibi gülüyordu, adam kaçmaya başladı, mavili olan elini nihat’nı havadaki eline uzatıp “n’oldu bilader, tamam sakin ol” gibi bie şeyler söylerken elini aşağı çekti. mavili adam da nihat’ın koluna girdi ve o da korkuyordu, bu kolda bir şeyler vardı belkide. nihat gülerken arkasına dönüp biraz zorda olsa, “görüşürüz” diye seslendi gülşen’e. ötekinin koşarak eve girdiğini gördü o arada. mavili,

– hadi bilader, gel gidelim, bak yine gelcek o,

– sen kimsin?,

– uykumdan kalktım geldim,

– kusura bakma, sen git yat hadi ben bakarım başımın çaresine

mavili, nihatla beraber biraz yürüdü, nihat gözlerinden akan yaşlara inat eder gibi gülüyordu, “orospu çocuğu” dedi, “niye vurmadım ki”, mavili; “bilader sen en iyisini yaptın, boşver”.

evden üç – dört sokak uzaklaşmışlardı, nihat elindeki şişeye baktı ve hemen yanındaki çöp konteynırına tüm siniriyle vurdu, şişe kırılmamış adeta patlamıştı, çıkan ses ve elindeki acı nihat’ın çok hoşuna gitmişti, arkasına dönüp “gördün mü?” derken mavilinin koşa koşa kaçtığını gördü, bir kahkaha daha atıp yola devam etti.

şimdi kaç gün geçmişti üzerinden hatırlamıyordu, geri dönüş yolunda bir kaç kişiye küfür ettiğini, bir iki polisin üzerine gelip kimlik falan sorduğunu hatırlıyordu.

– neden ağlıyorsun sen? demişti polislerden biri,

– yok abi bir şey,

– ne yapıyosun bu saatte? diye sormuştu diğeri,

– arkadaşlardan dönüyorum,

– hangi sokak?

– bilmiyorum, şu ilerde bir sokak

– nereye gidiyorsun?

– arkadaşlara

– arkadaşlarından gelmiyor musun zaten?

– bir arkadaşlardan, öbür arkadaşlara

– hangi sokak?

– bilmiyorum, şu ilerde üniversitenin orada, yukarda

– o elin niye kanıyor?

– az önce düştüm, yerde cam kırığı vardı galiba, kesilmiş

– nerde oturuyorsun sen?

– balçova

– hangi sokak?

– bilmiyorum yeni taşındık

– niye ağlıyorsun sen?

– kız meselesi be abi

“bırak yaa, bırak” dedi biri, öteki kimliği verdi beraber arabaya bindiler. şimdi geriye kalan, iki kaval kemiğinin üzerindeki pıhtılaşmış kan, sağ elindeki yara ve biraz hüzündü belki. ama ümidi vardı artık, artık anlamış olabilirlerdi. ve belki konuşarak halledebilirlerdi kalan sorunları.

hırsız vağ!

tga | 02 January 2003 07:36

hiçbir şey yazmadım son zaman dahilinde, şişme bebek haberi ileteyim istedim.

icq numaramı istiyor biri, altınada parolamı, mail atmış,

Dear ICQ user,

The ICQ Inc. is refreshing its databases to delete the inactive accounts. Please fill in your ICQ# and your Password and then submit this form by clicking the Send button. This is everything that you have to do to keep your account active. Don’t reply to this mail. After your submission you will be forwarded to our homepage and will be able to read the latest news about ICQ Inc. Unless you confirm us that you are using your ICQ legally by filling the empty spaces, you won’t be able to use your ICQ account after our refreshing is over.

bilmiyorum

tga | 29 December 2002 16:12

kimi zamanlar, yazayım mı yoksa okuyayım mı bilemiyorum. birini tercih ediyorum ama sonunda… boş kalmıyorum. insan, insan işte, garip gibi. “insan, düşünebilen hayvandır”, bu, onu daha kötü hatta en kötü yapan ilk şey sanırım. kötü, her anlamda kötü…

filmlerde “iyi” adamın kız arkadaşını kaçırmakla kalmayıp, zavallı kızcağıza birde tecavüze yeltenen, ama nedense hep kızın gömleğinin düğmelerini koparttıktan sonra, bıçak yada kama gibi keskin bir şeyle sutyeni kesip kızın memelerini gördükten sonra dayak yiyen adamlardan bahsetmiyorum. bilakis, “iyi” adamın, muhtemelen sarışın, iyi bir işi ve iri bir kıçı olan, kaçırılma sahnesine doğru muhakkak mini etek giyen, “oh hayır!”, “jaaaaack!”, “seni aşağılık herif!” dışında cümle kurmayan, başkada bir bok yemeyen kız arkadaşını kurtarmaya giderken işlediği suçlardan bahsediyorum, cinayetlerden bahsediyorum, akan kanı soruyorum, bilmiyorum.

fakirliklerden doğan zenginlikleri ile götleri kalkanlardan bahsediyorum, öyle ki, hep gülecekleri bir şeyleri olanlardan, cennetten kooperatif arsası alıp köşe olanlardan, yaz tatillerini geride bıraktıktan sonra çarkıfelek’e gömülen, resmi ve dini bayramlar, yılbaşları gibi “özel” günlerde ne yapacaklarını şaşıran, star, vatan vs. bile okumayan, kahvesini (-ki daha çok coffee) sadece saatin ibresi yönünde karıştırıp sadece 45oc’da içen, ıstakoz yediğinde, lahana yiyen ile aynı şeyi çıkartacağından haberi olmayan, tüm bunların ve bu tür birkaç şeyin daha sonunda, büyük evleri, 5 arabaları olan büyük kiliselere giden cypriss hill üyelerinin dillerine “amaama superstar, big house, five cars, big church” diye şarkı sözü olan, hep sıçan… evet sıçanlardan bahsediyorum, hem, ne fark eder ki? hepsi bizim için yaşıyormuş canlıların, doğanın tamamı bizim içinmiş, bizim için olanın anasını böyle ağlatmamız neden, bilmiyorum.

yazmak konusunda ayırtına vardığım ilk şey, sinir harbi geçirten, duygusal, kadınlara dair yada yaşama dair bir şeyler yazacağım zaman 0.5 kurşun kalem, teknik, bilim, güncel, araştırma gibi konularda yazacağım zaman ise klavye ile daha verimli olduğumdur. bu bana, insancıllığın “en özgür” olması gerektiğine dair bir işaret gibi görünüyor. yani, kalem özgürdür demeye çalışıyorum, gerçekten, istediğin her neyse onu çizer kağıda. tek iş, beyin ile elin koordinasyonunun sağlamaya kalır, sana. bilgisayar başına geçtiğinde ise önündeki düğmelere basmaktır tek çıkar yol. birkaç milyon yazı tipinin içinde sıkışıp kalmışsındır. buradan, bilimciliğin, teknolojikliğin özgürlük konusundaki sınırlılığına varabilir miyiz, bunu yapmak ne derece doğru, bilmiyorum.

en marjinali, bir kalıptan fırlamışçasına sıradan, geri kalanları ise tek düzeliğin dibine vurmuşken, insanların “özel” olduğundan, uğruna bir kainat bir evren yaratılacak denli özel olduğundan bahsetmek, hele hele bunu iddia etmek, yersizdir. bu nedir peki? bu, “istemeyenler”in başarısı, bu, üniforma cümbüşü içinde kaybolan dünyanın adı. birkaç sene öncesine kadar, küpe takan, saçını uzatan, top sakal bırakan yada bunların tümünü yapan, kısacası, “farklı” görünen erkekler dayak yerdi, linç edilirdi tüm memleketim dahilinde. bu alerjisi yurdum delikanlısının hala devam etmekte elbette, ama işte, “gelişmiş, avrupalılaşmış, gümbür gümbür, sırasıyla: new-age, generation -next en sonunda da trendy & friendy” oluveren şehirlerimizde, piercing’i olmayanı almıyorlar clublara, rock barlara… penis derisi altına piercing yaptırmayana kız vermemeye doğru büyük adımlar ile ilerleyen harikulade metropol kıvamındaki cehennemlerimizde yaşayan canım memleketlim, gencim, kendine bir arayış ararken, extacy diye satın aldığı bebek aspirinlerine para yetiştirebilmek için, gece annesinin cüzdanını – babasının cebini kurcaladığı tarihlerde, glowingeyes.net’den sanırım pink’in sarfettiği bir söz geliyor aklıma “küpe sikik ama, piercing daha bir sikik” – o zamanlar severdim perçinli gençliği bir karşı duruş havasında gezdirdikleri metallerden dolaylı, bu gün karşıma geçip “abi nası olmuş” diye dilini çıkarttığı zaman, sinirlerim, maaşı ödenmemiş rodeo boğasına kayıveriyor. “iki perçin attırana bir dövme bedava” ilanlarına hazır bu ülkede, bakire olmayanın orospu olduğu bu ülkede, asansörlerdeki kullanma talimatlarının yazılı olduğu, pirinç – alüminyum levhaların köşelerini kopartmak için tırnağını, anahtarını, cep telefonunun köşesini feda edenlerin seçtiği hükümet ile yönetildiğim bu ülkede, yine glow’un deyimi ile “pipisinin işlevsizliği çenesine vurmuş godoşların ve kanamalı monikaların” para kazandığı, kaliteli margarin ile ekonomik margarinin matrix efektleriyle birleşip halkın olduğu, arçelik bayilerine gidip “çelik geldi mi? kaç para?” diye soran beyinlerin yaratıcılığına teslim olan, bu ülkede, daha ne kadar toprak üstünde kalmak istenilir, bilmiyorum.

televizyonda gördüm, bir “ibne öğretmen” skandal olmuş, ana haber bültenlerinin içine girmiş, ne güzel demiş bukowski “iki erkeğin sevişmesine karşı değilim; ikisinden bir olmadığım sürece…” öğrenim gördüğüm kampus dahilinde var “ilkokul öğretmenliği bölümü” bölüm var olmasına var ama, sarf edilecek metanetli cümle pek yok gibi. bu kadar çok embesil’in bir arada bulunabileceği tek yer varsa, bu, bilet fiyatları 500 ila 750 milyon arasında değişen bir petek dinçöz konseri olabilir ancak. ancak, “keşke petek dinçöz olsa bunların yerinde” dedirtecek cinsten bunlar. konuşmayı, beceremiyor bunlar, bunlar düşünmeyi bilmiyorlar ki konuşabilsinler. düşünebilen bu hayvanlar, bunlar düşünemiyorlar. arkadaşım (ki üç ila beş kişi için kullanabilirim bu kelimeyi i.m.y.o öğrencileri içerisinden tanıdıklarım için) “seni yapmazlar öğretmen” diyor, “neden?” diye soruyorum, kalabalığı göstererek “görmüyor musun be abi?”, “görüyorum”, “eee?”, “evet, görüyorum, sanırım. haklısın”. ibrahim tatlıses, ne denli öğretebilir altı – yedi yaşında çocuğa türkçe’yi? “hayat”ın ne olduğunu bilmeyen, milyarlık hatun, ne anlar hayat bilgisinden? amerikanın kıta olduğundan bihaber yurdum evladı mı öğretecek coğrafyayı? okul kantinindeyim bunları yazarken, “beyaz cafe”deyim birde “cafetto var, daha pahalı beyaz’dan, daha lüks görünümlü birde. okulda bir eylem yapılınca, dekanlığın da karşısında olmasından kaynaklı, beyaz cafede toplanır sol görüşlü öğrenciler, (aslında şu sol konusuna ayrı bir girişmek gerek, sol’un kendisine değil buradaki sol’a) o nedenle beyaz, daha çok sol’dan olduğunu iddia edenlerin toplaştığı, cafetto ise, çıtırların cirit attığı bir mekan olarak anımsanır kampus dahilinde. yeni bir öğrenci tanışmış bizim petek özleten öğretmenlik öğrencilerimiz ile. yeni öğrenci soruyor, “beyaz ne cafetto ne höğn!?” aday kızımız yanıtlıyor, tüymetrelerim sürekli clip yakmakta dinliyorum bende; “yaa, şimdi burası böyle işte, görüyosun, nası desem, daha lüks, oraya şeyler takılıyo, böyle pkklılar falan, hadepliler yani, o yüzden oraya gitmiyoz, sonra ordakiler daha fakir, burdakiler daha zengin, işte ordakiler, cumhuriyet falan okuyolar yani, biz buraya takılıyoz” bu arada diğer kişiciklerin çıkarttığı bazı ses bütünleri var “ne abi bu cumhuriyet ayağı, ne biçim gaste o, her yeri yazı?”, “hadep kapandı, dehap oldu”, “lan bak şunu diyom işte, sarışın olan kot ceketli, büro yönetiminde okuyo”. yarma’nın cümlesi geldi aklıma “burada kompozisyon sınavına girmiyoruz, konuşuyoruz, isteyen istediği gibi yazar, üstelik yıllarca ingilizce klavye kullandım…” hafif dahilinde kullanılan dilin, türkçe dilbilgisi bakımından eksiklikleri ile ilgili bir konuda söylemişti bunları, cümlesi tam olarak böyle olmayabilir ama anlattığı bu idi. haklıydı da, ama bu kızımız birkaç sene sonra öğrencilerini kompozisyon sınavına tabi tutacak, bu ufak farklılığı görünce merak ediyorum, “peki ne olacak?”, bilmiyorum.

korkarım bu konu, sandığımdan çok daha tehlikeli bir hal almış. geçen senenin birinci döneminde girdiğim kompozisyon sınavında, “dil, türkçe’nin durumu, koruma onarma yolları” gibi bir konu verilmişti. tam benlik, verdim veriştirdim, yirmi aldım yüz üzerinden, ikinci dönem tekrar bir kompozisyon sınavı yaptı aynı öğretimci, aynı konuyu verdi, tekrar yazdım aynı şeyleri, tek farkla;

ilk kompozisyonumun sonu olan, “… ve bu böyle devam ettikçe, bakkallar, manifaturacı kızlar, elektronik eşya ve dayanıklı ev aletleri satıcıları, gazeteciler, patronlar, şarkıcılar, reha muhtarlar, öğrenciler, yazarlar ve en kötüsü de öğretimciler, devam edecekler dili yıpratmaya, bozmaya, öldürmeye yada annesi her ne koymuşsa adını.” bukowski alıntılı cümlemi, bu saydığım kişilerin “işbirliği yapması” gerektiği şeklinde güncelleyerek. doksan aldım yüz üzerinden, “yazımı düzelttiğimde yüz de alabileceğim” eklentisi altında. kuşun kalemle yazmıştım o kompozisyonu, bu metni de öyle, bakalım hafiflerken ne kadar koruyabileceğim ruhu.

ne biçimsiniz siz

tga | 20 November 2002 19:01

bir aydır yokum burda, hiç hissetmtmişsiniz yokluğumu, zaten canım sıkılmaya bahane arıyor. nasıl bir öküz etkisiz elemanmışım ben yahu. iyice fakir oldum, bilgiayarım yok, yalnızım, esmer kıvırcık saşlı, bir doksan kız arıyorum, alooo! şu projeleri bir tamamlarsam o zaman görürsünüz siz, pilliyi satın alıcam, fitne midir nedir misfak mıydı yoksa, ondan ekicem aranıza, bitiricem sizi, hazır kuranın şifresi çözülmüşken, incile girişip, “hayatın anlamı bu işte!” diycem, hala geç kalmadıysam, cumhuriyet’in yarışmasından beş milyar kazanıcam, biraz mektup yollayacağım, ingilizcemi geliştirip fransızcaya sarıcam, çok uluslu olup, her lisanda espri yapıcam, ilhan mansız imajı ile ilik gibi kızlar götürücem, çok meşhur olucam, nasayı falan hack edicem, pentagona girip rusların bütün olayını sericem gözler önüne, genç partiyi satın alıcam, iki partili iktidar olucam, çiğ köfte manyağı yapıcam hepinizi, kedilere daha çok ilgi göstericem, kütüphane ayracaı alıcam bir tane; kütüphane kütüpane gezip, herşeyi okuyacağım, bir cam, bir cağım, bıkacağım, eşcinsel olucam, kestiricem pipimi, sonra kız olucam, bayaa zar yaptırıcam kendime, sonra erkeklerden sıkılıp lezbiyen olucam, evet evet, konu salağı olucam, ama bütün konular bende iken salağı olmuşum olmamışım ne farkedecek? kimse gülemeyecek bana, benden izinsiz osurmak bile yasak olucak, piramitlerin sırrını çözücem, kamboçyada bir rock bara gidicem. kamboçyadayım, geziyorum sokaklarda, kayboldum sanırım, yabancısıyım buraların… diye başlayan öykümü anlatacağım bir ara size. “geçicek bunlar sıkma canını” diyenlerin canını sıkıcam, suyunu çıkartacağım hepsinin, sonra bütün dinleri silicem er yüzünden ,yeni tanrınız ben olacağım. saçma sapan şeyler yazmaya devam edeceğim, anlamlar yükleyin bana, hayran olun. bir iki haftadan önce gelemem belki buraya, cevap falan yazarsınız, sinirm bozulacak okuyamadım diye, sonra bakıcam “oky” yazmış, “songoku” yazmış, çok kötü dövücem onları, sahi, nerde onlar, özledim ben onları. zaten giremedim turbülansa, anasını satayım be!

tırstım

tga | 26 September 2002 18:21

gözüm görmesin diyor ya orda, ona basmadım hiç, denemek için bastım bir kere aslında hafif uykununkine, uyarı falan ne çıkıyormuş diye. şimdi kendiminkine basıp kendimi görmesem mesela, nasıl olur? kendi ayarlarımıda göremessem hep göremez kalırım kendimi. eee? felsefik yahu.

alıntı: Kıl olup da “gözüm görmesin” dediğiniz şahsiyetleri affedip tekrar okumaya başlayabilirsiniz, diyorlar. Büyüklük sizde kalsın, diyorlar :